YENİ DÜNYA DÜZENİ
O anki bir doğa kanunuymuş
gibi, her yüzyılda tüm uluslararası sistemi kendi değerlerine göre
yeniden biçimlendirecek kuvvet, irade ve entellektüel ve moral güce
sahip olan bir ülke ortaya çıkmaktadır. XVII. Yüzyılda Kardinal
Richelieu’nün yönetimindeki Fransa, uluslararası ilişkilere, ulus-devlet
kavramına dayanan ve nihai amaç olarak ulusal çıkarlardan güç alan
modern bir yaklaşım getirmiştir. XVIII. Yüzyılda, Büyük Britanya,
sonraki 200 yıl boyunca Avrupa diplomasisine egemen olan güç dengesi
kavramını geliştirmiştir. XIX. Yüzyılda, Metternich’in Avusturyası,
Avrupa Anlaşması’nı yeniden kurmuş ve Bismarck’ın Almanyası da Avrupa
diplomasisini soğukkanlı güç politikası oyununa döndürerek bu anlaşmayı
yıkmıştır.
XX. yüzyılda, uluslararası ilişkileri hiç bir ülke Birleşik Devletler
kadar kesin, fakat aynı zamanda kararsız bir şekilde etkilememiştir.
Hiçbir toplum, onun kadar başka devletlerin içişlerine karışmama
ilkesinde veya kendi değerlerinin bütün dünyaca uygulanması düşüncesinde
onun kadar ateşli olmamıştır. Hiçbir ülke, kendi diplomasisinin
bugünden yarına uygulamasında onun kadar pragmatik veya tarihsel ahlak
görüşlerinin izlenmesinde onun kadar ideolojik olmamıştır. Hiçbir
devlet, örneği olmayan genişlikteki bir anlaşma ve yükümlülükler altına
girerken kendi dışındaki işlerle uğraşmak konusunda onun kadar isteksiz
hareket etmemiştir.
Amerika’nın, tarihi boyunca sahip olduğunu düşündüğü kendine özgü
özellikler, dış politikaya karşı iki birbirine zıt tavır yarattı:
Birincisi, Amerika’nın kendi değerlerine göre en iyi şekilde kendi
ülkesinde demokrasiyi kusursuz hale getirip, böylece insanlığın geri
kalanı için bir ışıldak olarak hizmet edebileceği görüşüdür. İkincisi
ise, Amerika’nın değerlerinin, ülkeye, bunları bütün dünyaya yayma
yükümlülüğü getirdiği görüşüdür. Temiz bir geçmişe hasretle, mükemmel
bir geleceğe istek arasında bocalayan Amerikan düşüncesinde, her ne
kadar II. Dünya Savaşı’ndan beri karşılıklı bağımlılığın gerçekleri ağır
basmakta ise de, yalnızlık politikası ile yükümlülüklere girme
politikası arasında bir saat rakkası gibi gidip gelmektedir.
Her iki düşünce ekolü – yani
Amerika’nın aydınlatıcı bir ışıldak olması veya kendi değerlerini bütün
dünyaya yayma görevi yapması – demokrasi, serbest ticaret ve
uluslararası hukuka dayanan bir küresel uluslararası düzeni, normal
düzen olarak öngörmektedir. Böyle bir sistem hiç var olmadığından bunun
yaratılması gerekmektedir ve bu, diğer uluslara aptalca değilse bile,
daima ütopik olarak görünmüştür. Ancak yabancıların şüpheciliği, Woodrow
Wilson, Franklin Roosevelt yahut Ronald Reagan’ın veya XX. Yüzyılda her
hangi bir Amerika başkanının idealizmini hiçbir zaman söndürememiştir.
Bu şüpheciliğin bir etkisi olduysa, bu ancak Amerika’nın, tarihinin
üstesinden gelinebileceği ve dünya gerçekten barış istiyorsa, Amerikan
ahlaki reçetelerini uygulamasının şart olduğuna olan inancını
güçlendirmek olmuştur.
Her iki düşünce ekolü de Amerikan deneyimi ürünleridir. Her ne kadar
başka cumhuriyetler mevcut idiyse de, hiçbirisi, Amerika gibi özgürlük
fikrini yüceltmek için bilinçli bir şekilde kurulmamıştır. Hiçbir
ülkenin halkı, Amerikan halkı gibi özgürlük ve herkese refah sağlanması
adına yeni bir kıtanın liderliğine soyunmamış ve onun vahşi doğasının
terbiye etmeye kalkışmamışlardır. Böylece, yalnızlık veya misyonerlik
şeklindeki iki görüş, birbirinin zıttı gibi görünüyorsa da, temelde
yatan ortak bir inanışı yansıtmaktadır: Birleşik Devletler, dünyadaki en
iyi yönetim sistemine sahiptir ve insanlığın geri kalan bölümü, ancak
geleneksel diplomasiyi terkedip, onun uluslararası hukuk ve demokrasiye
olan saygısını kabul ederse, barış ve refaha kavuşabilir.
