04 Mayıs 2014

Aret Vartanyan - Bin Yüz Bir İnsan

‘Korkma, tedirgin olacak bir şey yok. 
Öyle ya da böyle sonunda geleceğin yere geldin. Burada zaman yok. 
Hele senin bildiğin, savaştığın ‘zaman’ burada hiç yok. Mekân da yok. Her insan kendini bir şekilde ifade eder. Etmezse yaşayamaz. Edemedikleri bazen patlar, başkalarının gerçeği kendi gerçeğine dönüşür. Bir şekilde yansır. Bazen canlı bomba olur, bazen aldatan eş olur, bazen suskun, donuk kadın olur, bazen korkak olur, bazen hokkabaz olur... İçinde kanayan yara dışa taşar, toplumun kanayan yarasına dönüşür...
Yedi milyar insan, ayrı bir dünya olur... Sen beni ifade edemeyen, içinde saklı tutansın.
Senin olanı yaşayamayansın. Ben, seninle yaşıyorum. İçindeyim, en derininde. 
Ben,senim. Sen, beni her ne kadar yok saymaya çalışsan da, üzerimi bir sürü incik, boncukla örtsen de ben yaşıyorum. İçinde yaşıyorum. 
Aslında sesimi duyuyorsun ama duymazdan geliyorsun.
Direnebildiğin kadar direndin. Sonunda benimle karşılaşmaya hazır hale geldin. 
Yaşamın seni hazırladı. Asla geç ya da erken değil. Tam da olması gereken zamanda. 
Hiçbir zaman geç ya da erken değil. Her şey olması gereken zamanda...
Hiçbir sınırın olmadığı, tabuların barınamadığı bu yolculukta bulacağın çok şey var. 
Zaten benim de değil onlar, zaten senin. Dedim ya, ben de zaten senim. 
Zihnin hep bir ikilik yarattı. İçinde sohbet ettiğin onlarca ses yarattın. 
Soluk aldığın her an, zihnin konuştu durdu. Şu anda biz bile iki ayrı varlık gibi konuşuyoruz. 
Oysa biriz. Bu sohbet bittiğinde, ikilik ermiş demektir. 
Geceki senle gündüzki sen, işteki senle yataktaki sen hepsi bir olmuş demektir. 
O da zamanı geldiğinde bir anda olacak. 
Şimdilik sen ve ben’iz. 
Korkuların, sıkışmışlıkların, sıkılmışlıkların, arayışın, hırsın, endişelerin, mutluluk peşindeki koşturmacan, yıllarının tükenişiyle gelen panik seni buraya getirdi. 
İlahi bir mesaj, deliliğinin ilk adımları, önceki yaşamlarından bir hayalet...
Beni nasıl istiyorsan öyle yorumlamakta özgürsün. 
Ben hepsiyim, etiketlediğin her şey de senin yansımaların....
Yalnız değilsin. Milyarlarca insan senin durumunda. 
Önce kendileriyle savaşıyorlar.
Kendileriyle kavga ediyorlar. Dışarıdan daha karmaşık içerisi. 
İçerideki savaşın yansımaları dünyayı gördüğün hale getirdi. 
Roller, kimlikler, zihin, beden, öz, hepsi birbirine karıştı.
Ruhlar yaralı... 
Parça parça, bütünden uzak, her yanı başka bir yana uçuşan ruhlar…
Seni mutlu edeceğini vaat eden, hayatı sana püf noktalarıyla anlatacağını söyleyen kaç kitap okudun, kaç film seyrettin, kaç guruyu izlemeye koştun. 
Seni başarıya götürmeyi vaat ediyorlar, içindeki ışığı keşfetmeye çağırıyorlar, her geçen gün artarak sana seni vereceklerini, her şeyin senin elinde olduğunu söylüyorlar. 
