14 Kasım 2016
İlhan Selçuk'un Cumhuriyet gazetesindeki ilk yazısı
Theodoros Angelopulos - Zamanın Tozu
“Mutlu olduğumuz kısacık anların bedelini ikimiz de ağır ödedik. Sen hapse, ben sürgüne… İçimde bir çocuk büyüyor, bizim çocuğumuz. Seninle konuşabilmek için sana yazıyorum. Mektuplarımın sana asla ulaşmayacağını biliyorum. Ama onları son geçen trene bırakacağım ki, buzla örtülü bozkırı boylu boyunca geçerek ta hapishanene, hücrene kadar yolculuk edip, seni bulsunlar. … Pencereme kadar tırmanan tuhaf bitki hala kara direniyor. Ama üç yaşındaki oğlan çocuğu kim biliyor musun? Daha düne kadar benim yanımda olan ve benle bitkiyi seyreden çocuk, bugün gitti. Jacop’un kızkardeşi Rachel onu Moskova’da, istasyonda bekleyecek. Tren onu benden alıp uzaklaştıkça yüreğim de küçülüyordu. Senin ismini haykırdım. Onun ismini. Başka isim bilmiyordum.”
“üçüncü kanat”
“Yürüdükçe biz, kalabalığın ve gürültünün ortasından
Meleğin sessizliğiydi başımızı derde sokan,
İndirdi kanatlarını dokunmak için
Toprağa ve çamura
Tek ütopyam üçüncü kanattır
Diye haykırdı sonra…”
“Bilmediğim sürece, onu görüp görmediğin umurumda bile değil, gitme!”
“Yolculuktan yeni döndüm, anılardaki yolculuktan. Polonya‟daki bir kamptan döndüm, 1001 numaralı hücreden… Annemle babam orada öldüler. Günlerdir uyumadım. Gözlerimi kapıyorum ve kafaları kazınmış insanların bana gülümsediğini görüyorum. İskeletler omuzlarındaki külleri savuruyorlar. Bana gülümsüyorlar”
“Hiçbir şey sona ermedi, ermez de… Hiçbir şey sona ermez.”
Leonard Cohen: Zarif Bir Veda
Ermişin Bahçesi - Halil Cibran
Cibran’ın en sevilen yapıtı Ermiş’in devamı olan Ermişin Bahçesi, yazarın ölümünden sonra, 1933’te yayımlandı. Ermiş’in sonunda on iki yılını geçirdiği Orphalese kentinden ayrılarak denize açılan El Mustafa, doğduğu adaya, annesiyle babasının ebedi uykularına daldıkları bahçeye döner. Uzun bir aradan sonra müritleriyle yeniden bir araya gelmiştir. Onlara ayrılıktan, yalnızlıktan, zamandan, insanla insanı, insanla doğayı birleştiren bağlardan söz eder. Sözlerinde mutlu ve aydınlık bir hayatın sırları gizlidir yine.
*
"Yalnızım Üstat," dedi, "saatlerin nalları göğsümü ezip duruyor."
El Mustafa ayağa kalktı ve ortalarında durdu; şiddetli bir rüzgârın sesine benzeyen bir sesle konuştu: "Yalnız! Ne var ki bunda? Yalnız geldin ve yalnız kaybolacaksın sis içinde.
İç öyleyse kadehinden yalnız ve sessizce. Güz günleri başka dudaklara başka kadehler verdi, acı ve tatlı şarap doldurdu kadehlerine, tıpkı senin kadehini doldurduğu gibi.
İç şarabını yalnız, kanının ve gözyaşlarının tadında olsa da; sana susuzluğu bağışladığı için hayata şükret. Çünkü susuzluk olmasa, yüreğin kurumuş bir denizin kıyısı olurdu ancak, şarkıdan ve meddücezirden yoksun.
İç şarabını yalnız, cezbe ve çoşkuyla iç!
Yukarı, başının üstüne kaldır kadehini, sonuna kadar, senin gibi yalnız içenlerin şerefine iç!
Bir gün, insanlarla arkadaşlığı aradım ve onların şölen sofralarına oturdum, yavaş yavaş içtim onlarla; ama şarapları başımı döndürmedi, bağrımı da yakmadı. Sadece ayaklarıma indi. Bilgeliğim susuz, kalbim kilitli ve mühürlü kaldı. Yalnız ayaklarım onların bulanık fikirleriyle arkadaş oldu.
Ve başka insanların arkadaşlığını aradım bir daha, ne de sofralarında onlarla şarap içtim.
Bunun için sana diyorum, saatlerin nalları göğsünü ezip dursa da, ne önemi var! Hüznünün kadehinden yalnız içmen iyidir, neşenin kadehinden de yalnız içeceksin.”
Seçme Şiirler
Dökül ey yürek, zaman ağacından,
dökülün yapraklar, kim bilir ne zaman
güneşin kucakladığı, soğumuş dallardan,
dökülün, büyüyen gözlerden dökülen yaşlar gibi!
Uçuşmakta daha saçlar günboyu rüzgârda
güneş yanığı alnında toprak tanrısının,
gömleğin altında bir yumruk bastırılmıştır
daha şimdiden açılmış yaraya.
Onun için yumuşamamalısın, önünde bir kez daha
eğildiklerinde bulutlar incecik boyunlarıyla,
ve önemsememelisin Hymettos’u, senin için
petekleri kalkıp yeniden doldurduğunda.
Çünkü az gelir toprağın adamına
kuraklıkta tek bir buğday sapı,
az gelir tek bir yaz, yüce soyumuza.
Ve neyi kanıtlar ki yüreğin?
Bir rakkastır dünle yarın arasında,
sessiz ve yabancı,
ve ilan ettiği artık
kendi dökülüp gidişidir zamandan...İngeborg Bachmann
Bir Düşün İçinde Bir Düş
Alnına konsun bu öpüş!