Amerika’nın uluslararası politika deneyimi, inancın deneyime karşı bir
zaferi olmuştur. Amerika 1917’de dünya politikası arenasına adım
attığından beri güç bakımından o kadar ağırlığını hissettirmiş ve
ideallerinin doğruluğuna o kadar inanmıştır ki, Milletler Cemiyeti ve
Briand-Kellogg Paktı’ndan, Birleşmiş Milletler Antlaşması ve Helsinki
Nihai Senedi’ne kadar bu yüzyılın başlıca uluslararası anlaşmaları,
Amerikan değerlerinin hayata geçirilmesi niteliğindedir. Sovyet
komünizminin çöküşü ise, Amerikan ideallerinin entelletüel haklılığını
doğrulamış ve Amerika’yı tarihi boyunca yüzyüze gelmekten kaçındığı
türde bir dünya ile karşı karşıya getirmiştir. Ortaya çıkan uluslararası
düzende, milliyetçilik yeni hayat bulmuştur. Uluslar, yüksek ilkeler
yerine, daha sık olarak kendi çıkarlarının takipçisi olmuşlar ve
işbirliği yapmak yerine daha çok rekabet yolunu seçmişlerdir. Bu eski
davranış biçiminin değiştiğini veya ilerideki onyıllarda
değişebileceğini gösteren çok az belirti vardır.
Ortaya çıkan dünya düzeninde yeni olan şey, Birleşik Devletler’in, ilk
kez olarak, ne dünyadan elini eteğini çekebilmekte, ne de ona
hükmedebilmekte olmasıdır. Amerika, tarih boyunca üstlendiği rolü nasıl
algıladığını değiştiremez; bunu istememelidir de. Amerika uluslararası
arenaya girdiği zaman yeniydi, kuvvetliydi ve uluslararası ilişkilere
bakış biçimini dünyaya kabul ettirme gücü vardı. 1945’te II. Dünya
Savaşı son bulduğunda, Amerika o kadar güçlüydü ki (bütün dünya ekonomik
üretimin %35’i Amerika’ya aitti) dünyaya, kendi tercihlerine göre şekil
vermesi kaçınılmaz görünüyordu.
1961’de John F. Kennedy,
Amerika’nın, özgürlüğünün başarısı için “her bedeli ödeyecek, her yükü
çekecek kadar” kuvvetli olduğunu söyledi. Otuz yıl sonra, Birleşik
Devletler bütün isteklerinin hemen gerçekleştirilmesi için ısrarlı
olacak bir konumda değildir. Diğer ülkeler büyüyerek Büyük Devlet
statüsüne kavuştular. Artık Birleşik Devletler, amaçlarının her biri
Amerikan değerleri ve jeopolitik gerekliliklerin birer karışımı olan
aşamalarla gerçekleştirmenin zorluklarıyla karşı karşıyadır. Yeni
gerekliliklerden birisi, birbirine denk güçte birçok devletten oluşan
bir dünyanın düzenini, bir denge kavramı üzerine oturtmak zorunda
olmasıdır ki, Amerika, hiçbir zaman bu fikri rahatlıkla içine
sindirememiştir.
Dış politikaya ilişkin Amerikan düşünce biçimi ile Avrupa diplomatik
gelenekleri, 1919 Paris Barış Konferansı’nda karşı karşıya gelince,
tarihi deneyimdeki farklılıklar, dramatik bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Avrupalı liderler, var olan sistemi bilinen yöntemlerle tekrar kurmak
isterken, Amerikan barış kurucuları, Büyük Savaş’ın başa çıkılması zor
jeopolitik uyuşmazlıkların değil, Avrupa’nın kusurlu uygulamalarının
sonucu olduğuna inanmaktadırlar. Meşhur Ondört Nokta’sında Woodrow
Wilson, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik
self-determinasyon prensibine, devletlerin güvenliklerinin askeri
anlaşmalarla değil, ortak güvenlik sistemine ve diplomasilerinin de
uzmanlar tarafından gizlice yürütülmeyip, “açıkça varılan antlaşma”
esaslarına dayandırılmasını Avrupalılardan istemiştir. Açıkça görülüyor
ki Wilson, Paris’e, savaşı sona erdirme şartlarını tartışmak veya var
olan uluslararası düzeni yeniden kurmak için değil, hemen hemen
üçyüzyıldan beri uygulanan bu uluslararası ilişkiler sistemini
değiştirmek için gelmişti.
Amerikalılar, dış politika hakkında düşünmeye başladıklarından beri,
Avrupa’nın çektiği sancıları, hep güç sistemi dengesi sistemine
bağlamışlardır. Avrupa’nın da, Amerikan politikası ile ilk kez
ilgilenmek zorunda kaldığı zamandan beri, Avrupalı liderler, Amerika’nın
kendine tanıdığı küresel reform misyonuna kuşku ile bakmışlardır. Her
iki taraf da, sanki diğer taraf diplomatik davranış biçimini serbestçe
seçmiş ve daha akıllıca veya saldırgan, sanki daha kabul edilebilir
başka bir davranış biçimi seçebilirmiş gibi davranmıştır.
