I
Üç yıl boyunca
hiç durmadan haberciyi bekledik
gözlerimizi dikip
çamlara, kıyıya ve yıldızlara.
Bir olup sabanın demiriyle, omurgasıyla geminin,
ilk tohumu arıyorduk
eski oyun yeniden başlasın diye.
Yaralarla döndük yurdumuza,
elimiz kolumuz tutmuyordu, ağzımız
tuz pas içinde.
Kuzeye doğru yol aldık uyandığımızda,
lekesiz kanatlarıyla bizi sislere salan
kuğuların yaraladığı yabancılardık.
Uluyan gündoğusu çıldırttı bizi kış gecelerinde,
yazları, ölmeyen günün acısında yitirdik kendimizi.
Birlikte getirdik dönüşte
bu oyma kabartmalarını saygılı bir sanatın.
II
Yeniden bir başka kuyu bir mağara içinde.
Bir zamanlar kolaydı
Putlar, süsler çıkarıp derinliklerinden
Sevindirmek bize bağlı kalan dostları.
İpler kopmuş artık; yalnız kuyu ağzındaki izleri
Ansıtıyor bize, bizi koyup giden mutlulukları:
Kuyu ağzında parmaklar, ozanın deyişiyle.
Bir an taşın serinliğini duyuyor parmaklar
Ve taşa geçiyor gövdenin sıcaklığı,
Her kıpı, sessizlik dolu, damla akmadan
Ruhunu oyuyor mağara sanki kumarda ve yitiriyor.
III
“İçinde hançerlendiğiniz hamamı unutmayın.”
Ellerimde bu mermer başla uyandım
Dirseklerimi yoran, nereye koyacağımı bilemediğim.
Bir düşe yuvarlanıyordu baş, ben düşten uyanırken,
Böylece birleşti yaşamlarımız, şimdi ayırması güç.
Bakıyorum gözlere, ne açık ne kapalı,
Konuşmağa çalışan ağıza konuşuyorum,
Tutuyorum derinin ötesine çökmüş yanakları.
Gücüm fazlasına yetmiyor.
Ellerim kayboluyor, sonra dönüyor,
Sakatlanarak.
VIII
Nedir aradığı ruhlarımızın yolculuğa çıkıp
yıpranmış gemilerin bordalarında, karışıp kalabalığa
yüzleri soluk kadınların, ağlayan çocukların
ne uçan balıklarla, ne de direklerin
yöneldiği yıldızlarla avunan,
eskiyip cızırdayarak gramofon plaklarıyla,
isteksizce katılıp boşuna yolculuklara,
kırık dökük düşünceler mırıldanarak anlaşılmaz dillerden?
Nedir aradığı ruhlarımızın yolculuklara çıkıp
çürüyen teknelerde
bir limandan öbürüne?
Kaldırarak taş yıkıntılarını, soluyarak
çamların serinliğini her gün biraz daha güçlükle,
yüzerek bir gün bu denizin sularında,
bir gün bir başka denizin
dokunma duygusundan yoksun,
insansız,
artık ne bizim, ne sizin olan bu ülkede.
Biliyorduk ki adalar güzeldi
buralarda bir yerde, arayıp durduğumuz
belki biraz aşağıda, ya da biraz yukarda,
belki de çok yakınlarda.
IX
Liman yaşlıdır, artık bekleyemem
Çamlı adalar için çekip giden arkadaşları
Çınarlı adalar için çekip giden arkadaşları
Açık deniz için çekip giden arkadaşları.
Okşarım paslı gemileri, kürekleri okşarım
Ki bedenim canlansın ve güçlensin.
Yelkenler tuz kokusu verir yalnız
Öteki fırtınadan.
Yalnız kalmak isteseydim, sessizlik
Olurdu aradığım, yoksul ufukta
Bu çizgilerin, bu renklerin, bu suskunluğun
Ruhumu parça parça edeceği umudu değil.
Gecenin yıldızları yeniden getirdi bana
Ölümü bekleyen Odysseus’un güvenini, çiriş otları arasında.
Burda çiriş otları arasında demirlediğimiz zaman
Adonis’in yaralandığını bilen boğazı bulalım istedik.
X
Bizim ülkemiz kapanık, hep dağlar
tavanı alçak bir gökyüzü gece gündüz.
Irmaklarımız yok, kuyularımız yok, kaynaklarımız yok,
yalnız bir iki sarnıç – onlar da boş-
yankı yapan ve tapındığımız.
Kof, küflü bir ses, yalnızlığımızla bir,
aşkımızla bir gövdelerimizle bir.
şaşıyoruz bir zamanlar nasıl da yapabilmişiz
evlerimizi, kulübelerimizi, ağıllarımızı.
Ve evliliklerimiz, serin çelenklerle parmaklar
çözülmez bir bilmece oluyor ruhumuza.
çocuklarımız nasıl doğmuş, nasıl büyümüşler?