Ve, şimdi senden ayrılırken,
İtiraf edeyim ki-
Günlerimi bir düş
Sayarken yanılmıyorsun;
Ama, umut gitmişse uzaklara
Bir gece ya da bir gün
Bir görüntüde ya da bir şeyde olmaksızın
Fark eder mi bu yüzden?
Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz
Yalnızca bir düş içinde bir düş.
Kırılan dalgaların dövdüğü bir kıyının
Haykırışları içinde duruyorum:
Ve altın kum taneleri
Tutuyorum avucumda-
Ne kadar az! Ama nasıl da
Süzülüyorlar parmaklarımın arasından derinlerine
Ben ağlarken - ben ağlarken!
Ah Tanrım! Daha sıkı
Tutamaz mıyım onları?
Ah Tanrım! Tekini bile kurtaramaz mıyım acımasız
dalgadan?
Bir düşün içinde bir düş mü
bütün gördüğümüz ve göründüğümüz?....Edgar Allan Poe
Kız Kardeşimin Türküsü
Göklere inanırdım eskiden,
ama sen, denizlerin
derinliğini gösterdin bana,
ölü kentleri,
unutulmuş ormanları,
boğulmuş gürültüleriyle.
Gök şimdi yaralı bir martı,
süzüldü denize.
Sana kargaşalığın üzerindeki
köprüyü kurmaya çalışan bu el
kırıldı.
Bak bana:
ne kadar çıplak ve suçsuz
duruyorum önünde.
Üşüyorum, bacım.
Kim getirecek bize
ellerimizi ısıtacak güneşi?
Susuyorum. Dinliyorum.
Kimseler geçmiyor
gecemizin karanlık sokağından.
Yıldızlar kazaya uğramış
karanlık surların
ucunda sendelerken
koparıp alınan bir kartalın
paslanmış gözlerinde.
Bağlı ellerin
kapıyor çıkış yolunu.
Yalnız senin sesin
adımlıyor gecenin dehlizini
çarparak taşlara
uzun kılıcını.
Vakit geç.
Ölüm geri çeviriyor beni.
Hayat istemiyor.
Ben şimdi nereye gidebilirim ki? ...Yannis Ritsos
Yalnız
Haykıran kargalar
Darmadağın uçuşuyor kente doğru:
Neredeyse yağacak kar
Yeri yurdu olanlara ne mutlu!
Donmuş kalakaldın,
Hanidir gözlerin arkada!
Boşuna kaçışın, ey çılgın,
Kıştan uzaklara!
Dilsiz ve soğuk binlerce çöle
Açılan bir kapıdır dünya!
İnsan senin yitirdiğini yitirse
Bir yerlerde duramaz bir daha!
Sen şimdi solgun, sarı
Kış gurbetlerine lanetli,
Hep soğuk gök katlarını
Arayan bir duman gibi.
Uç git kuş, söyle ezgini
Issız çöl kuşlarının sesiyle!
Göm, gizle, ey çılgın, kanayan kalbini
Buzların, alayların içine! Nietzsche
Boethius
kapatıldı mı kafesteki daracık odasına
bal karıştır suyuna istersen
bol bol yem ver, üstüne titre
olanca şefkatini göster, oyunlar oyna onunla
zıpladı mı o daracık yuvasından
koruların o hoş gölgesini bir gördü mü
ayağıyla dağıtır hemen yemini, tepinir üstünde
iç çekip sadece ormanları ister
sadece ormanları fısıldar o tatlı sesiyle...
Orhan Veli Kanık - Gün Olur
Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.
Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
Çiçekler gürültüyle açar;
Gürültüyle çıkar duman topraktan.
Hele martılar, hele martılar,
Her bir tüylerinde ayrı telaş!...
Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi.
12 Kasım 2016
Afet İnan " M.Kemal Atatürk’ün Karlsbad Anıları"
Karlovy Vary’da Mustafa Kemal Atatürk’ün de 1 ay kaldığı Carlsbad Plaza
Atatürk 20. Yüzyılın en büyük lideri
09 Kasım 2016
Atatürk "Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir."
Saygı ve Özlemle
07 Kasım 2016
İlhan Selçuk - Japon Gülü
Dün mutfağın penceresinden baktığımda gördüm; Japon gülü çiçek açmış.
Duvarın dibinde, arsız sarmaşığın nefti kuytuluğunda, mavi çamın dibinde, incecik yapraksız dallarında, tanımsız güzelliğiyle bana gülümsüyordu Japon gülü.
Bir kuş pencerenin pervazına kondu, bir kibritin alevi parladı, bir bulutun gölgesi yere vurdu. O an anımsadım. Annemin bahçesinden onu iki yıl önce alıp getirmiştik. Kar, kış, fırtına, don, yaz, güz, sıcak, kurak demeden yeni toprağına tutunmuştu.
Kimsecikler ilgilenmese de kendi kendine yeterdi.
Unutulurdu bütün yıl; aralık ayında, yıl sonuna doğru, tomurcuklanıverirdi, insanı şaşırtarak...
Bilmem ki çoktan toprağa karışmış annem mi yeni yılımı Japon gülüyle kutlamak isterdi? (...)
Çoğu baharda doğa aldanır, ağaçlar erken çiçeklenir, ortalık donansa da insanın yüreğine kuşku düşer; çünkü kış, kar, don, soğuk geri dönerse vurgunu yiyen sapır sapır dökülecek, renkli cümbüş düş kırıklığı yaratacaktır.
Japon gülünün böyle bir aldanışı yok; çünkü kış kıyamette gülümsüyor.
Kimi çiçek zorda açar.
Kayalık dağ yamacında, kızgın çöl kuraklığında, pis kokulu bataklıkta, ulu bir ormanın güneş girmeyen kuytuluğunda, hiç umulmadık bir yerde rastladığım çiçek zindanın dibinde bembeyaz dişleriyle gülümseyen umut gibidir.
Japon gülünün açması için ne ağaçların dallarına su yürümesine, ne toprağın buram buram bahar kokmasına, ne doğanın içten içe kıpırdanmasına gerek var.
Zor günlerin çiçeği Japon gülü.