Gerçekte, dış politikaya
Amerika’nın ve Avrupa’nın yaklaşımları, kendi koşul ve çevrelerinin
ürünüdür. Amerikalılar, yağmacı güçlerden iki geniş okyanusla korunmuş
ve zayıf ülkelerle komşu olan hemen hemen boş bir kıtaya
yerleşmişlerdir. Amerika, denge kurulmasını gerektiren herhangi bir
güçle karşılaşmadığından, liderleri de, Avrupa koşullarını tekrarlamak
gibi garip bir fikre saplansalar bile, arkasını Avrupa’ya dönmüş bir
halk topluluğu arasında denge sorunlarıyla ilgilenemezlerdi.
Avrupa ülkelerine acı çektiren güvenlik konusundaki çıkmazlar,
Amerika’da yüz elli yıl boyunca hemen hemen hiç hissedilmemiştir.
Hissedildiği zaman ise, Amerika Avrupa ülkeleri tarafından çıkarılan
dünya savaşlarına iki kez girmiştir. Amerika’nın her savaşa girişinde,
güç dengesi, daha evvel işlemez hale gelmiş ve şu paradoksu yaratmıştır:
Bir çok Amerikalının beğenmediği güç dengesi, kuruluş maksadına uygun
çalıştığı sürece, Amerika’nın güvenliğini sağlamış ve çalışmayınca da
Amerika’yı uluslararası politikaya çekmiştir.
Avrupa ulusları, güç dengesi politikasını, doğuştan var olan
kavgacıkları veya Eski Dünya’nın entrika düşkünlüğü nedeniyle
ilişkilerini düzenleme aracı olarak seçmiş değildir. Demokrasiye önem
verme ve uluslararası hukuk, Amerika’nın kendine özgü güvenlik
duygusunun bir sonucu ise, Avrupa diplomasisi de döğülerek şekil verilen
demir gibi zorluk altında biçim almıştır.
Avrupa, ilk tercihi olan Orta Çağ’ın dünya imparatorluğu rüyası çökünce
ve eski hayallerin külleri içinden aşağı yukarı birbirine denk güçte
devletler ortaya çıkınca, ister istemez güç dengesi politikasını kabul
etmek zorunda kalmıştır. Bu şekilde kurulan bir grup devlet, birbiriyle
uğraşmak zorunda kalınca yalnızca iki olasılık ortaya çıktı: Ya bu
devletlerden birisi, çok güçlenerek diğerlerini egemenliği altına alacak
ve bir imparatorluk yaratacaktır veya hiç bir devlet bu amacı
gerçekleştiecek kadar güçlenmeyecektir. İkinci olasılıkta, uluslararası
topluluğun en saldırgan üyesinin istekleri diğer devletlerin bir araya
gelmesiyle, başka bir deyişle, güç dengesi yoluyla kontrol altında
tutulmuştur.
Güç dengesi sistemi,
krizleri, hatta savaşları önlemek iddiasında değildir. Düzgün işlediği
zaman, hem bir devletin hem de diğerlerini egemenliği altına alma
arzusunu, hem de anlaşmazlıkları sınırlamak amacındadır. Bu sistemin
amacı, barıştan çok istikrarın va aşırılıklardan kaçınmanın
sağlanmasıdır. Bir güç dengesi düzenlemesi, tanımı gereği uluslararası
sistemin her üyesini tatmin etmez. Fakat hoşnut olmayan tarafın
hoşnutsuzluğu, uluslararası düzenin bozmaya kalkışacağı düzeyin altında
kaldığı sürece, sistem iyi çalışmış demektir.
Güç dengesi teorisyenleri, bu sistemin, uluslararası ilişkilerin doğal
şekli olduğu izlenimini yaratmaktadırlar. Gerçekte, insanlık tarihinde
güç sistemleri çok seyrek olarak yer almıştır. Batı yarımküresinde hiç
görülmemiştir; çağdaş Çin topraklarında ise, iki bin yıl önceki savaşçı
devletler devrinden beri güç sistemi dengesi olmamıştır. İnsanlığın
büyük bölümü ve tarihin en uzun devreleri için tipik devlet modeli,
imparatorluktur. İmparatorluklar ise, uluslararası sistem içinde hareket
etmeye ilgi duymazlar, bizzat kendileri uluslararası sistem olmak
çabası içindedirler. İmparatorlukların güç dengesine gereksinimi yoktur.
Birleşik Devletler, Asya’da Amerikalarda ve Çin tarihinin çoğu
döneminde dış politikalarını böyle yürütmüştür.
Batı’da güç dengesi sistemlerinin uygulandığı örneklere, eski
Yunanistan’ın ve Rönesans İtalya’sının şehir devletleri arasındaki
sistemde ve 1648 Vestfalya Barış Antlaşması’nın ortaya çıkardığı Avrupa
Devlet Sistemi'nde rastlanır. Bu sistemlerin ayırıcı özelliği, birbirine
denk güçte devlerin var olması gerçeğini yücelterek, dünya düzeni için
yol gösteren bir ilke haline getirmek olmuştur.