Bizim ülkemiz kapanık. Tılsımlı kara adalar
geçit vermiyor denizlere. Pazarları
limanlara inince biraz soluk almaya,
görüyoruz kavuşan günün aydınlığında,
çürümüş teknelerini bitmemiş yolculukların
artık sevişmeyi unutmuş gövdeler
XIV
Işıkta üç kırmızı güvercin
alınyazımızı çiziyorlar ışıkta,
renkleriyle, davranışlarıyla
sevdiğimiz kişilerin.
XV
Uyku bir ağaç gibi sarmıştı seni yeşil dallarla,
sessiz ışıkta bir ağaç gibiydi soluman
yarı saydam kaynakta yüzüne baktım:
gözlerin yumulu, kirpiklerin sulara sürtünüyordu.
elim elini buldu yumuşak otlarda,
bir an nabzını tuttum
ve bir başka yerde duydum acısını kalbinin.
Çınarın altında su boyunda defneler arasında
uyku yerinden oynatıp yanıma yöreme
dağıtıyordu seni, san ve sessizliğine
dokunmadan ben;
görüyordum gölgenin büyüyüp küçüldüğünü
kaybolup başka gölgelerde ve bırakıp
sonra yeniden tutan o öteki dünyada.
Bize yaşayalım diye verilen hayatı yaşadık.
Yazık bunca sabırla bekleyenlere
kaybolup kara defneler içinde, koca çınarların dibinde
ve yalnızlıktan sarnışlara, kuyulara seslenip
seslerinin halkalarında boğulanlara.
Sıkıntımızı, yorgunluğumuzu paylaşıp
bizi bekleyen mutluluğun umudundan yoksun,
kendini mermer yıkıntılar ötesinde bir karga gibi
güneşe salan yoldaşımıza yazık.
Bize, uykudan öte, dinginliği bağışla.
XXIII
Biraz daha dayansak
Göreceğiz çiçeklendiğini bademlerin
Güneşte ışıyan mermerleri
Denizi, kıvrımlı dalgalarını denizin.
Biraz daha dayansak
Biraz, biraz daha yükselsek
XXIV
Burada bitiyor denizin yapıtları, aşkın yapıtları.
Bir gün yaşayacak olanlar bu bizim sonumuzun geldiği yerlerde –
anılarındaki kan kararırsa, taşarsa eğer
unutmasınlar çiriş otları arasındaki biz güçsüz ruhları,
Erebos’a döndürsünler kurbanlarının başlarını:
Bizim ki hiçbir şeyimiz yoktu, barışı öğreteceğiz onlara.
Üç yıl boyunca
hiç durmadan haberciyi bekledik
gözlerimizi dikip
çamlara, kıyıya ve yıldızlara.
Bir olup sabanın demiriyle, omurgasıyla geminin,
ilk tohumu arıyorduk
eski oyun yeniden başlasın diye.
Yaralarla döndük yurdumuza,
elimiz kolumuz tutmuyordu, ağzımız
tuz pas içinde.
Kuzeye doğru yol aldık uyandığımızda,
lekesiz kanatlarıyla bizi sislere salan
kuğuların yaraladığı yabancılardık.
Uluyan gündoğusu çıldırttı bizi kış gecelerinde,
yazları, ölmeyen günün acısında yitirdik kendimizi.
Birlikte getirdik dönüşte
bu oyma kabartmalarını saygılı bir sanatın.
II
Yeniden bir başka kuyu bir mağara içinde.
Bir zamanlar kolaydı
Putlar, süsler çıkarıp derinliklerinden
Sevindirmek bize bağlı kalan dostları.
İpler kopmuş artık; yalnız kuyu ağzındaki izleri
Ansıtıyor bize, bizi koyup giden mutlulukları:
Kuyu ağzında parmaklar, ozanın deyişiyle.
Bir an taşın serinliğini duyuyor parmaklar
Ve taşa geçiyor gövdenin sıcaklığı,
Her kıpı, sessizlik dolu, damla akmadan
Ruhunu oyuyor mağara sanki kumarda ve yitiriyor.
III
“İçinde hançerlendiğiniz hamamı unutmayın.”
Ellerimde bu mermer başla uyandım
Dirseklerimi yoran, nereye koyacağımı bilemediğim.
Bir düşe yuvarlanıyordu baş, ben düşten uyanırken,
Böylece birleşti yaşamlarımız, şimdi ayırması güç.
Bakıyorum gözlere, ne açık ne kapalı,
Konuşmağa çalışan ağıza konuşuyorum,
Tutuyorum derinin ötesine çökmüş yanakları.
Gücüm fazlasına yetmiyor.
Ellerim kayboluyor, sonra dönüyor,
Sakatlanarak.
VIII
Nedir aradığı ruhlarımızın yolculuğa çıkıp
yıpranmış gemilerin bordalarında, karışıp kalabalığa
yüzleri soluk kadınların, ağlayan çocukların
ne uçan balıklarla, ne de direklerin
yöneldiği yıldızlarla avunan,
eskiyip cızırdayarak gramofon plaklarıyla,
isteksizce katılıp boşuna yolculuklara,
kırık dökük düşünceler mırıldanarak anlaşılmaz dillerden?
