Normal düşünenler olarak insan dünyasının bir kaç duyu üzerine kurulu olduğunu düşünür ve bunu benimseriz. Sağduyulu insanlar olarak gördüklerimizin, duyumsadıklarımızın, duyduklarımızın, kokladıklarımızın gerçek olduğuna inanırız. Bu düşünce tarzı genel bir realizm olarak adlandırılır.
Nesnenin sabitliğine ve özün değişmezliğine inanırız. Realizm bu durumda normal olma sıfatını alır. Bu düşünce dünyanın bizlerden bağımsız olarak varolduğunu sanan sağduyulu insanın genel gerçeğidir. Belirli bir realite içine doğar ve o realitede yaşarız, dolayısıyla onun tek gerçek oduğunu düşünür ve böyle hareket ederiz. Doğal olarak dünyayı düşündüğümüz şekliyle adlandırır ve bu düşünce biçimini geçek sayarız.
Dolayısıyla bilincimiz eylemlerimizin güvenilir bir rehberi olur. Bu düşünceden hareketle gerçeğin deneylerle kanıtlanabileceğine inanırız. Mantığa göre ölçülebilen şey gerçektir. Deney gerçekle eşanlamlılık kazanır. Mantıkçı, gerçeğin yasalarla kurulu bir düzen olduğunu ve bunun böyle kabul edilmesi gerektiğini düşünür.
Doğal-çocuksal bilincin çıkış noktası dışsalı algılamaya ve ıçsele güvenmektir. Bu anlamdaki doğal düşünme tarzı her normal insanın bilinç şeklidir. Neden? Çünkü bu tarz herkesin olan dünyayı ortak algılamasından kaynaklanır. Daha doğrusu genel bir algılama sözkonusudur burada. Dünya genelin algılama mülkiyetidir.
Sağduyulu insanlar olarak dünyayı aynı gerçek olarak algılama gücüne sahibiz. Dolayısıyla dünya genelin mülkiyetidir. Sahip olduğumuz bu düşüncelerle dünyayı genelin mülkiyeti haline getiririz. Sağduyulu insanın mülkiyeti gözüyle gördüklerinden ibarettir. Ya da bir mikroskopla gördüklerinden. Sadece ölçülebilen şeyler tanınma karakterine sahip olurlar. Bu karakter insanın kişiliğiyle bağlantılıdır. Şeyleri tanımlarken onlara içerik veririz. Bu içerik bizim şeyler hakkındakı mantıkçı düşüncelerimizin bir sonucudur. Nesneleri tanıdığımızı, bildiğimizi düşünür ve buna da inanırız, çünkü nesnelere verdiğimiz içeriği, adları ve tanımlama işlevini gerçek sayarız.
Max Stirner (1806-1856) dünya benim mülkiyetimdir derken genelin dünyasından başka bir şey mi ifade etmekteydi?
Stirner’e geçmeden önce Ludwig Wittgenstein’a (1889-1951) kısaca değinmekte bu yazının akışı açısından fayda var. Wittgenstein, eğer dünya sorunu bir dil sorunuysa o zaman bu sorunu temel olarak cözdüğümü düşünüyorum, demişti. Wittgenstein’a göre söylenebilecek ne varsa söylenir. Ama ya söylenemeyecek şey varsa peki? O zaman susmamız mı gerekir? Susmakla neyi ifade edebiliriz? Susmak herhangi bir şey ifade edebilir mi? Ayrıca Wittgenstein ne kadar emindi kendisinden dünya sorunlarını çözdüğünü iddia ederken?
Gerçek denilen şey dünyaya yüklediğimiz dilin bir ürünüdür. Dil ile dünyayı betimler ve dil ile onu algılarız. Oysa dile yüklediğimiz temel önem yani düşünceyle dili eşanlamlı kılmamız bir yanılgı değil midir? Bunu tartışacağız. Stirner ise bize bu tartışmada eşlik edecektir.