Entellektüel olarak da güç dengesi kavramı, Aydınlanma Döneminin belli
başlı politik düşüncelerinin inançlarını yansıtmaktadır. Bu düşünürlerin
görüşlerine göre, politik dünya dahil, tüm evren, her biri diğerini
dengeleyen akılcı prensiplere göre yönetilmektedir. Mantıklı insanlar
tarafından görünüşte rastlantısal olarak yapılan eylemler, sonunda ortak
iyiliğe dönüşmektedir. Otuz Yıl Savaşları'nı izleyen neredeyse sürekli
anlaşmazlıklarla dolu yüzyılın ise, bu görüşü desteklediği pek
söylenemez.
Adam Smith, Ulusların
Zenginliği (The Wealth of Nations) kitabında, “görünmeyen bir elin”
bencil kişisel ekonomik eylemleri damıtarak, bunu genel ekonomik refaha
dönüştürdüğünü söylemektedir. Madison, Federalist Yazılar’da, kendi
çıkarlarını bencilce savunan bir çok politik “hizbin”, yeterince büyük
bir cumhuriyette, sonunda bir çeşit otomatik mekanizma yoluyla bir iç
uyum yaratabileceğini savunmuştur. Montesquieu tarafından algılandığı ve
Amerikan Anayasası’nda somutlaştığı biçimiyle, kuvvetler ayrılığı ve
kontrol ve denge (checks and balances) kavramları da aynı görüşü
yansıtmaktadır. Kuvvetler ayrılığından maksat, uyumlu bir yönetime
ulaşmak değil, diktatörlüğü önlemektir; hükümetin her kanadı kendi
çıkarını temsil ederken aşırılıkları sınırlar ve böylece ortak iyiliğe
hizmet eder. Aynı prensipler, uluslararası ilişkilere de uygulanacaktı.
Kendi bencil çıkarını savunan her devletin, sanki seçme özgürlüğü
sağlanınca görünmeyen bir el herkesin refahını garanti ediyormuş gibi,
ilerlemeye katkıda bulunacağı varsayılıyordu.
Bir yüzyıl boyunca, bu beklenti gerçekleşmiş görünmektedir. Fransız
Devrimi ve Napoleon Savaşları’nın sebep olduğu karışıklıktan sonra,
Avrupa liderleri güç dengesini 1815 Viyana Kongresi ile sağladılar ve
uluslararası işbirliğini ahlaki ve hukuki bağlarla daha ılımlı hale
getirerek, kaba kuvvete olan güveni de yumuşattılar. Bununla beraber,
XIX. Yüzyılın sonuna kadar Avrupa güç dengesi sistemi, yeniden güç
politikasının ilkelerine dönerek daha da acımasız bir çevre yarattı.
Düşmanını küstahlıkla sindirmek, diplomasinin geçerli metodu haline
geldi ve kuvvet gösterileri birbirini izledi. Sonunda 1914’te kimsenin
bir adım geri atamayacağı bir kriz doğdu. I. Dünya Savaşı felaketinden
sonra, Avrupa hiçbir zaman dünya liderliğini elde edemedi. Birleşik
Devletler diplomaside egemen oyuncu olarak sahneye çıktı; fakat Woodrow
Wilson, ülkesinin oyunu, Avrupa kurallarına oynamayı reddettiğini açıkça
belirtti.
Birleşik Devletler, tarihinde hiçbir zaman bir güç dengesi sistemine
katılmadı. İki dünya savaşından önce, Amerika, güç dengesinin diplomatik
manevralarından uzak durup, canı istediğinde bunu eleştirmenin keyfini
de çıkarırken, güç dengesinden yararlandı. Soğuk Savaş sırasında,
Amerika Sovyetler Birliği ile güç dengesi sisteminden büsbütün farklı
prensiplerin geçerli olduğu iki kutuplu bir dünyada, çatışmanın ortak
iyiliğe hizmet ettiği hiçbir şekilde ileri sürülemez; bir tarafın
kazancı, öbür tarafın kaybıdır. Amerika Soğuk Savaş’ta, savaş yapmadan
zaferi gerçekleştirmiştir. Öyle bir zafer ki, şimdi Amerika’yı George
Bernard Shaw’un söylediği çıkmazla karşı karşıya getirmektedir: “Hayatta
iki tradeji vardır: Biri gönlünün istediğine kavuşamamak, diğeri de ona
kavuşmaktır.”
Amerikan liderleri, kendi
değerlerini o kadar doğal bir şeymiş gibi kabul etmişlerdir ki, bu
değerlerin başkalarına ne kadar devrimci ve herşeyi yerinden oynatacak
nitelikte göründüğünü kavrayamamışlardır. Ahlaka uygun hareket etme
ilkesinin uluslararası uygulamalarda da tıpkı bireyler arasında olduğu
gibi geçerli olduğunu başka hiçbir toplum ileri sürmemiştir ki, bu fikir
Richelieu’nün (raison d’état) Ulusal Güvenlik Çıkarının tam karşıtıdır.
