Aranızda dolaşmak için
giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz
için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin
vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz
için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı
sanıyorsunuz.
Herhangi bir yol. Bu yolun İstanbul’da bitmesi bir rastlantı. Kenti, ülkeyi, yolları ben seçmedim ki. Hiçbir yerde değilim. Hiçbir yerde olmayacağım. Hiçbir şeyi benimsemeyeceğim. Uzay kentlerini andıran bu otelde yıllar boyu binlerce insan konaklayacak. Ben onlardan birincisiyim. Burada oturuyorum ve temmuz ayının zaman zaman bulutlanan gökyüzüne bakıyorum. İnsanlarla konuşuyorum. Özlediğim tepelere bakıyorum. Her tepe benim değil mi. Her toprak. Her insan. Her insan ben değil miyim. Her insan kendi sevgisini taşımıyor mu. O halde neden ilişkileri bir tek insanda toplamak. Alışılagelmiş ilişkilere karşı çıktığın an, insanı yadırgıyorlar. Toplumdışı bırakmak için tüm çabalarını harcıyorlar. Toplum dedikleri kitlenin bir aradaki dayanılmaz yabancılaşmasını sanki kimse algılamıyor. Aklımı ellerinizden kurtardım. Geçti. Ben gökyüzümün altında, topraklarımın üzerinde olacağım. Toprakların dümdüz ve sonsuz ufku boyunca sürekli gideceğim.
Güzel, küçük burjuva ya da büyük burjuva ya da parlak, duygusal, romantik, heyecanlı, harika, içten, sürekli, gelişen insan ilişkileri, ikili insan ilişkileri hiçbir zaman çıkış noktam olmadı. Bu tür ilişkileri, sürekli evlilikleri her zaman yanlış, toplumsal düzenin yanlış kurumları olarak nitelendirdim, nitelendireceğim. Onlara karşı direndim, direneceğim. Kurumlarınıza uyuyor gibi görünmem, onlara karşı direnmemi ancak böyle sağlayabileceğime inanmamdandır. Başarı diye nitelendirdiğiniz olgulara direnmem için en az sizin kadar başarılı olabilmem gerektiğinden. Böylesi bir görüş dışında var olmak istemiyorum. İnsan ilişkilerini değiştirmek için yaşıyorum. Hiçbir şeyin değişmeyeceği umutsuzluğuna kapıldığım kısa anlar kadar korkunç ve umutsuz anlar tanımıyorum.
Değişecek. Dünya küresinin dağları, denizleri, okyanusları, gölleri, ovaları, bozkır ve çölleri, nehir yatakları, buzulları, kent ve köyleri nasıl değişiyorsa, insan ilişkileri de değişecek. İnsandan, içgüdüleri ile bağdaşmayan uğraşların beklenmediği bir dönem de olacak. Kurallar doğrultusundaki bir yaşam yalnız ve yalnız durgunluktur. Başka hiçbir şey. İşte dün böylesine oturdum yeni otelin terasında. Doyumsuz dünyanın güneşi altında ısındım. Doyumsuz ışıklarına baktım. Bir kasım ayı gökyüzünü düşündüm. Geniş bir ağaçlık alan üzerindeki bulutları. Gri rengin tüm çeşitlerini, koyu ve açık tonlarını içeren, kış mevsimini yaklaştıran yoğun bulutları. Bulutlar arasındaki küçük boşlukların derinliğindeki maviliği. Bu boşluklardan sızan ve rüzgarla birlikte batıya doğru yürüyen ışık yollarını. Doyumsuz bulutların sonsuzluğunu.
Dün masama gelip oturanlar oldu. Bir kamyon şoförü, otelin mühendisi. Yüzme havuzu inşaatında çalışan işçiler. Birlikte kahve ve konyak içtik. Biri, karısından ayrılmanın burukluğu içindeydi. Sevgiler geçer, sevgiler gelir, dedik. Tüm ayrılıklara, tüm sevgilere içtik. Herhangi bir temmuz gününün anlarını yalnız bir kez bölüştüğüm bu insanlar ne denli dost.
Güneş tepelere yaklaşırken gene terastayız. Gene kahve ve konyak içiyoruz. Biri, adının “Zoran” olduğunu ve bunun “Güneş doğuyor” anlamına geldiğini söylüyor.
Şimdi saat sabahın sekizi. Yazmaya ara veriyorum. Gitmem gerek. Yeni resimler görmem gerek. Benimseyeceğim, içimdeki kıpırdanışları dolduracak bir resim bulana dek gitmem gerek. Bu kez S. Stefano Belbo’ya dek. Otuz iki yıl önce intihar eden bu yazar, sanki orada beni bekliyor. Onun tepelerini, onun evlerini, onun caddelerini görmek, onu koşullandıran doğa parçasını yaşamak, biraz da onu yaşamak olmayacak mı.
E-5′e dönmeyeceğim. Başka yollardan gitmem gerek. Her gittiğim yolun yeni bir yol olması gerek.
