14 Nisan 2020

Simone de Beauvoir, operayı seviyor, insan seslerini, sonbaharın görkemini..


Pekin'in lekesiz gecelerini şöyle diyor;
Bazen tiyatroda, bazen bir sokağın başında nesneler içimi kaplıyordu, kendimi unutuyordum. Ama genellikle oradaydım, karşımda anlamaya çaba harcadığım ama içine giremediğim bir alem duruyordu. Kavranması kolay değildi. İlk kez dokundum Uzakdoğu'ya. 600 milyon kişilik yoksulluğun ne demek olduğunu öğrendim. İlk kez gördüm o zorlu çabayı, sosyalizmin kuruluşunu.

Otobiyografi çağı..
Yaşamımın en ufak ayrıntısına kadar dev bir teyp şeridine kaydolduğunu ve günün birinde bütün geçmişimi ortaya dökeceğini düşünmüşümdür hep içten içe. Elbette bu metaforu sözcüğü sözcüğüne almamak gerek. Bir kayıt mekanizması yazmaz anıları, yazma olanağı sağlayan bir koşuldur o sadece. Yaklaşık elli yaşındayım. Hile yapmak için çok geç. Yakında her şey yok olup gidecek. Yaşamım ancak ana hatlarıyla saptanabilir, kağıt üstünde ve benim elimle; dolayısıyla bir kitap yapacağım bundan. On beş yaşındayken bir gün insanların biyografimi heyecanlı bir merakla okumasını arzu ederdim. Tanınmış bir yazar olmak isteyişim bu umut yüzündendi. O zamandan beri sık sık kendim yazmak istedim o biyografiyi. Geleceği benim geçmişim haline gelen küçük kız artık yok. Onu hiçlikten nasıl çekip çıkarmalı?

Sartre ile birlikte, Batı'ya karşı Doğu tarafını, bolluk ülkesi Kuzey'e karşı yoksul Güney'i tercih eder, hep.
Yutturmacaları dağıtmak, gerçeği söylemek, kitaplarımda en çok direterek izlediğim amaçlardan biridir. Bu inadın kökleri çocukluğuma dayanıyor. Yaşamı ve yaşamın zevklerini önyargılar, tekdüzelikler, aldatıcı görünüşler, kof talimatlar altında boğmaktan nefret ederdim. Bu baskıdan kurtulmak istedim, bunu ifşa edeceğim konusunda söz verdim kendime. Buna karşı kendimi savunmak için dünyadaki varlığıma ilişkin bilince yaslandım erkenden.