Dreamer, "Senin en sarsılmaz inancın, en zararlı inanışın, kendin dışında bir dünyanın varlığına, bağımlı olduğun bir şeye veya birisine, sana bir şeyler veren veya senden alan, seni seçen veya suçlayan bir şeye veya birisine inanmalıdır," dedi.
"Bir savaşçı, bir anlığına bile olsa kendisine dışarıdan gelecek bir yardıma inanacak olsa, o anda kendine olan yıkılmaz inancını yitiriverir," diye devam etti.
Ardından sustu ve gözlerini kapadı. Bu arada ben O'nun son söylediklerini defterime yazdım. Suskunluk uzadı. Kendimi anideri değersiz, ortada kalmış gibi hissettim ve yaşadığım utancı, bazı notlarımı aklımdan yeni baştan tekrarlayarak yenmeye çalıştım. Sonunda Dreamer sessizliği bozdu ve gözleri kapalı şekilde, benim notlarımdan bir bölümü okudu:
There is nothing out there...
There is no help coming from anywhere at all...
Dışarıda hiçbir şey yok...
Hiçbir yerden gelecek bir yardım yok. Sert bir sesle, "İnsanın en kötü hastalığı bağımlılıktır," dedi. birdenbire dikkat kesildim. Yanılgıya imkân vermeyen bu ifadenin önemini ve bunu yerleştirmem gereken yeni inanç sistemimin merkezini bedenimde hissettim. "Başkalarına ve başkalarının mevcudiyetine ve yargılarına bağımlı olmaktan daha kötüsü yoktur. Tüm bunlardan kendini kurtarabilmek uzun bir hazırlık gerektirir...."
Hemen sonra, bu ve buna benzer diğer durumlardaki tutumlarımı gözlediğimde, farkına varacağım üzere, Dreamer doğrudan beni ele aldığında veya benden kişisel olarak bahsederken bende ayaklanan çok çetin bir dirençle karşılaşıyordu; oysa genel olarak tüm insanlardan bahsederken, ben kolayca kabul ediyor ve hatta hemen ikna oluyordum.
Dreamer sözcüklerin üstüne bastırarak, "Senin gibiler, yaşadıklarını yalnızca başkalarının arasındayken hissederler; sizler kalabalık yerleri tercih edersiniz, devlette veya büyük şirketlerde; yani kalabalığın güven veren varlığım nerede hissederseniz. Orada iş bulursunuz. Başkalarının arasında olmak, kendinizden ve yalnızlığın dayanılmaz yükündefl kaçmak şartıyla, bağımlı olmanın bütün törenlerini yerine getirirsiniz ve sinemalar, tiyatrolar, hastaneler, stadyumlar, mahkeme salonları, kiliseler Şİbi onun tapınaklarında toplanırsınız," dedi.
Kendimi savunurcasına insana yakışmayacak bir harekette bulundum. Sanki bu sözleri can alıcı bir şeyi tehdit etmiş veya düzenlenmesi uzun zaman almış bir planı bozmuş gibi, boğazımı sıkan bir öfke Oluş'umu kararttı. Ona söylemek istediğim öfke dolu itirazlarımı, savrulmayı bekleyen havan mermileri gibi zihnimde sıraya dizmiştim. Bu rezil yığınağı Kaldırmak üzere zihinsel bakışımı içime çevirdim, ama sessiz saldırı sadece öfkeye dair acı dolu bir ifadenin çizgileri olarak yüzüme yerleşti. Dreamer direnç duvarlarımın gücünü sınıyordu. Onlarda nasıl bir gedik açacağını çok iyi biliyordu.
Gülümsemesinde, sanki bana vuruverecekmiş gibi zalimce bir hava vardı. Alçak sesle, "Senin gibi biri, hastalandığında, dikkatleri üstüne çekmek ve dünyaya sımsıkı tutunmak için, cerrahlar, yani hâlâ ilkellikten çıkamamış bilimin şamalıları tarafından parçalara ayrılmaya hemen hazırdır," dedi. Mideme ani bir yumruk yemiş gibi sersemlemiştim. Dreamer aynı ringde hem rakibim hem de bir hakem edasıyla geri sayar gibi, birkaç saniye geçmesini bekledi.