Stirner rasyonel dil üzerine kurulu dünyayı son aşamaya kadar yorumlayıp açıkladıktan sonra susar. Düşüncelerin, tinin, ideolojilerin dünyasına hayaletler adını verdikten sonra "beni hiçbir şey ifade edemez" der. "Gerçeğin kriteri benim, ben ise bir düşünce değilim, düşüncenin üstündeyim yani söylenemez bir şeyim." Hayaletler adını verdiği düşünceleri psikolojik bir terim olarak ifade etmemiz gerekirse, adına nevrotik davranış ve psikolojik dengesizlik dememiz gerekiyor. Stirner’in bazen modern bir psikanalizci gibi yazdığını göz önünde tutmalıyız. Çünkü Stirner insanı analiz ederken felsefesini (radikal) bir psikanaliz üzerine kurar.
Dünyaya atılmış etten kemikten somut Ben, ilk aşamada öz iradesiyle ve olanakları, gücü çerçevesinde kendisini yaratmaya çalışacaktır. Buna empirik Ben adını verebiliriz. Bu görünüşteki Ben’dir. Rasyonalizmin laboratuvarında ölçülebilen, bin bir düşünce sahibi olabilen hatta bu düşüncelerin ürünü olan yüzeydeki bir Ben’dir.
Ancak empirik olmayan, hem yaratılan hem de yaratıcı olabilen bir Ben vardır ki, ona şimdilik ari Ben diyelim. Bu salt düşünen biri olmakla yetinmez, düşüncelerin yaratıcısı olmakla beraber her şey ve hiçbir şeydir.
Düşünceleri yadsırken kendisi bir dünceler dünyasıdır. Adsız olmakla birlikte düşüncelerin kralıdır o. Ancak bu kral, kral olduğu için kendisi içindir. Oysa biz kendinde şeyden sözetmekteyiz. Yanıltmacaların ortadan kalktığı şeyden sözediyoruz. Dil felsefecisi Fritz Mauthner (1849-1923) "çaresiz" dili şöyle ifade ediyor: "Görünülerin dünyasındayım; ayrıca benim ama – ki bunu sadece kendimden yola çıkarak biliyorum – aynı zamanda kendinde ve kendisi için bir şeyim. Konuş öyleyse! Kendinde ve kendisi için olan biri olarak neyim ben? Ben, ben, ben! Ben, ben, ben! Saçma bir yinelemeyi ve kekelemeyi aşamamaktır dil."
Ortaçağda felsefecilerin evrenseller üzerine girdikleri kavga bir açıdan Stirner’e kadar sürmüştür. Nominalistlerle realistlerin (bu kavramlar günümüzde farklı kullanılmaktadır, o nedenle karıştırılmamasına dikkat edilmelidir. Ortaçağ felsefesinin bir deyimiyle Stirner nominalisttir yani adcıdır ama günümüzdeki anlamıyla adsızdır) giriştikleri bu kavgada nominalistler kavranamayan yaratıcı Tanrıyı kavramlar ağında görmek isteyen usa karşı savunmuşlardı. Stirner süphesiz en radikal hatta Gustav Landauer’in deyimiyle son büyük nominalisttir. Ona göre evrensellerin nesnel gerçeklikleri yoktur, evrenseller sadece birer sözcükten, birer adtan ibarettirler. Tüm felsefe sözcükler üzerine kurulu bir yorumdan ibarettir. Sözcüklerin gerçekliği yoktur. Stirner kavranamayan yaratıcı Ben’i dinci, genel, hümanist, sosyolojik ve her tür genel kavramlara karşı savunur. Ortaçağ nominalistleri Tanrı’nin kendi kendini ve evreni hiçten yarattığını ileri sürerlerken, Stirner de Ben’in aynı güce sahip olduğunu ve dolayısıyla meselesini Hiç’e bırakan Ben’in yaratıcı bir Ben olduğunu ifade eder. Ne demişti Stirner: "Eğer Tanrı ve insanlık, sizlerin de doğruladığı gibi, bir bütünlük iseler, benim de onlardan eksik bir yanım yok ve "boş" olduğuma dair bir şikayetim de yok. Ben hiçim derken, boş olduğumu söylemiyorum, bizzat yaratıcı bir hiçim, bir yaratıcı olarak her şeyi yaratan bir hiç." Öyleyse, örneğin Marx’in Stirner’i "küçük burjuva" ya da Engels’in Stirner’i anarşist olarak betimlemesi Stirner’i anlamadıklarını gösteriyor. Çünkü Stirner, sadece birer sözcük olan küçük burjuva ya da anarşist kavramları tarafından yönlendirilmeye izin verecek kadar realist değildi. Marx ve Engels ise proletaryadan daha çok proletarya hayaletince yönlendirilmişlerdir. Bu düşünürler proletarya fantomuna köle kalmışlardır. İnsanı salt bir homo economicus hatta proleter gören Marx, Stoacıların insanın şeylerden daha çok şeyler üzerine olan düşüncelerinden etkilendiğini anlayamamıştır.