Amerika’ya göre, savaşı önlemek diplomatik meydan okuma olduğu kadar,
hukuki bir sorundur ve Amerika’nın karşı çıktığı bu tür bir değişme
olmayıp, değişmenin sağladığı yöntem, özellikle de kuvvet uygulamasıdır.
Bir Bismarck veya bir Disraeli, dış politkanın, içerikten çok yönteme
ilişkin olduğu fikrini anlayabilselerdi, bunu çok saçma bulurlardı.
Dünyada hiçbir ulus, Amerika kadar kendini ahlaki değerlere bağlamış
değildir. Dünyada başka hiçbir ülke tanımı gereği mutlak olan değer
yargıları ile bunların uygulaması gereken somut durumlar arasındaki
boşluğu doldurmak için kendine bu kadar eziyet etmemiştir.
Soğuk Savaş boyunca Amerika’nın dış politikaya yaklaşımı var olan soruna
hayret edilecek bir şekilde uygun düşüyordu yalnız bir ülke, Birleşik
Devletler, komünist olmayan dünyanın savunmasını organize etmek için
politik, ekonomik ve askeri tüm araçlara sahipti. Böyle bir konumdaki
bir ulus, görüşlerinde ısrarlı olabilir ve daha az önemli ulusların
devlet adamlarıyla ters düşme probleminden de çoğunlukla kaçınabilir: Bu
devletlerin sahip oldukları araçlar, onların umutlarına göre daha az
ihtiraslı amaçlar izlemelerini ve bu amaçlara bile aşamalar halinde
yaklaşmalarını zorunlu kılar.
Soğuk Şavaş dünyasında
geleneksel güç kavramı kökünden yıkıldı. Genellikle tarih, çoğu zaman
birbiriyle simetrik olan bir askeri, siyasi ve ekonomik güç sentezi
göstermiştir. Soğuk Savaş devrinde gücün farklı elemanları birbirinden
oldukça bağımsız bir hale geldi. Eski Sovyetler Birliği, askeri bir
süper güç iken, ekonomik bakımdan bir cüceydi. Yine Japonya örneğinde
olduğu gibi bir ülke ekonomik bakımdan bir dev iken, askeri bakımdan adı
bile geçmeyebilirdi.
Soğuk Savaş sonrası dünyada, gücün çeşitli unsurlarının, daha uyumlu ve
daha simetrik bir şekilde büyümeleri almaları olasıdır. Birleşik
Devletler’in göreceli askeri gücü zamanla azalacaktır. Belirgin bir
düşmanın olmaması, kaynakların savunmadan diğer öncelikli alanlara doğru
yönelmesi için iç baskıları ortaya çıkaracaktır ki, bu süreç hala
başlamış durumdadır. Tek bir tehdit olmadığı zaman, her ülke kendisine
yönelen tehlikeleri, kendi ulusal perspektifi içinde kavrayacak,
Amerikan koruması altında yaşayan ülkeler, kendi güvenlikleri için daha
büyük sorumluluk yüklenme zorunluluğunu hissedeceklerdir. Böylece yeni
uluslararası sistemi bunun gerçekleşmesi birkaç on yıl alabilirse de
askeri alanda bile bir dengeye doğru işleyecektir. Bu eğilimler,
Amerikan egemenliğinin gittikçe azaldığı ekonomi alanında daha da
belirgin olacak ve Birleşik Devletler’e meydan okuma daha güvenli
sayılacaktır.
XXI. yüzyılın uluslararası sistemi, görünüşte bir karşıtlıklar sistemi
olacaktır: Bir tarafta bölünmeler, diğer tarafta ise giderek artan
küreselleşme. Devletler arasındaki ilişkiler düzeyinde ise, yeni düzen,
Soğuk Savaş’ın katı kalıplarından çok XVIII. Ve XIX. Yüzyıl Avrupa
devlet sistemine benzeyecektir. Yeni düzen, en az altı büyük güçten –
Birleşik Devletler, Avrupa, Çin, Japonya, Rusya ve olasılıkla Hindistan –
ve küçük ve orta büyüklükteki birçok devletten oluşacaktır. Aynı
zamanda uluslararası ilişkiler ilk kez gerçekten küreselleşmiş
olmaktadır. Günümüzde haberleşme anında yapılmakta, dünya ekonomisi
bütün kıtalarda eşzamanlı olarak işlemektedir. Nükleer yayılma, çevre,
nüfus artışı ve ekonomik karşılıklı bağımlılık gibi ancak tüm dünya
bazında çözümlenebilecek yeni bir sorunlar dizisi su yüzüne çıkmıştır.