Belki de bunun için çok seviyorum, yeni yıla girerken yine açtığını görünce bir sevindim, bir sevindim; bir sevindim; elimi salladım pencereden : Merhaba Japon gülü!
Kimi insan Japon gülü gibidir.
En zor günleri bekler açmak için, karanlık, soğuk, fırtına, tipi vız gelir. O kişiyi ne kışın geri dönmesi korkutur, ne kırağı çalması, ne don tutması...
Heeeey! Yurdumun Japon gülleri...
Hepinize merhaba!
Cumhuriyet Gazetesi, 23.03.2008
Anne ve Babalara Öğretmen Öğüdü
Gilles Deleuze " Manifestolar, akımlar, yazarlar üzerine "
Konuşturulmayanların, susturulanların dilsizliği ve yaratıcılık arasındaki bu bağları kuracak, üretim gruplarını harekete geçirecek, gazeteler, televizyonlar ve radyoların uşağı olmayı reddedecek aydınlar, yazarlar ve sanatçıların bir yasası olmalı. Bu asla zavallılar, kurbanlar, işkence ve zulüm görenler adına konuşmak değildir, bütün bu şeylerin ötesinde yaşayan bir çizgi, kırık bir çizgi yaratmaktır. Ne olursa olsun en azından aydınların dünyasında, ekol yaratan bir yazar olmak isteyen ya da narsistik filmleri, röportajları, yayınları ve ruhi durumlarını-şimdiki utançlarını- dayatan ‘marketing’e duhul olmuş ya da tüm bunların hayalini kuran, hayal etmeyip bizatihi yapan yazarları ayırt etmek, işaret etmek gereklidir. Usta ya da mürit olarak aydın, orta sınıf ya da kıdemli bir memur olarak aydın: işte karşımızdaki iki tehlike budur… (1977)
futuristika.org
Boethius - Dizeler
02 Kasım 2016
Server Tanilli " Doğruya inançlar değil Bilgi götürür."
Aklın, Sokrates’ten bu yana yobazlık ve hurafeye karşı açtığı savaş henüz kazanılmış değildir...Isaac Asimov
Bertolt Brecht - Nasıldı
01 Kasım 2016
Sessiz Gemi Hikayesini Biliyor musunuz?
Nazım'a verdiği derslerden arta kalan zamanlarda Celile Hanım ile Yahya Kemal sanat ve edebiyatla başlayan uzun sohbetlere başlamışlardı... Bir süre sonra bu ilişkinin kokusu Nazım'ın ve Necip Fazıl'ın öğrencisi olduğu Bahriye mektebinde duyuldu...Dedikoduların ayyuka çıkması üzerine Yahya Kemal bir süre okula gelmedi... Geldiğinde karşısına öğrencisi Necip Fazıl çıkacaktı... Hocası olan Yahya Kemal'e şöyle dedi: "Hocam, kibrit suyu içerek intihara kalkıştığınızı duyduk... Sınıfın bu durumdan duyduğu derin üzüntüyü size söylemek isterim..." Hocasına yönelik bu alaycı, ironik, dalga geçen tutum bir Deniz Harp Okulu öğrencisi Bahriyeli için kabul edilmez bir davranıştı...
Necip Fazıl "Bu aşk ilişkisini alaycı bir şekilde ima eden " sözleri nedeniyle "Kodes" adı verilen tahta dolabın içinde cezaya gönderildi okulda...Ne ki bu Fransızcayı ana dili gibi konuşan, piyano çalan, natürmort resimler yapan dünyalar güzeli, sanatçı genç kadın Celile ile Yahya Kemal'in aşkı alevinden bir şey kaybetmiyordu...
HOCAM OLARAK GİRDİĞİNİZ BU EVE BABAM OLARAK...Olayı genç Nazım Hikmet de fark etmişti... Necip Fazıl'dan sonra bir gün Yahya Kemal'in siyah pardösüsünün cebine bir not bıraktı... Kâğıtta Yahya Kemal'e hitaben şöyle yazıyordu:
"Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz..."Bu not üzerine ünlü şair, tedirgin oldu... Bir süre Celile Hanım'ın evine gelmedi... Genç Nazım'la karşılaşmaktan çekindi... Celile Hanım ise Yahya Kemal yüzünden kocasından boşanmış, bütün İstanbul'un kulaktan kulağa dedikodusunu yaptığı bir aşka "evet" demişti... Artık evlenmek istiyordu...
Yahya Kemal bir taraftan kadını deliler gibi kıskanıyor, diğer yandan bu eviliğe yanaşmıyordu...Aşkını dile getirdiği olay inanılmazdı: "1916 yılından 1919 yılına kadar bir kadına deli gibi aşık oldum... Bu kadın yazın adada otururdu... Ben de orada idim... Deli divane olmuştum... Sonbahar'da Nişantaşı'ndaki evini düzenlemek için İstanbul'a inerdi... 1916 Sonbaharı'nda yine İstanbul'a iniyordu... Ben müthiş muzdariptim... Artık vapur giderken iskeleden mendil sallamalar, ağlamalar... O gidinceye kadar Ada dopdolu idi... Gider gitmez benim için boşalıverirdi...
Tam o günlerde Berlin Büyükelçisi Hakkı Paşa İstanbul'a dönecek lafı çıktı... Hakkı Paşa, benimkinin uzaktan akrabası oluyordu ve İstanbul'a geldiğinde geceler düzenler, İstanbul'un bütün güzel kadınlarını çağırırdı... Benimki de oralara gidecek diye içim burkuluyordu... Hatta kendisine bu endişemi söylemiştim... Gitmeyeceğine yemin etmişti...