Stirner’in yukarıdaki cümlesi bütün mantığın ve onunla birlikte dilin yıkıldığı bir noktadır ve bu noktada Stirner’den bir şey, bir ad beklemek komiktir. Ancak Stirner’in yukarıda Mauthner’in sözünü ettiği saçma yinelemeyi aşıp aşmadığı tartışılır bir konudur. Gizemci bir anarşist olan Landauer’in (1870-1919) yakın dostu Mauthner, Stirner’in kendi söylediğini kendisinin kavramadığını ileri sürerek Stirner’i bir gizemci olarak görmeye çalışır. Bu noktada hemen bir açıklama yapmak gerekir: Mauthener’in sözünü ettiği gizemcilik "tanıdığımız", "bildiğimiz", alışılagelmış bir gizemcilik değil süphesiz. Söz konusu gizemcilik Mauthner’in kendi deyimi olan Tanrıtanımaz (Tanrısız) gizemciliktir. Bu deyimi Stirner bağlamında irdeleyeceğiz.
Stirner’in dil eleştirmenciliği görebildiğim kadarıyla ilk kez Mauthner tarafından ilgi görmüştür. Stirner’in Biricik ve Mülkiyeti eserinde hemen göze çarpan bu özelliği bugün bile bir çok düşünürce dikkate alınmamaktadır. Bu daha çok bu düşünürlerin, Marx örneğindeki gibi, tek taraflı bakış açılarından kaynaklanıyor. Oysa Stirner her sözcükte bir hayalet görmektedir, çünkü her sözcük Ben’in varlaşmasını engellemektedir. Mauthner şöyle yazıyor:
"Dilin töre ve insan davranışlarındaki en genel alışkanlıkları üzerindeki erkini daha önce hiçkimse Stirner gibi yangın saçan o ateşli eseri ‘Biricik ve Mülkiyeti’nde böylesi bir öfkeyle görememişti. Stirner’e göre tüm soyutlamalar, gerçekler, idealler, aslında bütün büyük sözler nefretedilmesi gereken hayaletlerdir. (...) Stirner nefret etmek zorundadır, başka türlü yapamaz. (...) Dilden de nefret etmek zorundadır. Stirner’in şu korkunç sözü, amacı doğrudan bu değildiyse de, dil için de hatta özellikle dil için geçerlidir: ‘Hazmet kutsal ekmeği ve kurtul.’ Hazmet dili ve kurtul; hazmet logos’u, yut sözcüğü." Stirner’den büyük bir hayranlıkla sözeden Mauthner, Stirner’in Ben üzerine "dogmacı" yaklaşımını sert bir dille de eleştirmektedir. Böyle düşünürlere az rastlanır. Bir felsefeciye beslediği sempati ve sevgiye rağmen onu eleştirmek düşünürler arasında az rastlanır bir durumdur. Mauthner bu yönüyle benim gözümde eşsizdir. Öyleyse soruyorum: Stirner, Ben felsefesini bir dogma üzerine mi kurdu? Stirner’de ki tekrar tekrar, altı çizilerek, öfkeyle, haykıra haykıra hatta kahkahalarla ifade edilen o Ben bir dogma mıdir? Bence Stirner felsefesi çürütülebilecekse, diğer felsefesel ve düşünce sistemleri kapsamına girecekse ve bu da bir çöküntü demekse, işte bu noktada aranmalıdır bu çöküntü. Kusur varsa bu noktada var. Eğer ama Ben felsefesinin bir dogma olmadığını görebilirsek, o zaman bu felsefe hiç bir düşünce sistemi kapsamına giremez ve dolayısıyla çöküntü değil, geleceğin aydınlanma kuşağının keşfedebileceği eşsiz bir düşüncedir.