Amerika için, önemli ülkeler arasındaki çok farklı tarihi deneyimleri ve
farklı değerleri uzlaştırmak yeni bir deneyim ve aynı zamanda geçen
yüzyılın yalnızlık politikalarından ve Soğuk Savaş’ın de facto
hegemonyasından temel bir ayrılış olacaktır ki, bu kitabın aydınlatmaya
çalıştığı konuda da bu ayrılıştır. Aynı ölçüde diğer belli başlı
oyuncular da, yeni ortaya çıkan dünya düzenine uyum sağlama
güçlükleriyle karşı karşıyadırlar.
Modern dünyanın çok devletli
bir sistemi işleten tek parçası olan Avrupa, ulus – devlet, egemenlik
ve güç dengesi kavramlarını yaratmıştır. Bu kavramlar üç yüzyılın büyük
bölümünde uluslararası uygulamalara egemen olmuştur. Ancak artık
Avrupa’nın eski raison d’etat uygulayıcılarından hiçbirisi ortaya çıkan
yeni uluslararası düzende önemli rol alacak kadar güçlü değildirler. Bu
göreceli zayıflıklarını dengelemek için birleşmiş tek bir Avrupa
yaratmaya çalışmaktadırlar ki, bu çaba enerjilerinin büyük bölümünü
tüketmektedir. Başarılı olsalar bile küresel sahnede birleşmiş tek
Avrupa’nın küresel sahnede işlemesi için hazır, otomatik olarak
uygulanabilecek bir kılavuz yoktur; çünkü daha önce böyle bir siyasi
oluşum hiçbir zaman var olmamıştır.
Bütün tarihi bayunca Rusya özel bir durum oluşturdu. Rusya, Fransa ile
Büyük Britanya, durumlarını sağlamlaştırdıktan çok sonra, Avrupa
sahnesine girmiş ve Avrupa diplamasisinin geleneksel prensiplerinden
hiçbirisi onun için geçerli olmamıştır. Üç farklı kültür alanına komşu
olan Rusya – Avrupa, Asya ve İslam dünyası - , bu üç grup insandan
oluşan nüfusu ile hiçbir zaman Avrupa’nın anladığı anlamda bir ulus –
devlet olamamıştır. Yöneticileri tarafından komşu ülkelerin toprakları,
kendi topraklarına katılan ve bu suretle devamlı sınırları değişen
Rusya, herhangi bir Avrupa ülkesi ile kıyaslanamaz büyüklükte dev bir
imparatorluk olmuştu. Üstelik, heryeri fetihle topraklarına yeni,
huzursuz ve Rus olmayan asi etnik gruplar katılmış ve devletin karakteri
dedeğişmiştir. Rusya’nın kendisini, dış güvenliğine yönelebilecek olası
bir tehditle ilgisi olmayan bir büyüklükte dev ordular beslemek zorunda
hissetmesinin nedenlerinden birisi de budur.
Saplantılı güvensizlik duygusu ile coşku ve Avrupa istekleri ile
Asya’nın çekici yönleri arasında bocalayan Rusya, Avrupa dengesinde her
zaman bir rol almıştır; fakat duygusal olarak hiç bir zaman onun bir
parçası olmamıştır. Fetih ve güvenlik gereksinimleri, Rus liderlerin
kafasında birleşmiştir. Viyana Kongresi’nden buyana Rusya İmparatorluğu,
silahlı kuvvetlerini, diğer önemli devletlerden daha sık bir şekilde
yabancı topraklarda tutmuştur. Analizciler çoğu zaman Rus
yayılmacılığını güvensizlik duygusuna yormaktadır. Fakat Rus yazarlar
Rusya’nın dış dünyaya doğru baskısını bir nevi misyonerlik hizmeti
olarak görmüşlerdir. İlerleyen Rusya , nadir olarak bir sınır duygusuna
sahip olmuş ve hareketi önlenince de kızgınlık göstermiştir. Tarihi
boyunca Rusya her zaman fırsat kollayan bir devlet konumunda olmuştur.
Komünizm sonrası Rusya, kendisini tarihte benzeri olmayan sınırlar
içinde bulmuştur. Avrupa gibi Rusya da, enerjisinin çoğunu kimliğini
yeniden tanımlamaya harcayacaktır. Acaba tarihi ritmine dönme ve
kaybettiği imparatorluğunu yeniden kurma arayışı içinde olacak mı?
Ağırlık merkezini doğuya kaydıracak ve Asya diplomasisinde daha aktif
bir rol alacak mı? Hudutları çevresindeki ve özellikle de çalkantılı
Ortadoğu’daki karışıklıklara karşı hangi prensip ve metodlarla tavır
alacak? Rusya dünya düzeni için her zaman gerekli olacaktır ve bu
sorulara verilecek cevaplarla bağlantılı olarak ortaya çıkacak
kaçınılmaz karmaşada, dünya düzenine karşı potansiyel bir tehdit de
oluşturacaktır.