Tavrını ve ses tonunu beklemediğim bir anda bütünüyle değiştirerek, "Tabloyu anımsıyor musun?" diye sordu. Ağzından çıkan her sözü beni şaşkına çevirmeye yetiyordu. Şimdiye dek hiç kimsede görmediğim, birdenbire ve ustalıkla yapılan böylesine ani değişimlere asla alışamayacaktım. Yepyeni bir kişiliğe bürünmesi ve bir saniye sonrasına bir saniye öncekinin tek bir atomunu bile taşımadan geçebilme yeteneği beni hayrete düşülüyordu. Birden, sözünü ettiğinin, şu an içinde bulunduğumuz camdan bahçeye girmeden önce hayranlıkla seyrettiğim tablo olduğunu anladım. Boğulmadan hemen önce, sudaki yansımasına hayranlıkla bakan Narcissos'un görüntüsü zihnimde yeniden canlandı.
Dreamer, "Bu. kendi görüntüsüne kapılıp kalmış insanın simgesel bir öyküsüdür," derken, O'nun ani konu ve tutum değişimine hâlâ uyarlamayı başaramadığım yüz kaslarımın olağanüstü çabası karşısında çok eğlendiğini saklamaya gerek bile duymamıştı. "Narcissos'un masalı, dünyanın bir kurbanı olan insan metaforudur." Ardından konuşmasını sürdürerek, genel inanışın aksine, bana Narcissos'un kendisine değil, onun salt bir yansıma olduğunu fark etmediği sudaki görüntüye âşık olduğunu açıkladı. Kendisi dışında bir varlık gördüğüne inanarak ona sevdalandı ve suya düşüp acıklı bir şekilde öldü.
Dreamer sözlerini,
"Once you realize that the world is the projection of yourself, you are free of it.
Dünyanın kendi yansıman olduğunun farkına vardığında, ondan özgür olursun," diye kesin bir yargıyla tamamladı.
Çok şaşırmıştım. Uygarlığın en önemli efsanelerinden birinin binlerce yıldır yanlış anlaşılması nasıl mümkün olabilirdi? Böylesine basit bir açıklama nasıl gözden kaçırılabilirdi?
Dreamer'ın yanında, Sokrates'la son bulan bu devler çağının ve teselli mahiyetindeki felsefenin insana rahatlama sunan bulunuşunun sesini duydum.
Bu bilginin yankıları bizlere ulaşmak için zaman okyanusunu aşıp gelmesine rağmen, bizler insanın gerçek durumunu ortaya koyan ezeli masallarını yanlış anlamayı sürdürüyorduk. Efsanesi aslında, dünyanın sıradan vizyonuna sahip olmanın aptallığına ve tehlikelerine karşı bir çığlık olmasına rağmen, biz Narcissos'u ısrarla kendini beğenmişliğin temel bir örneği olarak kabul ediyoruz. Dreamer'ın birçok kez bana anlatmaya çalıştığı şey şimdi aklıma çok daha derinlemesine giriyordu. Narcissos'un öyküsü, altüst etme okulunun bir bildirişiydi; tıpkı Aziz Pietro'nun çarmıha gerilişini ve Aziz Paolo'nun düşmesini tablolarını yapması için Caravaggio'ya ilham veren bildiri gibi.
"Kendimizin dışındaki bir şeye âşık olup kendi varlığımıza olan inancı unutmak, bağımlı olan bir dünyanın karmaşası içinde kendimizi yitirmek, kişisel gerçekliğimizin tek yaratıcısının kendimiz olduğunu unutmak demektir."
Sözlerini vurgularcasma, "Bizim dışımızda başka bir dünya yoktur, her karşılaştığımız, her gördüğümüz ve her dokunduğumuz şey aslında sadece bizi yansıtmaktadır. İnsanın yaş ant ısındaki diğer kişiler, olaylar ve durumlar, onun koşullarını açığa çıkarır." dedi.
Dünyayı suçlamak; ondan yakınmak, kendini haklı göstermek ve saklanmak, düşmüş bir insanlığın göstergeleridir; 'gerçek' bir iradenin yokluğu, bağımlı olmanın kesin belirtileridir.
Beni hazırlıksız yakalayarak, "Narcissos da Adem gibi elmayı yedi!" dedi. Önce dört bin yıllık yaratılış öyküsüne yanaşıp, hemen ardından ani bir sıçrayışla klasik Yunan döneminin en eski efsanelerinden birine atlayarak, uzak dünyalar arasındaki zaman ve mekân uçurumlarını böyle tek bir adımla geçtiğinde, beni.n O'na ayak uydurmam güçleşiyordu.