Antik Yunan ve 18. yüzyıl Avrupasında başlayan aydınlanma bugün yani postmodern çağda çökmüştür. Stirner felsefesi bu çöküntüyü yaşamadı, çünkü aydınlanma denen projede onun felsefesinin bir rolü yoktu.
Mauthner, eleştirisini şöyle ifade ediyor: "Ben’in bir yanılsama olduğu düşüncesiyle Stirner’e karşı gelmek, Stirner’in felsefi yapısını ciddi bir şekilde bozardı. (...) Çünkü vahşice gülen o son cümlesini kendisi bile tam olarak anlamamıştı"
Neydi Stirner’in o vahşice gülen son cümlesi? "Meselemi hiçe bıraktım!"
Mauthner’in üzerinde durduğu bu ve "beni hiçbir şey ifade edemez" cümlesi sadece Mauthner’i değil, aynı zamanda bütün düşünürleri zor bir durumda bırakmıştır. Ama ne var ki hepsi Mauthner gibi samımı ve tarafsız davranmamışlardır.
Sanki felsefecilerin zor durumdan çıkmamalarını ister gibi Stirner, felsefesine iyice karmaşık ve gizemci bir stil vermiştir. Örneğin "ben düşüncesizim" der. Bunu açıktan söyler. Evet, aynen öyle: "ben düşüncesizim" der. Kimilerine göre varoluşcu, kimilerine göre anarşist, bazılarına göre solipsist, nihilist, bazılarına göre de faşist sıfatını kazanan Stirner gerçekten düşüncesiz miydi? Düşüncesiz idiyse neden 412 sayfa boyutunda pekâlâ düşüncelerden oluşan bir eser geriye bıraktı? Ve Marx, Stirner’e "düşüncesiz aziz Max" derken neden "düşüncesiz Stirner" üzerine Stirner’in kitabından daha da kalın bir eleştiri yazdı? Değermiydi "ham kafalı" bir adam üzerine bu denli bir çalışma? Ayrıca bugün "Diyalektik Materyalizm" olarak bilinen dünya görüşünü Marx, ilk kez Stirner’e yazdığı o meşhur yanıtında (Alman İdeolojisi) geliştirmiştir. Düşüncesiz biriyle ilgilenmek hatta bu boyutta bir kitap yazmak daha büyük bir düşüncesizlik olmaz mı? Yoksa korktuğu bir şey mi vardı?