Aklın karışıyor. Mutsuzluklarının, korkularının, hırslarının ve talihsizliklerinin sorumlusu seni gösteriyorlar. Bana sorarsan, ‘Evet’, sensin. 
Bir türlü barışamayan biziz. 
Ancak gösterdikleri şekliyle değil. Senin karşında sana ahkâm kesme hakkım yok. 
Bu, sadece kendini bilmezlik olur. Senin ayakkabılarını giymeden; yaşadıklarını, dününü bugününü bilemem. Ben senin rollerinden biri değilim, hepsinin sahibiyim. 
Sen ise, her rolünü başka bir sen zannediyorsun. 
Beni dinlemeye başladığın için sana her şeyi anlatacağım. 
İlk kez beni bu kadar net dinliyorsun. 
İlk kez, kalıpların, rollerin sesini kısıp benim sesimi bu kadar açtın. 
Ben de ne biliyorsam anlatacağım. İçinde sana ait ya da sana uyacak bir şeyler bulursan zaten alırsın. Almak istemeyene kimse bir şey veremez. 
Aynada kendini öğreten adam gibi görür, kendisinin Tanrısı olmaktan öteye gidemez. Başkalarını Tanrılaştıran, kurtuluş sananlar da hiçbir şeyi değiştiremez, değişemez... 
Sen bu kez sadece kendini dinliyorsun.
İçimdekileri, zihnimdekileri, özümdekileri, korkularımı, çelişkilerimi, inandıklarımı, hayallerimi sana açacağım. 
Yaşadığımızı zannediyoruz; yaşadığımızı sandığımız yalanın da gerçekliğini arıyoruz. Sonuçsuz bir tırmalayış. 
Her defasında duvara toslayacağımız, aynı hayatı tekrar tekrar yaşayacağımız,  döngüden çıkamayacağımız, adına ‘hayat’ dedikleri bir yolculuk bizimkisi. İçinde bir ateş yanıyor, boşluk hiç dolmuyor. 
Her şey, herkesin sana gösterdiği söylediği şekilde mükemmel bile olsa, mutsuzluk kapını çalıyor, huzursuzluk gelip geçiyor, adı ne olursa olsun bazı korkular içinde yeşeriyor.
Seni üzenleri, korkutanları, aşkı, sevgiyi, sevişmeleri…
Bazen bende de tutarsızlıkları yakalayacaksın, karmaşıklığımı göreceksin. 
Hem ben de senden çok şey öğreneceğim. Sen bir yana giderken ben de bir yana gittim. 
Ben bir şeyler topladım, sen bir şeyler topladın. 
Şimdi birleştirmeye başlayacağız.
Ağacın kökü bir yerde, dalları dört bir yana uzanıyor.
Unutma… Bilge, öğreten adam, ukala değilim. Senin yansımanım. 
Bana ne dersen, kendine de söylemiş olacaksın. 
Beni sevdiğinde kendini sevecek, bana kızdığında kendine kızacaksın. 
Sokakta da böyleydi bu, bunu göremedin. 
Görmen de istenmiyordu zaten. 
Daldan dala konacak, konudan konuya atlayacağız. 
Sana göstermek istediklerim var. Yanı başında olup da görmediğin o kadar çok şey var ki… 
Bu aynaya baktıkça yaşamıma, zihnime, duygularıma ortak olacaksın, ben de seninkilere...
Bugün biraz depresifsin. 
Arıyorsun, arayışının farkına vardığında duraklıyorsun. 
Her şeyin var sandığının ama aslında hiçbir şeyin olmadığının farkına varıyorsun... 
Hiçbir şeye sahip değiliz. 
Semazenin dönüşünde; etrafındaki her şey akarken bir tek noktaya odaklanıp, orada sabitlenip büyüleyerek dönüşünde bir şey var. Binlerce yıldır taşınıp gelen sembollerde saklı çok şey var. 
Evrende insan, her yerde, her şeyde iz bırakıyor.’’
