Uzakta,
çok uzakta, hala herkesin gidemediği, henüz ulaşılamayan o dağın
ardında bir kent varmış. Orada ancak gönül gözü keskin, sevda dili
oynak, canevi zengin, düş gücü kıvrak, hoşgörüsü engin, öfkesi kısrak
ruhözü sezgin, kalemi bıçak, kanı kaynak, sesi berrak, dili kaymak,
yüreği seyyah insanlar yaşarmış. Umutla
umutsuzluğun büyük testilerde mayalanarak oluşturulduğu, dünya yaşında
ballanmış şarap içer, lezzetin bin yıl dirimli gizlerini tadar; yazın
deniz kıyısında , baharda dağ zirvelerinde, kışın hane içlerinde ateş
yakar, daima ateşin başında yaşarlarmış. Gözlerinden
kıvılcımlanan asıl ateşin koru, yüreklerinde hiç küllenmezmiş. Ateş
bakışlı bu insanlar, kendilerinden olmayanı hemen tanır, sevda yüklü
kadınları, özü mert erkekleri ama en çok kendilerini severlermiş. Doğuştan
kor yürekli bu insanlara “şair “ denirmiş. Orada yalnızca bu
özelliklere uygun insanların, gerçek şairlerin kabul edildiği o kentte
şiir yaratılır, şiir düşlenirmiş. Şairler
Beldesi’nde şiir okuyan, şiir soluyan ozanlar; yürekleri kabuk tutmuş,
göz ferleri çekilmiş, kanının kırmızısı solmuş insanların yaşadığı
kentlere şiirler yollarmış; çiçek çiçek, ışık ışık, çığlık çığlık.