Herkesin herkesi düşüncesizlikle suçladığı bir dünyada, Stirner neden kendi kendisini açıktan düşüncesiz ilan ediyordu? Yoksa sadece birilerini kızdırmak ya da provoke etmek için mi "düşüncesizce" şeyler yazıyordu? Dil üzerinde sadece bir oyun mu oynamışti? Yoksa düşüncesizlik deyimiyle başka bir şey mi demek istiyordu? Mauthner durumu anlamış görünüyor. İşte onun felsefe gücü burada yatmaktadır. Feuerbach, Hess ve Szeliga Stirner’e yaptıkları eleştirilerinde Stirner’in "Biricik" ve "sahip olan" (Eigner) deyimlerini anlamadıklarını, anlayamadıklarını beyan etmişlerdir. Bu üç filozofa karşılık verdiği yazısında, kendisinden üçüncü şahis olarak söz eden Stirner, onlara şu yanıtı verir: "Stirner’in söylediği bir sözcük, bir düşünce ve bir kavramdır; söylemek istediği ise, ne bir sözcük, ne bir düşünce ne de bir kavramdır. Stirner’in söylediği söylemek istediği değildir ve söylemek istediği söylenemez." Kafa karıştırmaya devam edecek olursak şunu da alıntılamamız gerekecek: "Biricik bir sözcüktür ve bir sözcüğün altında düşünülecek bir şey olmalıdır, bir sözcük düşünce içermelidir. Oysa biricik düşüncesiz bir sözcüktür, düşünce içermez." Bu cümleler ister istemez Mauthner’den epeyce etkilenen Wittgenstein’i hatırlatır. Söylenebilecek her şeyi söyledikten sonra susmayı tercih eden Wittgenstein, söylenemeyecek şeyin olduğunu da vurgulamıştır. Meselesini hiçe birakan biri için de susmaktan başka ne kalır geriye. Mauthner, haklı olarak Stirner’in Ben felsefesinin bir yanılsama olduğunu söyler. Ancak Mauthner bir konuda yanılmaktadir.
Önce düşüncesizlik konusuna açıklık getirmek istiyorum. Stirner’e kadar batı felsefesi esas olarak düşünceler sisteminden oluşmaktaydı. Eski Yunan’dan Stirner’e kadar yaşamı esas belirleyen bu sistemlerdi; insan onların kölesiydi.
Ontolojik bir noktadan baktığımızda Stirner’in "düşüncesizliğini" anlamak o kadar zor olmasa gerek. Daha yukarda hayaletlerden ve fantomlardan söz etmiştik. Düşünceler hayaletleşince, fantomlaşınca, kutsallaşınca, sabitleşince, kısaca, insanı yönlendirmeye başlayınca, insan üzerinde tahakküm kurunca, işte o zaman insan kendisi ya da biricik olamaz. Hatta düşüncelerin ürünü olur. Düşünceler hayaletler gibidir, yani yaşayamazlar; düşüncede var edilirler ama reel değildirler. İnsan, düşünceyi, örneğin insan düşüncesini düşünür. Düşüncenin var olabilmesi için insanın olması gerekir. İnsan önceldir, kendisini düşünerek yaratacak olan bir canlıdır. Yer yer Stirner’in stilinde yazan varoluşcu Martin Heidegger ile (1889-1976) söyleyecek olursak: Varoluşun varlığı her varoluşun seçtiği olanaklara dayanır. Bu seçimi yaptıktan sonra ya kendisini yaratacaktır ya da başkasının eseri olacaktır. Kendisini yaratması onun otantik durumudur yani biriciktir. Ama eğer seçimi başkasına bırakırsa kendisinin eseri olamaz ve dolayısıyla otantik ve biricik değildir. Bunu şöyle örnekleyebiliriz: sevgi güzel bir duygudur ama kutsal sevgi görevi ve zorunluluğu getirir.