‘‘Basit olmak zordur. Sade olmak, bir şey olmak zordur.
Bize hep çok şey olmayı öğrettiler. 
Önce ailemiz, sonra içinde yaşadığımız toplum, sonra öğretmenlerimiz, sonra peşinden sürüklendiklerimiz ve paralelinde yaşadıklarımız bugünkü seni, bugünkü beni yarattı. 
O zaman soruyorum: Sen kimsin? Ya Afrika’da bir kabilede ya da başka bir ülkede veya başka bir ailede doğsaydın, yine de bugünkü SEN olacak mıydın? Bugünkü inançların, yaşama, insanlara koyduğun etiketler, onları tanımlaman aynı mı olacaktı? 
Son yıllarda bir arayış aldı başını gidiyor. İnsanlık, eskinin çözdüğünü yeniden keşfetmeye çalışıyor, klişe deyimiyle Amerika’yı yeniden keşfediyor. 
Mutlu olabilmek, hayallerine ulaşabilmek, üzerindeki baskıyı azaltmak, dayanabilmek için;
o kurs senin bu kurs benim dolaşıp, o kitap senin bu kitap benim tarayıp evreni bulmaya, 
evreni çözmeye, yaşamı anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyor. 
Sihirli bir değnek, bir formül, hap arıyor. 
Oysa senin kurtuluşunun tek çaresi sensin. 
Hindistan’a, Tibet’e gitmene gerek yok. Yaşadığın şehrin sokaklarında bunu yapabilecek olansın.  Aynaya bakarken, bir köpeği severken, kollarını rüzgâra açıp teninde hissettiğinde yapabilecek olansın.
Ben, asla sana hap vermem. Verenlere de inanma derim. 
Şunu yaparsan mutlu olursun, bunu yaparsan kendin olursun demem. 
Dediğimde sadece kendimi anlatmış olurum ama sana sunmam, sunamam. 
Ancak, seninle barışabilir ve birleşebilirsem olması gereken olur. Ben sana yöntemi gösterebilirim, sonucu değil. 
Çünkü sonucu veremem. 
Sonucu belirleyecek olan tek kişi sensin. 
Sana sonucu verdiğimi sansam da, sadece kendimi aldatırım. Ve sana ne verirlerse versinler sen yine istediğin ve alabileceğin sonucu alacaksın. O yüzden de kimseye kızma. 
Neden olmadı diye sorma. İşte zorluk burada,
işte soru işareti burada. Öğrenci olmak zordur, hayat öğrencisi olmak daha da zordur.
Dışarıya bağımlı arayışların, formüllerin, yine dışarıya bağımlı güçlü olma halinin bizlere kazandıracağı bir şey yok. 
Ya bir simülasyonun içinde kopya hayatları takip ederek 
içindeki boşluk ve arayış bitmeden tükeneceğiz ya da kendimizi ve kendimizle birlikte de varoluşumuzu bulacağız.’’
‘‘Bundan yıllarca önce günlüğüne karaladığın cümleleri sana okumak istiyorum: 
‘Sadece seni sevmedim ki... Ben senin bana sarılışını sevdim; ben senin gözlerimin içine dolu dolu bakışını sevdim; ben seni olduğun gibi sevdim. 
Sadece seni sevmedim ki... 
Bir köpeğin başını okşayışını sevdim; çıplak ayaklarını ayaklarıma değdirmeni sevdim; 
ıslak saçlarını aynanın karşısında dakikalarca kurutmanı sevdim... 
Ben, sadece seni sevmedim ki... Ateşin başında çorbayı karıştırmanı sevdim;
en beceriksiz halinle sevdiğim tatlıyı yapmanı sevdim; avuçlarımda parmaklarınla dolaşmanı sevdim. Sana alışmayı sevdim; her an gidebilecek olmanın korkusunu bile sevdim. 
Ben seni sevmeyi öyle bir sevdim ki... 
