05 Ocak 2015

Şükrü Erbaş - Okyanusu Gösteren Su

 

Cam tozu gibi bir yağmur yağıyordu. Yağmur değil de silme gökyüzü kesilmiş bir ağustos güneşi, yedi rengini savura savura dünyamıza dökülüyordu. Kentin en küçük meydanı bile insanda iyilik duyguları uyandıran bir genişlik kazanmıştı. Herkes kirpiklerinden sızan iki su damlasıyla bakıyordu birbirine. Sokaklar, bahçeler, çatılar, ıslandıkça yemyeşildi. Bu ağustos denizinde dağlar, sisten yontulmuş birer gemiydi, herkesin içindeki yolculuğu büyüten. Bütün evler pencerelerini açmış, gizli hülyalarına soluk aldırıyordu. Yağmur değil bir barıştı bu. İnsanların insanlarla, insanların nesnelerle olan ilişkisine bir incelik, bir güzellik gelmişti. Trenlerin ufka çizdiği karakalem keder, kapıların büyüttüğü alışkanlıklar, içini çeken aşk, mahkeme salonlarının ceza kokan adaleti, çarşılarda burgaçlanan yoksulluk, yaşlıların bir iç sese dönen yalnızlığı, yalan olma değerini bile yitirmiş bir siyaset, günde yirmi dört saat kutsanan şiddet, paradan başka hiçbir değeri olmayan adamların onur kırıcı saltanatı… Kötülük ya da keder olarak içimizden dışımızdan bizi kuşatan ne varsa, yağmurla birdenbire gerçekliğin dışına çıkmıştı. Doğa, yaşama sevincini suyla sokmuş olmalıydı insanın yüreğine.

     Yağmurdan mı doğmuştu, yoksa yağmurla tenimize sızan güneşin bize bir bağışı mıydı, yaşamın yalnızca acı ve korku olmadığını göstermek için. Dar vakitlerde gelen iyi haberlere benziyordu, insana tüm çektiklerini unutturan. Her hareketinde, Ferhat’ın suyu getirdiği anda yaşadığı kendini aşmış bir aşkın doyumu vardı. Şenlik ateşleri gibi gülümsüyordu. Rüzgar öyle gezerdi buğday tarlalarında. Saçlarındaki dalgalanmaya bakarsan bir öğrenci yürüyüşünden geliyor olmalıydı. Teri özgürlük kokuyordu ve sesinde bir halkın kalbi atıyordu. Deniz çocuğu olduğu kesindi, yoksa neden durmadan gökyüzüne baksındı, cebinde bir tutam yosunla. Hapislerin rüyaları kadar yakıcı, gerçek ve zengindi. Büyük ve önemli şeylerin değil de küçük ve değerli şeylerin altına çizgiler çeken bir görme ustasıydı. Babaların annelerin doğrularından çok, çocukların yanlışlarına inanıyor ve seviniyordu. Yarasını öperek öyle bir bakışı vardı ki, gözlerinde birazcık duran herkes, bir olanaksızlığı yaşama gücüne dönüştürmenin tüm gizini öğrenebilirdi. Okyanusa benzeyen bir suya benziyordu. Her insanda gidilebilecek uzaklığı bilmek gibi bir gücü vardı. Bu yüzden incelikli bir gülümsemeyle bakıyordu telaşımıza. Karın tüm yönleri sildiği bir düzlükte incecik bir yol gibiydi sesi. Ateşler içinde yatıyorduk da eli alnımıza şefkat taşıyordu. Bir kuşun bir dala konması neyse öyle bir şeydi varlığı. Gülüşü, sisle gün ışığının dokunduğu bir orman gibi gamzeleniyordu. Gözyaşı bile dinginlik veriyordu insana. Bir kentin akşam saatlerinden çok sabah sokaklarına benziyordu. Konuşmuyor da, gecikmiş bir su, sararan otların dibinden özür diler gibi akıyordu. Bir kadın bir pencereden baksa baksa onun güzelliğine bakardı. Ya da bir erkek onun mutluluğunu onun gözleriyle kundaklardı.

      ‘’Suyu sevmeyen insanın, rüzgarı anlamayan, gökyüzünde bir bulutu olmayan insanın gideceği uzaklık, olsa olsa kendine sızan çaresizliktir. Yaşlı bir kadının hüznünü duymazsanız, bir genç kızın saçlarında çarpan kalbini nasıl göreceksiniz? Evlere neden pencereler açıldığını düşündünüz mü hiç? Dünya yokmuş gibi yaşamaktan büyük yoksulluk olur mu? Güvenlik duygusu, kasım ayında bir top nergisle çalabileceğiniz bir kapınız olmasıdır; hesabını şaşırdığınız para, çelik kapılar, ömrünüzü değersiz bir nesneye dönüştüren eşyalarınız değil. Kendinize alınıp satılmaz bir armağan verin, gidin bir sabah çayırların türküsünü dinleyin. Tarla kuşlarının şakımasını bilmezseniz, aşkınızı hangi kanatlı sözlerle gökyüzüne yazabilirsiniz? Su içerken suyu düşündünüz mü hiç; yıldızlar gecenize ne katar; güneşle birlikte neler uyanır bir kentin varoşlarında? Şarkıları bin yıldır ölümü ve ayrılığı söyleyen bir ülkede siz gerçekten özgür müsünüz? Birbirinize bu kadar benzemek canınızı sıkmıyor mu? Gelin, hazır yağmurdan bir bahaneniz varken, duvarlarınızdan izin alın bir kerecik, ağaçlar, kuşlar, gün ışığı, rüzgar ve toprağın o büyük şölenine bir sigara içimi olsun konuk olun. Kim bilir, eşit ve özgür ilişki hakkında bir kıpırdanma olur aklınızda…’’