Devlet, din, aile, ahlak, insanlık, özgürlük ve başka kutsallaşmış düşünceler, varlığın tüm putları saygıyı ve sevgiyi zorunlu kılarlar. Bu putlar insan biricikliğinin dışındaki koşullardır ve onun otantik olmayan durumunun kökenleridir. İnsan kişiliğinin önsel biçimleri soyut ve somut putların etkisindedir. İnsanın kendileşmesini, biricikleşmesini, Heidegger’in deyimiyle otantikleşmesini engeller. Stirner bunu eleştirir. Kendisini kendisi yaratmak ister. Demokrasi, sosyalizm, toplum kısaca tüm düşüncelerin geçekleşmesi için yaratıcıları olan insana gereksinimleri var. İnsan onların, deyim yerindeyse, efendisi olmalıdır ama asla onları kendine efendi yapmamalıdır. Toplumsal varlığın putlarından arınmalıdır. Stirner dili köktenci bir yaklaşımla sorgularken önce şunu soruyor: "Saplantı diye neye derler?" Verdiği yanıt: "İnsanları egemenliğine almış bir düşünceye." Ve şöyle devam ediyor: " Kafanda hortlaklar var; sen kaçıksın be adam! Kafasında büyük şeyler ve tanrılar dünyası kuran ve kurduklarına da inanan sen, hayaletler ülkesi kurup kendini onlara karşı vazifelendiriyorsun, oysa o, sana el sallayan bir idealdir. Senin saplantın var! Şaka ya da mecaz yaptığımı sanma, yüksekliklere tutunanları, insanların büyük çoğunluğunu, neredeyse dünyadaki tüm insanları kararsız deliler olarak görüyorum, tımarhanelik deliler." Düşünce özgürlüğünün sınırlı hatta yasak olduğu bir ülkede düşünce özgürlüğünden daha çok düşüncesizliği tercih etmek ilk anda çok komik görünse de, tam da prusya yönetimine benzer bu ülkelerin anayasalarına hitaben yazılmıştır. Tüm anayasa bir saplantı değil midir ki? İnsanı Tanrı tahakkümünden kurtaran Feuerbach (1804-1872), onu insan düşüncesi tahakkümüne almıyor muydu? Eğer düşünce özgürlüğü düşüncenin özgürlüğü ise ve düşünce düşünenin mülkiyetinden cıkmış ise, o zaman bir saplantıdan elbette sözedebiliriz. Din özgürlüğü, din denen düşünceyi düşünen kişinin mülkiyetinden çıkıp onu kendi mülkiyetine almış ise, o zaman bu düşünen şüphesiz saplantılıdır. Peki, dinin mülkiyetinde olmayan bir din düşünürü var mı? Demokrasinin mülkiyetinde olmayan bir demokrat var mı? Aşkın mülkiyetinde olmayan bir aşık var mı? İnsanlar durmadan düşüncelerdeki nesnelerin ve nesneleştirdikleri düşüncelerin peşinden koşmaktalar. Sokaklarda durmadan günlerce ve yıllarca bir yerlerden bir yerlere giden insanlar gibi sürekli bir şeylerin peşinde koştururlar. En güzel aşk en tutkulu aşk değil midir? En tutkulu aşk en fanatik bir aşk değil midir? Bir düşünceyi sonuna dek yaşamak, aşkı tüm hararetiyle yaşamak fanatik bir tarz değil midir, eğer fanatik tarz bir şeylere aşırı coşkuyla bağlanmak demekse. Yoksa tüm bu coşkular Heidegger’in sözünü ettiği otantik olmayan varoluş biçimleri midir? Dilin, özellikle de anadilin ulusal, klancı, halkçı sınırlarında varlığını sürdüren daha doğrusu varlığı sürdürülen insanın Heidegger’in Man adını verdiği yanlış yaşam biçiminden arınması gerekiyordu. Kimi felsefecilerin yabancılaşma kapsamında gördükleri insana Man adını veren Heidegger, insanın otantikleşme sürecini yabancılaşmayla çatışmakta görüyordu. Ve bilimin bu yabancılaşmayı pekiştirdiğini vurgularken de, onun egemenliğinden arınmanın kaçınılmaz olduğunu öfkeyle ifade ediyordu. Heidegger, "düşünmeyi