Ben seni üç beş şeyinle değil her şeyinle, dikenlerinle sevdim. Beni çok sevdiler de ne olduğumu anlamakta tereddüt ettiler. 
Sevmek isteyecekleri yanlarımı kabul ettiler de, beni ben yapan değerleri sevmediler. 
İçimdeki çocuğu görmezden geldiler. Çelişkilerimi hiç kabul etmediler. 
Hatalarımı hiç hoş görmediler. Beni ben gibi değil, olmamı istediklerini olduğum zaman sevdiler.
Bu gece o gecelerden biri... Bu gece yanımda kal. Bana eşlik et. 
Duvara tosladığım, yüzüme yalnızlığı tokat gibi yediğim gecelerden biri benim için bu gece. Hayatın harala gürelesinde, gündüz gözünün izlediği seyirde karanlıkla gelen varoluşunun tek hamlesi... 
Suskunluğun, içindeki fırtınalardan gelir ya bazen. 
Ne yaparsan yap bir türlü dikiş tutmaz ya... 
En yürekten notaların kâğıda döküldüğü, en iz bırakan dizelerin sıralandığı gecelerden biri... 
Sen ve yine sen... 
Kendi sesin kendi parçalarına bölünür, kulağında bir uğultuya dönüşür. Yanımda kal bu gece. 
Hiç değilse sabah ezanı okunana dek kal benimle.
Benim tükenişime ortak olmak zorunda değilsin hiçbir şeye zorunlu olmadığın gibi. 
Sevgini vermek zorunda olmadığın gibi... 
Beni dinlediğini bilmek, hiç dinlemeyecek olsan bile, şimdi ihtiyacım olan. 
Yorumlama, konuşma, sadece dinle...
Çocuk olmaktan vazgeçtiğim anlar böyle anlardı... 
Aşklarımı bırakıp gittiğim anlar da... 
En karanlık zaman ise alacakaranlık, işte bunun gibi gecelerdi. 
Bu gecelerde Pir Sultan Abdal, Ömer Hayyam, 
Halil Cibran ve daha nicesi bıraktı en iç kazıyan izlerini... Yüreklerinin kabarışı döküldü kâğıtlara,notalara...Duvarlarında halı asılı saz çalınan odalar; mapushane parmaklıkları, salaş çilingir sofraları eşlik etti bu gecelere... 
Bu geceleri sayısız kez yaşamış olanlar bir araya gelse, dünya ne olurdu? Dedim ya, beni çok sevdiler de ne olduğumu anlamakta tereddüt ettiler. Sevmek isteyecekleri yanlarımı kabul ettiler de, beni ben yapan değerlerde tereddüt ettiler. İçimdeki çocuğu görmezden geldiler. 
Çelişkilerimi hiç kabul etmediler. Hatalarımı hiç hoş görmediler. 
Beni ben gibi değil, olmamı istedikleri olduğum zaman sevdiler. 
Hasretlerimi yok saydılar, korkularımı komik buldular; ne de olsa bunlar onların korkusu değildi benim korkularımdı. 
Bana acı verenler benimdi, bana mutluluk verenler de. 
Onların olmayan doğrularım hep yanlış olandı.
Bense, soluduğum havada diğerlerinin acılarını da, korkularını da, umutlarını da içime çektim, sen gibi. 
Kolayı seçen nicelerinin yolundan gidebilirdik, yapmadık. Bu geceleri hiç yaşamayabilirdik. Kafamızı duvara yaslayıp ağlamadan ya da durup durup uzaklara dalıp yüreklerimizi acıtmadan. 
Yapamadık. İyi ki de yapmadık.
Çok şey istemedim ki... Sen gibi... 
Küçük mutluluklar bütün ihtiraslarımın gerisinde saklı kaldı. Otlu peynirin kokusu, soğukta bir bardak çayın sıcaklığı, bir dost elinin omzuma uzanışı, bir yorgan, bir döşek… 
Hayallerini bile değiştirmediler mi? 