Bir gece Ada Oteli'nde otururken, yandaki iki kişinin 'Berlin Büyükelçisi bu gece davet veriyor... İstanbul'daki bütün güzel kadınlar davetli' lafını ettiklerini duydum...Müthiş bir acıyla yerimden kalktım... İskeleye doğru gittim... Son vapur çoktan kalkmıştı... Sert bir lodos esiyordu... Deniz karmakarışıktı, ancak ne olursa olsun, sandalla Maltepe'ye geçmeye karar verdim... Sandalcılara gittim, yanaşmıyorlardı... Çok para verince biri ikna oldu... Açıldık, bir süre sonra lodos büsbütün arttı... Denizde çalkalanıp duruyorduk... Sandalcı bana küfretmeye başlamıştı... Ölmek üzereydik, ama ben sadece sevgilimin katıldığı geceyi düşünerek müthiş bir kıskançlık duyuyor ve bir an önce orada olmak istiyordum... Sırılsıklam Maltepe'ye gelebildik...Hemen bir kahvehaneye gidip, araba bulmaya çalıştım... Yoktu... Bunun üzerine Maltepe'den Bostancı'ya yürümeye karar verdim... Tren yoluna çıkarak koşmaya başladım... Maltepe-Bostancı arasının bu kadar uzun olduğunu o zamana kadar fark etmemiştim... Kan ter içinde Bostancı'ya geldim... Vakit hayli geçti... Karakola gittim. 'Bana bir araba bulunuz hastam var' dedim... Aradılar taradılar birini buldular.. Yine bir sürü para verdim... Arabayla yola koyuldum... Kadıköy, oradan Üsküdar... Karşıya geçtim. Doğru Nişantaşı!.. Sevgilimin oturduğu apartmanın kapıcısı ahbabımdı. Penceresini vurarak onu uyandırdım. 'Benimki evde mi' diye sordum?
Adam halime bakıp şaşırdı: 'Evde, bu akşam çıkmadı!' dedi, 'Ne diyorsun diye bağırdım?' Bütün katettiğim mesafe sanki başıma yıkılmıştı. Eve kaçta geldiğini araştırttım... Sözüne inanamıyordum. 'Çık bir bak! Evde mi?' diye adamı zorladım... Adam çarnaçar çıktı. Bir münasebetle hizmetçisine sormuş uyuyor! demiş...
Geldi haber verdi... Sanki dünyalar benim oldu... Apartmanın karşısında bir arabacı meyhanesi vardı. Orada sabaha kadar içtim...
Sabahleyin, doğru eve çıktım... Benim halim berbat. Toz toprak içinde olduğumu görünce şaşırdı ve hemen anladı... Sarmaşdolaş olduk..."Yahya Kemal deli gibi aşıktı, ama evlenmekten hayatı boyunca korkmuştu... Belki, böylesi bir kadına hiçbir zaman sahip olamayacağını bilmekten, belki o beraberlikte ters bir olaydan ürkmekten, belki de genç Nazım Hikmet'ten ve etraf ne der diye ürkmekten?..
O günlerde Celile Hanım, Yahya Kemal'e bir mektup yazdı, şöyle diyordu:"Bugün Pazar belki gelirsin diye üç vapurunu pencerede bekledim... Gelmedin mahzun oldum... Verdiğin konferansa gelmedim, kalabalıktır memnun olmazsın diye, fakat hep aklım sende idi... Çok çok göreceğim geldi... Beni niye aramadın... Sana gücendim canımın içi, pek göreceğim geldi... Ben o günden beri yani Salı gününden beri evdeyim, dikiş dikiyorum... Evimiz için çalışıyorum..."
Hiçbir zaman o evlilik olmadı... Yahya Kemal hep kaçtı o evlilikten ve beraberlikten...
NAZIM HİKMET' E YARDIM ETMEDİ...Uzun yıllar geçti bu olayın üzerinden... Nazım Hikmet büyük bir şair olmuştu... Sosyalistti... Dönemin iktidarı tarafından hapislerde süründürülüyordu... Celile artık yaşlanmıştı... O güzelliğinden eser kalmamış üstüne üstlük kör olmuştu... Oğlunun hapislerden kurtulması için Galata Köprüsü'nde açlık grevine başlamıştı o görmeyen gözleriyle anne yüreği... Tuhaf bir rastlantı sonucu, Celile açlık grevi yaparken, Yahya Kemal Galata Köprüsü'nden geçiyordu... Büyük aşkını gördü... Ama yanına gitmedi... Bir zamanlar "Hocam olarak girdiğin eve babam olarak girmeni istemiyorum" diyen genç Nazım Hikmet'in kurtulması için kör gözlerle açlık grevi yapan Celile'ye destek imzasını vermedi... Hızla uzaklaştı oradan...Öldüğünde evraklarının arasından içinde kurumuş iki yaprak bulunan bir zarf çıktı Yahya Kemal'in... Şöyle yazıyordu: "Bu zarfın içindeki hatıra, 19 Ağustos 1930'da Sirkeci garında gece saat 10'da veda ettiğim aziz bir kadının göğsündeki çiçektendir... Koparıp verdiği bu iki yaprağı daima muhafaza edeceğim..."
Celile muhtemelen bu aşkın devam etmeyeceğini anladığı gece Paris'e giderken, Sirkeci Garı'nda vermişti Yahya Kemal'e göğsünde duran o iki yapraklı çiçeği...
SESSİZ GEMİ...Yahya Kemal'in Sessiz Gemi'si "hep ölüme yazılmış bir şiir olarak" bilinir...
Oysa demir alıp bu limandan kalkan gemi... Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol dizeleri... Yahya Kemal'in hayatındaki en büyük aşkı olan Celile'sinin Ada'dan gemiyle İstanbul'a uzaklaşışı esnasında yaşadığı çaresizliği anlatır...
Ölümdür elbette Sessiz Gemi'nin konusu... Ama aşkta aranan ölümdür ve Celile'nin ardından ada limanında bakakalan Yahya Kemal'den esintiler içerir...
Artık demir almak günü gelmişse zamandan...
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan...
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol...
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol...
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli...
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli...
Biçare gönüller!.. Ne giden son gemidir bu...
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu...
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler...
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler...
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden...
Birçok seneler geçti dönen yok seferinden...