Çin de, kendisi için yeni
olan bir dünya düzeni ile yüzyüzedir. İkibin yıl boyunda Çin
İmparatorluğu, kendi dünyasına tek bir imparatorluk egemenliği altında
birleştirmiştir. Bu egemenlik zaman zaman aksamıştır da. Çin’de
savaşlar, Avrupa’da olduğu kadar sık olmuştur. Fakat bu savaşlari
imparatorluk üzerinde iddia sahibi kimseler arasında olduğu için
uluslararası savaştan çok, iç savaş niteliğinde olmuş ve er veya geç
yeni bir merkezi gücün ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır.
Çin, XIX. Yüzyıldan önce hiçbir zaman kendisine kafa tutacak güçte bir
komşuya sahip olmamıştır ve böyle bir devletin ortaya çıkabileceğini de
düşünmemiştir. Dışarıdan gelen işgalciler Çinli hanedanları
devirmişlerdir; ancak Çin kültürü içinde öyle bir şekilde
kaybolmuşlardır ki, sonunda Orta Krallık geleneklerini devam
ettirmişlerdir. Çin’de devletlerin eşit bağımsızlığı fikri hiçbir zaman
var olmamıştır; yabancılar barbar kabul edilir ve yalnızca ikinci sınıf
bir ilişkiye tabi tutulurdu. – XVIII. Yüzyılda İngiliz Sefiri Beijing de
böyle kabul edilmiştir. – Çin, dışarıya elçi göndermeyi küçümseyerek
bakmıştır; fakat uzaktaki barbarları yakındaki barbarların hakkından
gelmek için kulllanmada bir sakınca görmemiştir. Ancak bu uygulama
olağanüstü durumlar için geçerli olan bir stratejiydi; Avrupa güç
dengesi gibi işleyen günlük bir sistem değildi ve Avrupa’nın ayırıcı
özelliği olan devamlı diplamatik temsilcilikler kurulması sonucunu da
doğurmadı. Çin XIX. Yüzyılda Avrupa sömürgeciliğinin aşağılanan bir
subjesi olduktan sonra, tarihinde görülmemiş bir şekilde son yıllarda
yeniden II. Dünya Savaşı’ından bu yana çok kutuplu dünya sisteminde
ortaya çıkmıştır.
Japonya da kendisini dış dünyayla olan bütün ilişkilerden uzak
tutmuştur. Japonya, 1854’te Kaptan Matthew Perry tarafından açılana
kadar, geçen beşyüzyıl boyunca, ne barbarları birbirine karşı
dengelemeye, ne de onlar için Çinlilerin yaptığı gibi ikinci sınıf
ilişkiler yaratmaya tenezzül etmişti. Dış dünyadan soyutlanmış olan
Japonya, kendine özgü gelenek ve göreneklerinden gurur duymuş, askeri
geleneğini iç savaşlarla tatmin etmiş, iç yapısını ise, kültürünün dış
tesirlerden hiçbir şekilde etkilenmeyeceği, kendi kültürünün üstün
olduğu ve diğer kültürleri özümlemek yerine, onları bir gün yeneceği
inancına dayandırmıştır.
Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği, kendisi için sürekli bir
güvenlik tehdidi oluştururken, Japonya dış politikasını binlerce mil
ötedeki Amerika’yla birlikte tanımlayabilmiştir. Sorunlarının bolluğuyla
yeni dünya düzeni, geçmişiyle bu derece gurur duyan bu ülkeyi, tek bir
müttefike dayanma politikasını yeniden gözden geçirmeye mecbur
edecektir. Japonya, Asya güç dengesine karşı Amerika’dan daha hassas
olmak zorundadır. Çünkü farklı bir yarımkürede üç değişik yöne
bakmaktadır – Atlantik’e, Pasifik’e ve Güney Amerika’ya -. Japonya için,
Çin, Kore ve Güneydoğu Asya, Birleşik Devletler’den daha farklı bir
önem kazanacak ve Japonya, daha bağımsız ve daha kendine has bir dış
politika başlatacaktır.
Güney Asya’da da büyük bir
güç olarak ortaya çıkan Hindistan’a gelince, bu ülkenin dış politikası
pek çok yönüyle Avrupa sömürgeciliğinin en iyi günlerinin son izlerini
taşımakta ve eski kültürün gelenekleriyle yoğrulmuş bulunmaktadır.
İngilizlerin gelişinden önce, bu ülke, bin yıldır tek bir politik birlik
olarak yönetilmemiş durumdadır. İngilizlerin sömürgeleştirmesi küçük
askeri kuvvetlerle gerçekleştirilmiştir. Çünkü, herşeyden önce yerel
halk, bu kuvvetleri, bir grup işgalcinin yerini, yeni bir grup
işgalcinin alması olarak görmüştür. Ancak tek bir yönetim kurulduktan
sonra, Hindistan’a kendisinin getirdiği halk hükümeti ve kültürel
milliyetçilik değerleri, İngiliz İmparatorluğu’nun altını oymuştur.
Bununla beraber, bir ulus-devlet olarak Hindistan dünya sahnesine yeni
çıkan bir devlettir. Büyük nüfusunu doyurma savaşıyla uğraşan Hindistan,
Soğuk Savaş esnasında bağlantısızlık hareketiyle kendini oyalamıştır.