Nedir aradığı ruhlarımızın yolculuklara çıkıp
çürüyen teknelerde
bir limandan öbürüne?
Kaldırarak taş yıkıntılarını, soluyarak
çamların serinliğini her gün biraz daha güçlükle,
yüzerek bir gün bu denizin sularında,
bir gün bir başka denizin
dokunma duygusundan yoksun,
insansız,
artık ne bizim, ne sizin olan bu ülkede.
Biliyorduk ki adalar güzeldi
buralarda bir yerde, arayıp durduğumuz
belki biraz aşağıda, ya da biraz yukarda,
belki de çok yakınlarda.
IX
Liman yaşlıdır, artık bekleyemem
Çamlı adalar için çekip giden arkadaşları
Çınarlı adalar için çekip giden arkadaşları
Açık deniz için çekip giden arkadaşları.
Okşarım paslı gemileri, kürekleri okşarım
Ki bedenim canlansın ve güçlensin.
Yelkenler tuz kokusu verir yalnız
Öteki fırtınadan.
Yalnız kalmak isteseydim, sessizlik
Olurdu aradığım, yoksul ufukta
Bu çizgilerin, bu renklerin, bu suskunluğun
Ruhumu parça parça edeceği umudu değil.
Gecenin yıldızları yeniden getirdi bana
Ölümü bekleyen Odysseus’un güvenini, çiriş otları arasında.
Burda çiriş otları arasında demirlediğimiz zaman
Adonis’in yaralandığını bilen boğazı bulalım istedik.
X
Bizim ülkemiz kapanık, hep dağlar
tavanı alçak bir gökyüzü gece gündüz.
Irmaklarımız yok, kuyularımız yok, kaynaklarımız yok,
yalnız bir iki sarnıç – onlar da boş-
yankı yapan ve tapındığımız.
Kof, küflü bir ses, yalnızlığımızla bir,
aşkımızla bir gövdelerimizle bir.
şaşıyoruz bir zamanlar nasıl da yapabilmişiz
evlerimizi, kulübelerimizi, ağıllarımızı.
Ve evliliklerimiz, serin çelenklerle parmaklar
çözülmez bir bilmece oluyor ruhumuza.
çocuklarımız nasıl doğmuş, nasıl büyümüşler?
Bizim ülkemiz kapanık. Tılsımlı kara adalar
geçit vermiyor denizlere. Pazarları
limanlara inince biraz soluk almaya,
görüyoruz kavuşan günün aydınlığında,
çürümüş teknelerini bitmemiş yolculukların
artık sevişmeyi unutmuş gövdeler
XIV
Işıkta üç kırmızı güvercin
alınyazımızı çiziyorlar ışıkta,
renkleriyle, davranışlarıyla
sevdiğimiz kişilerin.
XV
Uyku bir ağaç gibi sarmıştı seni yeşil dallarla,
sessiz ışıkta bir ağaç gibiydi soluman
yarı saydam kaynakta yüzüne baktım:
gözlerin yumulu, kirpiklerin sulara sürtünüyordu.
elim elini buldu yumuşak otlarda,
bir an nabzını tuttum
ve bir başka yerde duydum acısını kalbinin.
Çınarın altında su boyunda defneler arasında
uyku yerinden oynatıp yanıma yöreme
dağıtıyordu seni, san ve sessizliğine
dokunmadan ben;
görüyordum gölgenin büyüyüp küçüldüğünü
kaybolup başka gölgelerde ve bırakıp
sonra yeniden tutan o öteki dünyada.
Bize yaşayalım diye verilen hayatı yaşadık.
Yazık bunca sabırla bekleyenlere
kaybolup kara defneler içinde, koca çınarların dibinde
ve yalnızlıktan sarnışlara, kuyulara seslenip
seslerinin halkalarında boğulanlara.
Sıkıntımızı, yorgunluğumuzu paylaşıp
bizi bekleyen mutluluğun umudundan yoksun,
kendini mermer yıkıntılar ötesinde bir karga gibi
güneşe salan yoldaşımıza yazık.
Bize, uykudan öte, dinginliği bağışla.
XXIII
Biraz daha dayansak
Göreceğiz çiçeklendiğini bademlerin
Güneşte ışıyan mermerleri
Denizi, kıvrımlı dalgalarını denizin.
Biraz daha dayansak
Biraz, biraz daha yükselsek
XXIV
Burada bitiyor denizin yapıtları, aşkın yapıtları.
Bir gün yaşayacak olanlar bu bizim sonumuzun geldiği yerlerde –
anılarındaki kan kararırsa, taşarsa eğer
unutmasınlar çiriş otları arasındaki biz güçsüz ruhları,
Erebos’a döndürsünler kurbanlarının başlarını:
Bizim ki hiçbir şeyimiz yoktu, barışı öğreteceğiz onlara.