Küçük hayallerinden dolayı seni beceriksiz, başarısız, hayalperest görmediler mi? Hevesin kaç kere kursağında kaldı? 
En büyük heyecanların kaç kez hayal kırıklıklarına dönüştü? Belki pes ettin, belki etmedin. Ben etmedim. Etmedim de iyi mi ettim? Sen söyle...
En çok koyan da en sevdiğinden, karından, çocuğundan, dostundan tokat yediğin anlar. 
Diyorsun ki sen de bunu yapıyorsan ben ne halt edeceğim? 
Sen de beni yere seriyorsan ben niye çabalıyorum? Nereye koşuyorum? 
Sen de beni anlamıyorsan beni kim anlayacak? 
Sen de bana bunu yapıyorsan daha ne? 
Sen de kocaman bir boşluksan ötesi yok ki... 
Kilitliyorsun odanın, arabanın kapısını, kavuşturuyorsun kollarını, yalnızlığına ağlıyorsun. Anlıyorsun ki, yalnızsın. 
Anlıyorsun ki, sana tek kalan sensin. 
Süpürge olmuş saçlarını toplayıp dizlerinin üzerinde kalıyorsun.
 İşte bu anlarda ruhundaki çizikler fay hattına dönüyor. 
Derin derin yırtılıyorsun. Oluk oluk akıyorsun, başkalaşıyorsun. 
Yaralar kabuk bağlayıp döküldükçe nasırlaşıyorsun. 
Duygularından soyutlanıyorsun.
En çok bu anlar koyuyor işte. 
Şu anda beni ölüm mü korkutacak. 
Hadi canım sen de... Ölüm sadece bu ana anlam katacak. 
Çok mu önemli yarın masam boş kalmış. 
Benim umurum bile değil... Ölsem, yeni bir iş ilanı hazırlayacaklar. Belki bir hafta anılarda kalacağım. Biri dolduracak nasıl olsa o üç kuruşluk masayı. Bazen diyorum ki; yaptığım, yapmaya çabaladığım hiçbir şeyin anlamı yok. Sonra bakıyorum sen geliyorsun. 
O zaman bir anlamı oluyor. Bir tek sen bile olsan var. 
Bedenlerde gezmeye başlıyorum. Taksici oluyorum, polis oluyorum, asker oluyorum, fahişe oluyorum, bürokrat oluyorum, köşe başındaki tinerci çocuk oluyorum... 
Her birinin ruhlarındaki yırtıklardan dışarı bakıyorum.
Bir gün, yeniden sokakta karşılaşırsak bu satırları hatırla; gördüğüne aldanma. Emin ol etrafında gördüğün herkes bu gecelerden geçmiş... Bu geceler her birini ayrı ayrı yaralamış, ayrı ayrı şekil vermiş. Bu gecelerin eserleri ayrı ayrı doğmuş.
Kimisi dışarı kusmuş, kimisi içinde biriktirmiş, kimisi...
Bazen kaybetmek için çok erken, sevgiyi vermek için de bir o kadar geç. Bazen bir isim kalır elinde, bazen bir kurutulmuş gül, bir şiir, bir yıpranmış fotoğraf... 
Yürekten kan giderken sen de gidiyorsun... Her şey gidiyor, her şey... Ağaçtaki yaprak gidiyor, takvimdeki yapraklar gidiyor, ömür gidiyor, yürekteki sevda gidiyor, sen gidiyorsun...
Hadi git... Kaldın bu kadar git artık. 
Bırak beni benimle...’’’
‘‘Bunları sen yazdın. Hatırlıyorsun değil mi? Sonra ne oldu.
Bir daha bunları hissetmedin. Aşkı yüklüğe kaldırdın. 
En derine ittin. Yok saydın. 
Oysa sen derine ittikçe daha da öne çıktı. 