31 Ekim 2016
Bülent Ecevit "Özgür insan kendini aşabilen insandır."
Zygmunt Bauman
Bu ilgi çekici eser, modern tarih boyunca
meydna gelen bu değişimi göstermeye ve bu değişimin toplumsal
sonuçlarının dökümünü yapmaya çalışmaktadır. Bunu yaparken, artan
yoksulluğu yenmek ve sıkıntılarını dindirmek için bulunan sınanmış ve
iyi bilinen çarelerin, günümüzdeki yoksulluğun sorunlarını kavramaya ve
çözmeye ne ölçüde uygun olduğunu (ya da olmadığını) dikkate almayı
amaçlamaktadır. Sosyoloji ve siyaset meraklıları bu eseri, sürmekte olan
toplumsal bir sorunun değişen anlam ve önemi üzerine paha biçilmez bir
kitap olarak değerlendireceklerdir...Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar
İlkeli siyaset, kimlik, ahlak, sorumluluk... postmodern dönemin umacıları. Gün, sorumluluk almamanın, bağlanmamanın, parçalı kimliklerin, plastik cinselliğin ve tüketicilerin günü! Mademki siyaset agoralardan silinip oy sandıklarına hapsedildi; modernliğin toplama kamplarında bitiremediği öteki, evin, mahallenin, kentin dışına püskürtüldü; hayat artık doğumla başlayıp ölümle sona eren bir süreklilik olmaktan çıkıp hesaplanabilir ve sürdürülebilir parçalara bölündü... öyleyse artık evlerimizin sıkıca kilitlenmiş kapıları ardında da olsa, güvendeyiz demektir: Yabancı ve dolayısıyla belirsiz olan her şeyden zamansal ve mekansal uzaklık; Öteki için sorumluluk almayı gerektiren varoluş biçimlerinin reddi; bütün düzenlemelerin yakınlaşma ve bağlanma olasılığını dışlayacak şekilde tüketici lehine yapılması; yalnızca ve yalnızca şimdiyi yaşama, geçmişten bağımsız olma ve gelecek için taahhüt altına girmeme garantisi.. En önemlisi de, 'iyi' ile 'kötü' arasında seçim yapma ve ahlaki kararlar alma yükümlülüğünden kaçış imkânı... Sorumluluk almadığınız sürece rahatlatılması gereken bir vicdanınız da olmayacaktır. 'Bireyin kurtuluşu' vaadi gerçekleşmiştir artık!... Peki ya Öteki? Yoksulluk, savaşlar, etnik kıyım, ayrımcılık, hastane kuyrukları, işsizlik? Etik mi dediniz? Primetime kuşağında oynayan bir dizinin adı mı? Alışveriş merkezlerinde satılır mı? Parçalanmış Hayat, Richard Sennett’in “toplumsal kuram alanında büyük bir olay” diye nitelediği Postmodern Etik’in devamı olarak okunması gereken bir kitap. Bauman Postmodern Etik’te yasaları olmayan bir ahlakı, kendi gerekçesini yine kendinde bulan bir ahlakın dış hatlarını tarif ediyordu. Parçalanmış Hayat’ta ise modernliğin sınırlılıklarından kurtulan etik için alacakaranlığı değil şafağı müjdeliyor. Modern dönemde kesin hatlarıyla belirlenmiş “uç”larda, “başlangıç”ta ya da “son”da yaşanan hayatların, postmodern dönemle birlikte yıkıldığını ve her şeyin “orta”ya, yani belirlenemezliğin, olumsallığın, tekinsizliğin ve yabancılığın ıssızlığına düştüğünü ifade ediyor. Kişinin önünü göremediği, arkasında iz bırakamadığı bir “çöl yolculuğu” olarak yaşanan hayatın, kişiye, kendi ahlakını kendisinin oluşturması imkânını veren gerçek bir özgürlüğün şimdi mümkün olduğunu belirtiyor. “Etiği olmayan ahlak”tan postmodern siyaset sorununa kadar Parçalanmış Hayat, çağdaş toplumsal düşünceye, enine boyuna okunup tartışılması gereken muhteşem bir katkı sunuyor...Parçalanmış Hayat
Özellikle modernlik ve post-modernlik üzerine incelemeleriyle son
dönemin en dikkate değer düşünürlerinden biri haline gelen Zygmunt
Bauman, sosyal bilimler alanında son derece faydalı bir kitap sunuyor
bizlere. Sosyolojik Düşünmek, sadece sosyoloji öğrenimi görenler için
kaleme alınmış bir çalışma değil. Konuya ilgi ve merak duyan genel
okurun da sosyolojinin anlamı ve işlevi, sosyolojide değişik tarzlar ve
yaklaşımlar üzerine bilgilenmesini sağlayacak önemli bir kaynak kitap.
Ama hepsinden önemlisi Bauman, gündelik ve toplumsal hayatımıza
sosyolojik bir boyuttan bakmanın önemini; böyle bir bakışın
kazandıracağı kavrayış zenginliğini; tektipliğin ve tamamlanarak donmuş
görüşlerin değil, toplum yaşamında müphemliğin kabulüne dayalı bir
düşünme tarzının, kısacası sosyolojik düşünmenin önemini ortaya koyuyor.