"O da, Adem gibi, bir dış dünyanın var olduğuna inanmıştı."
Kültürel açıdan çok farklı olmalarına rağmen, her iki gelenekte de mesaj aynıydı: bir dış dünyaya inanmak demek, onun kurbanı olmak ve onun tarafından yutulmak anlamına geliyordu.
Dreamer, "Dünyayı her an sen yaratıyorsun!" diye sözlerini sürdürdü. "Narcissos 'un kendi yansımasını gördüğü su birikintisi dış dünyadır. Onun gerçek olduğuna inanmak, onu ne pahasına olursa olsun benimsemek, kişinin kendi gölgesine bağımlı olması anlamına gelir. Böylece kendi ellerinle yarattığın şey seni nefessiz bıraktığı sürece, sen yaratanken yaratılan, düşleyenken düşlenen ve efendiyken köle haline geleceksin."
Dreamer'ın, bu efsaneleri keşfetmemi sağladığı mesajlarını, hem kutsal kitabın çağlar öncesinden gelen öykülerinde, hem de Frankenstein, Alice Harikalar Diyarında, Blade Runner gibi yeni öykülerde bulunduğunu anımsadım.
"Adem ve Havva 'nın cennetten kovulması her anda olur. Dünyevi yaşam bizi ele geçirdiğinde, biz de onu yaratanın biz olduğumuzu unuttuğumuz her anda, sürekli cennetten kovuluyoruz. Yaratılan ancak bu aşamada karşı saldırıya geçer ve isyan eder. Bu ilk günahtır, sebeple sonucun yer değiştirdiği, bağışlanmaz ölümcül günah.
İnsan bütün ve gerçek bir varlıktır... bu, onun kendisine egemen olduğundandır; olayların görünür dinamizmi ve konumların çeşitliliği yerine, insan dünyanın kendisinin aynası olduğunu bilir.
İster iyi, ister kötü olsun, güzel veya çirkin, doğru veya yanlış, kişinin karşılaştıklarının hiçbiri, gerçeklik değil, kendi yansımasıdır." Dreamer bunları söylediğinde, ses tonundan buluşmamızın sonuna geldiğimizi anlamıştım. Benden ayrılmak üzereydi.
"Herkes kendinde neyi ekerse daima ve yalnızca onu biçer. Tohum da, harman da sensin. İşte bu nedenle tarihteki bütün devrimler hep başarısızlığa uğramıştır. Onlar dünyayı dıştan değiştirmeye kalkıştılar, su birikintisindeki görüntünün gerçek olduğunu sandılar."
Do not rely anymore on the world for help. Go beyond it! Only those who have gone beyond the world can improve the world.
Bundan böyle yardım almak için dünyaya bel bağlama. Sen onun ötesine geç! Dünyayı geliştirenler, ancak dünyanın ötesine geçenlerdir.
Sözlerinin burasında bir süre durakladı. Sonra bana bir kez daha, "Ötesine geç!" diye buyurdu ve yine sessizliğe büründü. Aşmak için dünyanın ötesine geç! Bunun anlamı ne olabilirdi acaba?
"İnsan yüzyıllardır, kendi yansıttığı filmdeki görüntüleri değiştirebileceğine inanarak ekranı tırnaklarıyla kazıdı. "
Sayısız insan neslinin tarihin yönünü neden değiştiremediğinin yanıtı bana bir gümüş tepside sunulmuştu. Acı bir alay içeren bu bakış açısı, işkencelerin, kavgaların ve kahramanlıkların sonsuz öyküsünü tek bir yargıyla özetliyordu: devasa, yararsız bir saçmalık.
Hiç beklemediğim bir nezaketle bana,
"Sen, bu delilikten vazgeç! Savaşları, devrimleri, ekonomik, politik ve sosy'al reformları unut. Her olanın ardındaki gerçek nedenle ilgilen. Düşlenenle değil, içindeki düşleyenle ilgilen. En büyük devrim, tüm girişimlerin en büyüğü, hatta tek ve en anlamlı olanı, kendini değiştirmektir," dedi.
Tanrılar Okulu - Stefaııo E. D'Anna