öğrenebilmemiz için onun şimdiye dek özünü unutmamız gerekir" , derken Stirner’in düşüncesizlik düşüncesinden farklı bir şey demiyordu. Bu düşünme bilim ve bilim adamının düşünüş tarzından farklıdir. Bilim düşünmez, der Heidegger. Ancak düşünmeyen bu bilim, Stirner’in düşüncesizlik teriminden tamamen farklıdir. Bilim adamı sürekli keşfetmek durumundadır, keşfetmeye zorunludur, aksi taktirde bilim duraklar ve "yanlış" bir yol izler. Heidegger düşünmek nedir sorusunu insanın yüzmeği nasil öğrenebileceğiyle karşılaştırır. Şöyle der: "Yüzmenin ne olduğunu" yüzmek üzerine yazılmış "bir metinle asla öğrenemeyiz. Yüzmenin ne olduğunu kendimizi sadece akıntıya atlamakla öğreniriz". Düşünmek de bir atlamadır.Wittgenstein’in gizemcilik dünyaya bir bakış açısı değildir, dünyanın kendisi gizemseldir, cümlesi bu bağlamda çok rahat anlaşılmaktadır. İnsan evreni sadece yorumlar ve yorumlarını hayata geçirir. Ancak her yorum sadece bir yorum olarak kalır, kendisini aşamaz. Heidegger’in bilime karşi beslediği tepki bir bakıma da buradan kaynaklanıyordu. Bilim, evreni keşfederken kendisini yeni hatta son tanrı olarak ilan ediyordu. Bugün çöküşünü yaşamakta olan bu tanrının çöküş nedeni efendilerini köleleştirmiş olmasıdır. Başka deyişle: onu yaratanların onun ürünleri durumuna gelmesinde aranmalıdir bu neden. Bilim, evreni kuşatmasıyla bir yöntem olmaktan çıktı. Stirner haklı olarak Hiç’ten ötesini sözcüklerle ifade etmesini beğenmedi. Sözcüklerdeki o ciddiyeti oyuna dönüştürmenin zamanı gelmişti: dinlerin, dünya görüşlerinin, bilimlerin sadece bir oyun olduğunu göstermeye çalışmakla Stirner, sözlerin ve kavramların maskesini kaldırmıştı ve maskenin arkasında sadece oyun vardı dolayısıyla bu sözcüklerle ancak oynama sanatı sözkonusu olabilirdi.
Hiçbir şey beni ifade edemez cümlesinin o soğuk gülüşünün arkasında bir acı gizleniyordu. Bu acıyı daha sonra Nietzsche keşfedecekti, ki acıya kendisini kaptırabilsin, acının içinde yoğrulsun taki yok olana dek. Stirner’in, sözü sonuna dek düşündüğü yerde, Nietzsche okyanusa dalacaktı. Stirner’in bıraktığı yerde Nietzsche başlayacaktı. Düşünmek bir atlayış ve bir sıçrayıştı: okyanusa dalmak alışılagelmiş o mantıksal düşünmeden uzaklaşmak demekti. İşte bu "görev" Nietzsche’ye düşecekti. Bir sözcüğü sonuna dek düşünmek onu yokolasıya dek düşünmekti Stirner’e göre. Nietzsche ise Stirner’in Hiç’i içinde yüzmeye karar vermişti. Dünya bir resimdir, bu resmi zavallı sözcüklerle, bir kaç duyularımızla ifade etmek Stirner’e az geliyordu, her sözcüğün bir önyargı olduğunu başka nasıl ifade edebilirdi, eğer "hiçbir şey beni ifade edemez"demek yetmiyorsa! Eğer dil bir önyargıysa, onu konuşanlar nedir peki?
Nietzsche bu önyargıyı kıracak ve dili, anadilini, Almancayı barbarlıktan kurtaracak ve onunla oynama sanatını kuracaktı. Bu Nietzsche’nin okyanusa atlayışıdır, dolayısıyla kendisini bir "dinamet" olarak betimlemesi hiç de onun bir özelliği değildi. Dinamit şiirden ve koşuktan yoksundur. Dinamit daha önce sesini duyurmuştu, Nietzsche bu sesin ışığında dil ötesi düşünmenin eserini yaratacaktı. Buydu dinamitin sesi. Ancak Nietzesche’nin siirsel dil ustalığı bastırmıştı bu sesi. Ve Tanrı’nın öldüğü haberini genel, yığınlar ondan alacaklardı.