Kitapta öne çıkarılan ve bu çalışmaya asıl anlamını kazandıran da,
farklı perspektifleri ve gelenekleriyle, kuramsal tartışmalarıyla bir
disiplin olarak sosyolojinin kapsamı ve tarihi üzerine açıklamalar
olmaktan ziyade, işte bu bakışın ve düşünme biçiminin, "sosyolojik
düşünme"nin kazandıracağı kavrayış çeşitliliği. Sosyolojik Düşünmek,
akademik kullanım mantığına göre değil, "gündelik hayat mantığı"na göre
düzenlenmiş bir kitap. Bauman, sosyolojinin inceleme konusu olan ikilik
ve karşıtlıkları çokboyutlu bir bakışla irdeliyor: Birey olma ve toplum
içinde var olma arasındaki bütünlük ile çatışma; toplumların ya da genel
olarak insan gruplarının kendini ve karşıtını, daha doğrusu karşıtına
göre kendini tanımlaması; birey ile grup, doğa ile kültür, millet ile
devlet, birliktelik ile ayrılık, bireysel varlığını koruma ile ahlaki
yükümlülük arasındaki çatışmalar, kitapta incelenen ikiliklerden
bazıları.Bauman, sosyolojinin -daha genel olarak düşünürsek insanı,
toplumu konu alan hiçbir disiplinin- asla tamamlanmış, her türlü
kesinliksizlik ve müphemlikten arınmış bir bakış kuramayacağını
belirtiyor. Zaten sosyolojik düşünmenin kişiye kazandıracağı en önemli
yetenek de, hayatın hiçbir noktasında böyle bir kesinliğin mümkün
olamayacağını, her türlü kesinlik iddiasının bir "yalan" olmaktan öteye
geçmeyeceğini görebilmektir. Dolayısıyla hiçbir bakış tek başına
kusursuz ya da ayrıcalıklı olamaz; hayata ilişkin değişik yorumların her
biri, olsa olsa kavrayış bütünlüğümüze kendi zenginliğini katacaktır.
Sosyolojik düşünmek, kesinliğe varacak bir yol sağlamak şöyle dursun,
her türlü müphemliği çoğaltacaktır. Ama müphemlikten korkmamak gerekir;
dünyaya ilişkin gerçek bir kavrayış özgürlüğünün ve hoşgörünün temelinde
bu müphemliğin, bakış zenginliğinin kabulü yatar; bu anlamda sosyoloji
ve sosyolojik düşünmek, Bauman'ın sözleriyle ifade edecek olursak
insanın "özgürlük davasına hizmet eder."...Sosyolojik Düşünmek
Bizi eyleme geçiren korkularımız, endişelerimizdir; ama genelde
eylemimiz, endişemizin arkasında yatan hakiki nedenlerden başka yönlere
sapar. Hayatımızı anlamlı kılmaya çalışırken, başarısızlıklarımızdan,
zayıflıklarımızdan kendimizi sorumlu tutarız hep. Dolayısıyla her şey
iyiye gideceğine kötüye gider. Eğer biz mantıklı insanlarsak bunlar
nasıl başımıza geliyor? Neden bu gibi durumlarla başa çıkamıyoruz?
Bireyselleşme kaderimizse toplum içinde var olmaya nasıl devam edeceğiz?
Yaşamakta olduğumuz çağın kuşkusuz en eleştirel ve üretken
toplumbilimcilerinden olan ve kimilerince postmodernitenin kuramcısı
sayılan Zygmunt Bauman Bireyselleşmiş Toplum’da, günümüzün toplumsal ve
siyasal yaşamının değişen karakterini mercek altına alıyor. Bauman bu
kitapta, yaşamlarımıza dair bizden anlatmamız beklenen ama anlatmaya
zorlandığımız hikâyeleri sorunsallaştırıyor. Yapılması gerekenin bu
hikâyeleri sansür etme ya da yanlışlardan arındırma değil, onların, bize
dayatılandan başka biçimlerde de anlatılabileceğini göstermek olduğunu
iddia ediyor. Çağdaş toplumbilimin, bireysel kararlarımızı ve
eylemlerimizi, sorunlarımızın ve korkularımızın derininde yatan asıl
nedenlerle ilişkilendirmekte bize yardım edebileceğine inanan Bauman,
yaşamakta olduğumuz küreselleşme deneyimini çözümlemekte kifayetsiz
kalan halihazırdaki kuram ve kavramlarla yetinmek yerine, yeni bakış
açılarının izini sürüyor. Bireyselleşmenin bir kader olduğunu,
dolayısıyla da insanların yaşadıkları zorlukların ve başarısızlıkların
kendi bireysel hatalarının ürünü olduğunu düşündürten günümüz toplumuna
karşı kolektif bir duruş almanın etik yükümlülüğünün altını çiziyor.
Küreselleşme sürecinin emeğin doğasında yol açtığı değişim, yeni düzenin
özgürlük ve güvenlik anlayışlarının değişen çehresi, yoksulluktan
yararlanma biçimleri ve eğitimin yeni örgütlenme tarzı gibi meseleler
üzerine kaleme aldığı eleştirel denemelerde Bauman, neoliberal
rasyonalitenin aşka biçtiği değer ve postmodern toplumun cinselliği
nasıl algıladığı ve kullandığı gibi, görece az kafa yorulmuş konularda
da ilginç gözlemler yapıyor. Freudcu baskıcı varsayım gibi Foucaultcu
panoptik iktidar modelinin de cinselliğin postmodern kullanımlarını
anlamadaki yetersizliklerine değinen yazar, artık herhangi bir norma ya
da üreme rejimine uymak zorunda olmayan cinselliğin müphem karakterinin
ve ana ilişkin olmasının toplumsal içerimlerinin altını çiziyor.
Bireyselleşmiş Toplum’da Bauman, günümüz entelektüellerini duyarsızlıklarından dolayı azarlıyor ve onları yeniden oyuna davet ediyor. British Journal of Sociology
"Aşk, akıldan, akıl aşktan korkar... Kendi aralarında konuşmazlar, daha çok bağırarak birbirlerini susturmaya çalışırlar. Kuşkusuz, akıl aşktan daha iyi bir konuşmacıdır! Aşk hakkında konuşmaya zorlandığımızda... Sözcükler eşyalarını toplar ve ortadan kaybolur." Bireyselleşmiş Toplum
Günümüzde ilişkiler bir tür yatırımdır. Ama bir simsardan satın aldığınız ilişkiye sadakat yemini etmek hiç aklınızdan geçmiş midir?.. O yüzden günümüz ilişkilerinde sürekli tetikte olmak gerekir. Şekerleme yapanın ya da gardını düşürenin vay haline...Akışkan Aşk – İnsan İlişkilerinin Kırılganlığına Dair
Bauman'ın 44 mektubu günümüz dünyasına atılmış mektuplardır. Her biri Akışkan Modern Dünya'ya dairdir. Geçmiş ile bugün, bugün ile gelecek ve son olarak geçmiş ile gelecek arasında bir bağ kurmak üzerinedir. Çelişkili fikirler ve öneriler curcunası içinde gerçek ve değerli parçacıkları yalan, yanılsama, çöp ve atık ıvır zıvırdan ayırmamıza yarayacak bir harman makinesi olma çabasındadır.