Bu gece Nalan ile yaşadığın gibi onlarca, neredeyse yüzlerce gece yaşadın. Sakın o ilk aşkına kızgınlığının nedeni olmasın bu? Yaşadığın ayrılıkla, aşkı da sevgiyi de, yaralanmış yüreğinin gözünden görüp kodlarını değiştirdin. 
Aşk saçmalıktı, kadınlara güvenilmezdi. 
Milyonlarca insanın yaptığını yaptın.
Aşka, karşı cinse, ilişkilere, ilk aşkının yarattığı tahribatı silemeyen gözlerinden baktın ve yorumladın. 
Oysa hep o ilk aşkını aradın. Hâlâ da arıyorsun. 
Şu anda işinden, hedeflerinden önce geliyor bu. 
Bunu görmediğin için buradan başlıyorum.
Sevgi, aşk, seks aslında hep önceliğimiz. 
Ama bunu eziyoruz, yerini başka şeylerle doldurmaya çalışıyoruz. Asıl sorun çözülmedikçe de, sorunun nedenleri olarak başka şeyleri gösteriyoruz. 
Oysa, aşk hayatını, ilişkilerini çözemeden, gerçek yaklaşımını bilemeden, göremeden, yaşamındaki her şeyin altına saati bomba yerleştiriyorsun.
Bak şimdi sana bir şey daha okuyacağım. 
Ayrıldığınızın ikinci haftası yazmışsın. Hatta o gün en yakın arkadaşınla onu sinemadan el ele çıktığını gördüğün akşam.’’
‘O gece içinde bir şeyler kırılırken, yeni kalıpların oluştu.
Bu, bu yaşına gelene kadar yaşadığın travmalardan sadece bir tanesiydi. 
Seni kendini geriye itmeye, rollerine sarılmaya yönlendiren, ama en yaralayıcılarından bir tanesiydi.
O gece odana kapandığında yazmaya devam ettin. 
Dinle...‘Seni sevmem için sana dokunmam gerekmiyor... 
El ele yollarda dolaşmam,  insanların gözleri önünde öpüşmem gerekmiyor... 
Hatta öpüşmem de gerekmiyor. 
Gözlerinle konuşmak, gözlerimle konuşman yetiyor. 
Sevgini hissetmem için göstermen gerekmiyor... 
Kalbinin atışını görmem için ten tene olmamıza da gerek yok. 
Havada yayılıyor hissettirdiklerin,
bedenime doluyor. Ayrılık yormuyor, aşkın kendisini anlatıyor. 
Kuru kıskançlıklarımız, kavgalarımız da yok, 
saf bir sevgi sarıyor sen ve bende beni... 
Kokun burnuma dolduğunda tüm ruhun içime doluyor. 
Parfümün değil, parfümünle taşınan senin kokun...
Sözleşmelerimiz yok. 
Ne aldattığını ne de aldattığımı düşünüyoruz. 
Ne sen benimsin ne de sen benim. 
Ama gözlerimiz doluyor sebepsiz; bir fincan kahveyi yudumlarken. Özlem bize eşlik ediyor. 
Birbirimize ait olmamanın hafifliğinde, aşkın ağırlığı eziyor yüreklerimizi...
Seni seviyorum demedik birbirimize... 
Duymaya hiç ihtiyaç duymadık ki... Sen benim aşk tarifim oldun giderken bile...
Ben seni aradım vuslatın olmadığı her dokunuşta,bedende, adı aşk konmuş tüm kayboluşlarda. 
Sen kabını bulamayan sevdam oldun. 
Ruhumun kabı olmuş bedenimin ötesinde, özümü yaratan yaratanın siluetinde.
Gözlerim uzaklara dalıp gittiğinde, yalnızlığım her defasında tokat gibi yüzüme indiğinde gökyüzüne bakıp sende olan sensizliği tattım her hücremde, soluğumda, seninle hızlanan
kalbimin atışlarında... 