Fakat artık uluslararası politika sahnesinde büyüklüğüyle uyumlu bir rol
alması gerekmektedir.
Sonuçta, yeni dünya düzenini kurmaları gereken en önemli ülkelerin
hiçbirisinin ortaya çıkmakta olan çok devletli sistem konusunda deneyimi
yoktur. Daha evvel hiç bu kadar çok sayıda farklı algılama biçimini
biraraya getirmesi gereken veya bu kadar küresel çapta bir yeni dünya
düzeni kurulmamıştır. Bunun gibi, daha önceki düzenlerden hiçbirisi
küresel demoktatik düşüncelerle ve çağımızın hızla gelişen teknolojisi
ile tarihten gelen güç dengesi sistemlerinin özelliklerini bir araya
getirmek zorunda olmamıştır.
Geçmişe bakacak olursak, bütün uluslararası sistemlerin kaçınılmaz bir
simetrileri olduğunu görürüz. Bu sistemler birkez kurulunca başka
tercihler yapılmış olsaydı, tarihin nasıl bir gelişme göstereceğini veya
diğer tercihlerin yapılmasının olası olup olmadığını saptamak çok
zordur. Bir uluslararası düzen ilk oluştuğu zaman birçok tercih yolu
henüz açıktır. Fakat yapılan her tercih,geri kalan seçenekler evrenini
daraltır. Karmaşıklık, esnekliği azalttığı için bu ilk tercihler hayati
önem taşır. Uluslararası düzenin Viyana Kongresi’nden sonra ortaya çıkan
düzen gibi kararlı mı, yoksa Vestfalya Barış Antlaşması ve Versay
Antlaşmaları’ndan sonra ortaya çıkan düzenler gibi son derece değişken
mi olacağı sorunu, kurucu toplumların adil kabul ettikleri şartlarla
kendilerini güvende hissetmelerini sağlayan şartları birbiriyle
uzlaştırabilme derecelerine bağlıdır.
Oluşan sistemlerin en istikrarlıları olan Viyana Kongresi sistemi ile
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşik Devletler’in enpoze ettiği sistem,
aynı algılama biçimlerine sahip olma avantajına sahiptirler. Viyana’daki
devlet adamları, o kadar karmaşık ve dev bürokrasi orduları
yönetmektedirler ki, enerjilerinin çoğu amaçların belirlenmesi çabası
içinde değil, yönetim mekanizmasında tüketilmektedir. Bu devlet
adamları, yönetim için gerekli olmayan ve uluslararası bir düzen kurmaya
daha da az uygun olan yetenekleri ile yükselmektedirler. Elde bulunan
yegane çok devletli sistem modeli ise, Batı toplumları tarafından
kurulmuş olandır ve katılanların birçoğu da bu modeli reddedebilir.
Yine de Vestfalya Barış
Antlaşması’ndan günümüze kadar olan ve birçok devlete dayanan dünya
düzenlerinin yükselişi ve çöküşü, çağdaş devlet adamlarının karşı
karşıya bulunduğu sorunları anlamaya çalışırken örnek alınabilecek tek
deneyimdir. Tarih çalışmaları gösteriyor ki, otomatik olarak
uygulanabilecek bir el kitabı yoktur. Tarih, karşılaştırma yoluyla
birbirlerine benzer durumların olası sonuçları üzerine ışık tutar. Fakat
her kuşak hangi durumların karşılaştırılabilir olduğuna da kendisi
karar vermelidir.
Entellektüeller uluslararası sistemlerin çalışmasını analiz ederler;
devlet adamları ise, bu sistemleri kuran kişilerdir. Bir analistin bakış
açısı ile bir devlet adamının bakış açısı arasında büyük farklılık
vardır. Analist hangi sorunu inceleyeceğini kendisi seçebilir; devlet
adamı ise sorunları önünde bulur. Analist açık bir sonuca varmak için ne
kadar zaman gerekiyorsa o kadar zaman kullanabilir; devlet adamı için
asıl sorun zamanın darlığıdır. Analist üzerine risk almaz. Vardığı
sonuçlar yanlış çıkarsa, başka bir inceleme yazabilir. Devlet adamı ise,
tek bir tahmin yapma hakkına sahiptir; yaptığı yanlışlardan geri dönüş
yoktur. Analistin elinde bütün bilgiler vardır ve bunlar analistin
entellektüel gücüne göre değerlendirilir. Devlet adamı ise, doğruluğu
henüz kanıtlanmamış tahminlere göre karar verir; kaçınılmaz değişimi ne
derece akıllıca yönlendirdiğine ve her şeyden önce barışı ne kadar iyi
koruduğuna göre tarih tarafından değerlendirilir. İşte bu yüzden devlet
adamlarının dünya düzeni sorunu ile ne kadar başarılı veya başarısız bir
şekilde ilgilendiklerini araştırmak, çağdaş diplomasiyi anlamanın sonu
değil, belki de başlangıcıdır.