Hava bulutlu. İşçiler Türkiye’ye doğru akıyor. Kavrayamıyorum. Çevremde olup biten hiçbir şeyi kavrayamıyorum. Oysa hiçbir durum yabana değil. Ama kavranması, benimsenmesi olanaksız. İnsan yalnız kendi değer yargılarını benimsiyor. Ve bunlar genel yaşam yargılarından o denli başka ki… Uzun yıllar boyu bu yaşama karşıt yaşamı sürüklemek hiç de kolay değil. Hem kolay hem mümkün değil. Yabancısı olmadığım bir tek olgu var. O da kendi varoluşum. Belki tek mutluluğum bu. Tek bağlantım. Kendimi kavrayamazsam, tüm varoluşum yitmiş demektir.
“Tek günah, insanın kendi yaptığını kavrayamamasıdır.”
Her yerde tatile giden ya da tatilden dönen insanlar kaynaşıp duruyor. Araplar, Almanlar, Türk işçileri ve Yugoslavlar ve her ulusun insanları. Otelin önünde büyük bir otobüs duruyor. İçi Türk işçileriyle dolu. Çalışan insanların hepsi doğal. Tatil insanlarının hiçbiri, hiçbir yerde dayanılır gibi değil.
Duvarlarım gerisine dönmem gerek. Gökyüzü altındaki yaşam bana göre değil. Ben gökyüzüne ancak duvarlarım gerisinden bakabilirim. Cenova’da olduğu gibi denizi bulmam mümkün olmayacak. Ben ve benim gibilerin tüm çevresinin gene kendi duvarları gerisi olduğunu anlıyorum. Kumsalımız, caddelerimiz, ağaçlarımız, sevgilerimiz yalnız ve yalnız düşüncelerimizle sınırlı. Tüm dünyamız. Çok genç yaşlarımın, henüz yirmime varmadığım yaşların nihilizmi, şimdi bu yol kenarındaki büyük otelden ayrıldığım anlarda en güçlü inanç olarak yeniden beliriyor. O zamanlar dünyayı tıpkı bugünkü gibi, tıpkı şimdi, şu an önümde, E-5 üzerinde uzandığı gibi düşünmüştüm.
Yağmur çiseliyor.
Buğdaylar biçilmiş, tarla üzerinde yığılı duruyor. Gençlerin hiçbiri yok. Bayrakla dans eden gençler. Bayrakları sevmem. Çocukken de bayrakları sevmezdim. Dün ısıtan güneş de yok bugün. Zoran doğmadı.
Otobüs İstanbul’dan geliyor. Otobüsten şişman kadınlar iniyor. Uzun, renkli etekler giymişler. Büyük şişelerde su taşıyorlar. Bütün bu insanlar hem çok yemek yiyor, hem de çok su içiyorlar.
Bulutlu ve yağmurun çiselediği bir temmuz sabahında S. Stefano Belbo’yu özlüyorum. Torino’ya varabilmeyi. Akdeniz’den vazgeçtim, Güneşten ve sahilden de. Oralar, tatil insanlarının. Oysa ben tüm yaşamı gökyüzü altında bir tatil olarak görüyorum. Çalışmayı bile. Belki de çeşitli ülke insanlarının yaşamından uzaklaşabilmek için, geceleri gündüze, gündüzleri gecelere dönüştürmem gerek.
Hangi zorunluluk her olguyu bu denli güçleştiriyor. Sözcükler. Ve aynı anda her şey olmak: Kadın, erkek, çocuk, yetişkin, deniz, güneş, gece, sabah, korku, cesaret, sonsuzluk, sınırlılık, karanlık, bulut, seven, sevilen, giden, duran, anlayan, anlamayan, doğan doğmamış olan, var olan ve var olmayan bir hiç.
Otelde çalışanlardan birinin arabasıyla kente doğru gidiyoruz.
Bu kez kentin adı Niş.
Bir bütan-gaz deposu önünde duruyor.
— Araba gazla çalışıyor, diyor.
Arabanın benzin istasyonu önünde durmaması bile sevindirici bir değişiklik. Radyo günün ısı derecelerini veriyor. Tek sözcük anlamıyorum. Yağmur çiselemesini sürdürüyor. Hemen hemen günlük yorgunluğuma varmış durumdayım. Diş ağrımaya devam ediyor. Bütan-gaz bekleyen birçok araba birikiverdi.
Sessiz, yalın insanlar. Tatile çıkmış insanlara benzemiyorlar. Ama çıktıkları zaman benzerler. Radyoda bildiğim melodilerden biri çalıyor.
Dünya futbol şampiyonası bugün kulağıma çalınmadı. Bu da mutlulukların en büyüğü. Belki bundan sonraki şampiyonadan önce bu dünyadan gitmiş olurum.
Şimdi İngilizce bir şarkı. Amerikalıların dili her ülkede anadil gibi geliyor kulağa.
Niş’te çantayı gerimde sürükleyerek bir eczane arıyorum. İstanbul’un herhangi bir banliyösünü andıran bir kentteyim. Ya da İstanbul’da mıyım. Çevremde dolaşan kalabalık, ülkemin herhangi bir kentindeki kalabalık. Dükkanlardaki mallar, cumartesi sokaklarında alışveriş eden köylüler, kent ile iç içe girmiş köy, arada bir güzellikleri ve iyi giyimleriyle dikkati çeken genç kızlar.
Yaşamın Ucuna Yolculuk