Sen, sensizliğin ta kendisiydin.
Burada sen dediğimi, eli kolu bacağı olan beden sanacaklar...
Burada sen dediğim, boşlukta bir bulut, duman olan tanımsız aşk... 
Suni kıskançlıkların altında ezilen aşk parodilerinin sahnesinde, prangalarla süslenmiş boğulmakta olan sevdalıların dünyasında kim anlayacak beni? 
Ben aşka âşık oldum.
Ben sana âşık oldum. Aşkın en saf haline, aşkın kendisine...
Ey aşk! Senin altın tabaklara, makyajlanmış bedenlere, dekorlara ihtiyacın yok. 
Hepimizin üzerinde, içinde olduğumuz hava gibi özgürce dolaşırken, seni kaba doldurmaya çalıştıkça kaçıranlara inat yaşamaya çalışıyorum seni... 
Ey aşk... Hava gibi, su gibi, ekmek gibi avucumda, yanı başımda...
Bebelere hayat veren, sebepsiz gülücükleri insanların yüzüne
getiren sen, ne kadar çok anlatılmaya çalışıldın. 
Kitaplara sığmadı, ansiklopediler yazıldı üzerine... 
Sözlüklerin bile var. 
Sen boşlukta süzülürken tüm asaletinle, seni cümlelere taşımaya çalıştı nice şairler, yazarlar, besteciler... 
Sen, onlara siz ne yapıyorsunuz, dercesine gülümsedin. 
Sen en saf, en yalın halinle ortalıkta dolaşırken, sana yüzlerce sıfat, tarif oturttular. 
Sıyrıldın, içlerinden geçtin gittin. 
Seni, dağların tepesinde, yüreklerinin en derinlerinde aramak zorunda kalanlar tüm bedenlerini sarmana rağmen göremediler seni...
Sen sandıkları yansımalarını tutmak için imzalar attılar.
Kurallar silsilesi yarattılar On Emir’den güçlü... 
Başkasına bakmayacaksın, istediğimde yanımda olacaksın, beni mutlu edeceksin, sevdiğini göstereceksin... Karşılığında ben de seni seviyor olacağım. Sana âşık olacağım... 
Senin sonsuzluğunda, senin özünde, anlamsızlığın boşluğunu yarattılar.
Odam soğuk... Sarıldığım yorganım soğuğu kesmiyor. 
Elimde sigaram, gözümün önünde dumanı... 
Odamın duvarları üzerime üzerime geliyor. 
Sırtım duvarın soğukluğu kadar, senin sıcaklığını da hissediyor. Sen her yerdesin biliyorum. 
Soluduğum havada, içtiğim suda, ensesini kaşıdığım sokak köpeğinin gözlerinde... Sen, Ben’sin...Sen, evrenin kendisisin... 
Ey aşk, sen varoluşun ta kendisisin...’
Aslında burada benim de yardımımla doğru bir yolu seçiyordun. 
Aşka inanacaktın, aşkı yansıttığına değil. Ama olmadı, bunu da unuttun. 
Bu gece, Nalan’ın yatağından tükenerek çıkmanın sana bir şey vermediğini gör artık. 
Sadece kendini kandırıyorsun. Sen bu değilsin. İçinde bu da yaşıyor ama tek başına değil. Zamanı geldiğinde konuşacağız ne demek istediğimi. 
Sadece bil ki sen, sadece oynuyorsun. 
Aptal bir oyun oynuyorsun. 
Avunmak için, saklanmak için, kendini haklı göstermek için. 
Sıradan insan karşılaştığı her zorlukta, her sorunda, yüzleşmek zorunda kaldığında bahanelere, başkalarına, kendi dışındaki etkenlere sığınır. Sen de öyle yapıyorsun. Kendi yarattığın gerçekliklerinle, gerçeğin üzerini örtüyorsun.’’