Dil eleştirmeni Stirner aydınlanmacılara şöyle sesleniyordu: "dinci Tanrıtanımazlar" sadece "Tanrı’yi öldürdüler" yani "dışımızdaki ötedünyayı" yokettiler ama "içimizdeki ötedünyayı" yokedemediler. Nedir bu ötedünyalar? Dışımızdaki ötedünya bir bakıma Yahudi-Hırıstıyan-İslam dinlerinin varsaydıkları cennet-cehennemdir. "İçimizdeki ötedünya" ise daha sonra Freud’te "Üst-Ben" adını alacak olan içselleştirdiğimiz tanrılardır. Üstben dinsel ya da dinsel olmayan bir etik demekti. Aydınlanmacılar, İdealizm ve de Materyalizm sadece dışımızdaki ötedünyayı yadsımışlardı ama hiç gecikmeden, hemen bunun yerine içimizdeki ötedünyayı getirmişlerdi. Stirner sadece Tanrı’yı değil, tüm tanrıları yok etmişti: "Hiçbir şey benden üstün değildir!" Hiyerarşik bir düşünce dağarcığının çöktüğü bu cümleyi politik düşünmek ya da ona politik bir içerik kazandırmak, deyim yerindeyse, politik bir saçmalık olur. Stirner’in şu cümlesi hala ne kadar güncel: "Gazetelerimiz politikayla dolup taşmakta, çünkü insanın politikanın bir mahluku olması için yaratıldığı kuruntusuyla büyülenmiştir onlar." Erdemli insanlar erdemde, terbiyeli insanlar terbiyede, politik insanlar politikada sefalet içinde yaşarlar böylece. Saplantılarını asla ameliyat masasına almaksızın.
Biricik deyiminin sözcüklerle açıklanamadığını vurgulayarak söyleyen Stirner, Biricik’i iç dünyayla dış dünyanın birleşiminde, başka deyişle, Üstbenin aşılmasında vukuu bulduğunu ifade ediyor. İşte bu empirik Ben’le ari Ben’in çakıştığı yaratıcı Hiç’tir. Düşüncesiz an budur. Bilincin tüm gücü ve ağırlığıyla Hiç’e dayanmasıyla Hiç’in yeniden canlanması sözkonusudur.
«Cinler yaşıyor!» Dünyaya şöyle bir göz gezdir ve söyle, her nesnenin içinden bir cin seni seyretmiyor mu. Şu ufacık ve sevimli çiçekten gelen ses, ona bu muhteşem güzellikteki şekli veren Yaradanın sesidir; yıldızlar, kendilerini dizen tinin haberini müjdeliyor, dağların tepelerinden aşağıya doğru yücelik tini esiyor, çağlayan sular özlemin tinini haber ediyor ve - insanların ağızından milyonlarca hayalet konuşuyor. İsterse bütün bu dağlar çöksün, çiçekler solsun, yıldızlar dünyası yıkılsın, insanlar ölsün - nedir görünürdeki bu cisimlerin batması? Göze görünmeyen tin ebedi olandır!
Tanrının da insanlığın da işi kendilerine dayanmaktadır, kendileridir. Benim meselem de benim. Tanrı gibi her şey ve hiçim, biriciğim.
Eğer Tanrı ve insanlık, sizlerin de doğruladığı gibi, bir bütünlük iseler, benim de onlardan eksik bir yanım yok ve "boş" olduğuma dair bir şikayetim de yok. Ben hiçim derken, boş olduğumu söylemiyorum, bizzat yaratıcı bir hiçim, bir yaratıcı olarak her şeyi yaratan bir hiç.
Tepeden tırnağa kadar benim olmayan her işe uğurlar olsun! Sizce benim işim en azından "iyi bir iş" olmalıdır? Nedir iyi iş, kötü iş! İşim demek zaten ben demek'im. Ve ben ne iyiyim, ne de kötü. İyinin de kötünün de benim için hiç bir anlamı yoktur. Tanrının işi, insanlığın işi, gerçeğin işi, iyinin işi, doğrunun işi, özgürlüğün işi ve daha niceleri. Bunların hiçbiri benim işim değildir, benim işim sadece benim olandır ve o genel değil, biriciktir, benim gibi.
Hiçbir şey benden üstün değildir!