Diğer yandan, tıpkı Richard Rotry'ın ifade ettiği gibi, yeni kuşaklara bir şeyler anlatma telaşıdır: "Çocuklarımızı, masa başında oturup klavyelerin tuşlarına basan bizlerin tuvaletlerini temizleyerek ellerini kirletenlerden on kat, üçüncü dünya ülkelerindeki fabrikalarda klavyelerimizi üretenlerden yüz kat fazla ücretle çalışmamızı içlerine sindiremeyecekleri gibi yetiştirmeliyiz. İlk sanayileşen ülkelerin henüz sanayileşmekte olanlara kıyasla yüz kat refah içinde yaşadığı gerçeğini dert etmelerini sağlamalıyız. Çocuklarımız öncelikle kendi kaderleriyle başka çocukların kaderi arasındaki eşitsizliğin ne tanrının isteği ne de ekonomik yeterlilik için gerekli bir bedel olduğunu, bunun kaçınılabilir bir trajedi olduğunu öğrenmeliler. Birileri gırtlağına kadar doyarken kimsenin açlık çekmemesini sağlamak için dünyanın nasıl değiştirilebileceğini bir an evvel düşünmeye başlamalılar."
Bu mektuplar yukarıdaki hedefler gözetilerek kaleme alınmıştır. Sahiplerini bulmaları dileğiyle.
"Dünya, "aradığınız ne varsa, burada" mağazalarına döndü. Kültür ise o mağazanın sadece bir reyonu. Raflar sürekli yenilenen ürünlerle dolmak zorunda... Akışkan modern dünyanın bir "halkı" yok. Onun yerine baştan çıkarılacak "müşterileri" var...Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup
28 Ekim 2016
Atatürk "Türk milletinin karakter ve törelerine en uygun olan yönetim cumhuriyet yönetimidir."
24 Ekim 2016
İktisat konusunda müthiş özet
Ekonomi hocamız yılın ilk dersine şöyle başlamıştı:
- Öğrencilerim, birazdan size on dakika içinde ilk iktisat dersini vereceğim.
Bu on dakika yeterli olacak. Geri kalan zamanda yani bütün bir yıl boyunca, "zenginlerin yazdırdığı" müfredatı okuyacağız dedi ve devam etti:
- Arkadaşlarım, iktisat üçe ayrılır: ticaret, siyaset, savaş.
1- Bir milyon dolara kadar para kazanmak isteyenler ticaret
2- Bir milyar dolara kadar para kazanmak isteyenler siyaset
3- Daha çok kazanmak isteyenlerse savaş yaparlar!..
Oruç Aruoba - Özlediğin Gidip Göremediğindir
Jack Kerouac - Yolda
Amerika’nın ortasında, gençliğimin Doğusu ile geleceğimin Batısını ayıran çizgideydim; belki de olanlar bu yüzden tam orada ve o zaman oldu, o garip kızıl öğleden sonra.
Sırtüstü uzanmış, gözlerimiz tavanda yatıyor ve Tanrı’nın hayatı bu kadar acıklı kılarken ne planladığını düşünüyorduk.
İşinde sorunları olmasına ve sivri dilli bir kadınla kötü bir aşk hayatı yaşamasına rağmen, en azından gülmeyi nerdeyse dünyadaki herkesten daha iyi öğrenmişti.
Kaybettiği her şeyi geri alma derdindeydi, kayıplarının sonu yoktu, hayat sonsuza kadar böyle devam edecekti.
Onunla bir geceyi daha dünyadan gizlenerek geçirmeye karar verdim, sabah ne olacaksa olurdu.
Terry’ye, gidiyorum dedim. Bütün gece bunu düşünmüş ve kabullenmişti. Bağda duygusuz duygusuz öptü beni; ardından da asma sırasının yanından ilerlemeye koyuldu. Birkaç adım attıktan sonra dönüp son kez birbirimize baktık, aşk bir düellodur çünkü.
Ekimde yuvaya dönüyordum. Ekimde herkes yuvaya döner.
Huzur aniden gelecek ve geldiğini fark etmeyeceğiz.
İnsanlara kendi şaşkınlığımdan başka verecek şeyim yoktu.
Hayattaki her şey, hayatın bütün yüzleri aynı küf kokulu odada toplanıyordu.
Gecenin ortasında bir şeye karar vermeye çalışan ve önlerindeki karanlıkta geçmiş yüzyılların tüm ağırlığını taşıyan üç yeryüzü çocuğuyduk biz.
Yolculuğumuzun başında yağmur çiseliyordu ve esrarengiz bir hava vardı. Büyük bir sis destanına tanık olacaktık anlaşılan. ”Hey!” diye bağırdı Dean. “Gidiyoruz işte!” direksiyona abanıp gazladı; havasını bulmuştu, herkes farkındaydı. Hepimiz keyifliydik, karmaşayı ve anlamsızlığı arkada bıraktığımızın, zamanla ilgili tek ve yüce işlevimizi yerine getirmekte olduğumuzun farkındaydık: hareket etmek. Ve hareket ettik!
Sonunda çıkıp yalnız başıma rıhtıma yürüdüm. Çamurlu kıyıya oturup Mississippi Nehri’ni incelemek istiyordum; bunun yerine bir tel örgüye burnuma dayayıp öyle bakmak zorunda kaldım nehre. İnsanları nehirlerinden ayırmaya başlarsanız ne kalır geriye? Bürokrasi…
Otuz beş sent ödeyip eski filmler gösteren bir sinemaya girdik, balkona yerleştik ve sabah kovulana kadar bir yere kıpırdamadık. O sinemadakilerin hepsi yolun sonuna gelmiş insanlardı: bir söylenti üzerine araba fabrikalarında çalışmaya gelmiş Alabamalı bitik zenciler; yaşlı beyaz serseriler; şaraplarını yanlarında taşıyan, yolun sonuna varmış uzun saçlı zamane gençleri; orospular; sıradan çiftler ve yapacak işi, gidecek yeri, inanacak kimsesi olmayan ev kadınları. Detroit elekten geçirilse bundan daha bitik bir topluluk elde edilemezdi.
1942’de dünyanın gelmiş geçmiş en iğrenç oyunlarından birinin yıldızıydım. Denizci olarak Boston’da bulunuyordum, Scollay Meydanı’ndaki Imperial Cafe’ye içmeye gitmiş, altmış bardak bira devirdikten sonra tuvalete kapanmış ve klozete sarılıp uyumuştum. Gece boyunca en az yüz denizci ve çeşit çeşit insan gelip, ben tanınmaz bir şekilde topraklaşana kadar üstüme her türlü duygusal pisliklerini saçmışlardı. Ne fark eder ki? İnsanların dünyasında adsız olmak cennette ünlü olmaktan iyidir. Cennet nedir ki zaten? Yeryüzü nedir? Hepsi zihnimizde.
Bir gün çocuklarımızın merakla, anne babalarının inişsiz çıkışsız, düzenli, resimlerin dondurduğu gibi durağan hayatlar yaşadıklarını, sabahları kalkıp hayatın kaldırımlarını gururla adımladıklarını sanarak, bizim esas yaşantılarımızın, esas gecelerimizin hırpani deliliğini, bitikliğini, cehennemini ve o anlamsız yol kâbusunu akıllarının ucundan bile geçirmeden bakacakları fotoğraflardı bunlar. Hepsi sonsuz ve başlangıçsız bir boşluğun içinde.
dean tam beş dakika lokantanın önünde dikildikten sonra içeri girip yerine oturdu. “eee,” dedim “dışarıda ne yapıyordun öyle yumrukların sıkılı? bana sövüp böbreklerim hakkında yeni espriler mi düşünüyordun?”
dean sessiz sessiz başını salladı. “hayır oğlum, hayır oğlum, tamamen yanılıyorsun. öğrenmek istiyorsan söyleyeyim.”
“söyle söyle, çekinme.” bütün bunları söylerken kafamı yemekten kaldırmadım. kendimi hayvan gibi hissediyordum.
“ağlıyordum,” dedi dean.
“yok canım, daha neler! sen hiç ağlamazsın ki!”
“öyle mi dersin? neden ağlamazmışım?”
“ağlayacak kadar canın yanmaz da ondan.*“arabayla uzaklaşırken arkanızda bıraktığınız insanların düzlükte ufalarak nokta haline gelip kaybolduklarını gördüğünüz anda hissettiğiniz o duygu nedir? fazlasıyla büyük bu dünya, bizi ezip geçiyor duygusudur bu; ve vedadır. ama biz yine de gökyüzünün altında bir sonraki çılgın maceraya doğru koşarız”
“ölmüşsen ölmüşsündür zaten, hepsi bu”diye cevap verdi. odasında, psikanalistiyle birlikte kullandıklarını söylediği bir zincir takımı vardı: narkoanaliz yapmayı deniyorlarmış, ihtiyar boğa’nın, derinlere doğru indikçe kötüleşen yedi ayrı kişiliği olduğunu keşfetmişler. en sonuncusu gözü dönmüş bir geri zekâlı, ortada ise başkalarıyla beraber kuyrukta bekleyen ve, “bazıları piçtir, bazıları değil, bütün mesele bu,” diyen ihtiyar bir zenci.
ya işte böyle, günbatımı olunca bazen nehir kenarındaki yıkık iskeleye oturur, göz alabildiğine uzanan gökyüzünü seyreder, inanılmayacak kadar büyük tek bir tümsek halinde batı kıyısı’na doğru yuvarlanan o toy toprakların, başını alıp giden yolların ve sonsuzlukta oturup hayal kuran insanların varlığını hissederim, derim ki çocuklar ağlıyordur şimdi, ağlamalarına izin verilen yerde, o gece gökte yıldız olmayacak, tanrı ayıcık pooh’dur, bilmez misiniz?
az sonra esaslı bir gece çökecek, dünyayı kutsayan, bütün nehirleri karartan, tepeleri sarıp sarmalayan, son kıyıyı da kaplayan gece, ve kimse kimseye ne olacağını bilmeyecek, yaşlanmanın çaresiz sefaletinden başka, işte o zaman dean moriarty gelir aklıma, ardından ihtiyar dean moriarty, bulamadığımız baba, ve gene dean moriarty.
Simone de Beauvoir - Sartre'a Mektuplar
Oysa karşısındakine tam olarak güvenmeden, onu yarım yamalak bir sevgi ve yapay tatlı sözler ve davranışlarla seven kişiler ancak belirlenmiş nesneler olabilirler. Yani onlar bir parantezin içindedir. Ve tek olamamak kendini parantezin içine koymak demek. Ben de bazen parantezlerin arasına giriyorum. Ve işte o zaman bende tuzağa düşmüş oluyorum. Hayatınızda bir şey oluyorum. Şüphesiz her zaman beni gerçekten sevdiğinizi düşündüm. Oysa şimdi biz tek kişiyiz diyorum ki, bu da az önce söylediğimin tam zıddı.
Edip Cansever Kısa şiirler
Cin
Seni bir daha kendine gömen, bir daha
Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka I
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Çiçekler Zamanında
Şu Küçük Şey
Nice sözler vardır –belli belirsiz– bir yangın yerine benzer
Uçurum
Bir ağaç sürüsünün üstünden
Şekerli Gerçek
Duvarları yalnızlık yemiş bitirmiş
Sonrası Kalır