Afşar Timuçin
Montesquieu Voltaire kadar dışadönük değildi, dünya karşısında onun kadar heyecanlı istekli ve atılgan değildi ama toprağa ondan çok daha sağlam basıyordu. Montesquieu’nün çizdiği ağırbaşlı tabloda iyi bir hukuk adamı olmasının etkisi vardır. Voltaire’in zaman zaman felsefi bir derinlikte görünen hafif ya da yüzeysel şeyler anlattığı dönemde Montesquieu üç yapıtıyla düşünce dünyasına ağırlığını koymuştu. “Yasaların ruhu” bir başyapıttır.
“Usumla kolayca bağışlayabildiğim için tiksinmeyi bilmiyorum. Bana öyle geliyor ki kin acı veren bir şeydir.”
Montesquieu
Montesquieu
Bazı
yazarlar yapıtlarıyla ve yaşamlarıyla insanların gözüne pırıltılı
görünür, bazı yazarlar da tersine ne kadar etkili ve ne kadar önemli
olurlarsa olsunlar biraz sönük kalırlar. Aydınlanmanın ilk büyük adı
Montesquieu de fotoğrafta biraz geride durmuş gibidir. Aydınlanmanın
birinci döneminin iki büyük yazarından biridir ve birincisidir o,
Aydınlanma’nın ilk zamanları için Montesquieu ve Voltaire adları
belirleyicidir. Voltaire Montesquieu’den yanızca beş yaş daha gençtir.
Voltaire oldukça dalgalı yaşamında felsefi derinliği pek olmayan dağınık
bir edebiyatçı görünümü verirken Montesquieu doğa bilimleriyle fizikle
hekimlikle tarihle yakından ilgilenen dengeli bir bilimadamı görünümü
verir. Montesquieu elbette Voltaire’den çok daha derin bir düşünürdü ama
gününde epeyce ilgi uyandırmış olsa da sonraları onun kadar ilgi
uyandırmadı. Bugün Voltaire diye birinin varlığından habersiz çok az
insan vardır. Montesquieu’nün yaşamı Voltaire’inki kadar renkli ve
gürültülü olmadı. İki düşünür de epeyce uzun yaşadılar, seksen beşi
buldular hatta geçtiler. Montesquieu Voltaire kadar dışadönük değildi,
dünya karşısında onun kadar heyecanlı istekli ve atılgan değildi ama
toprağa ondan çok daha sağlam basıyordu. Montesquieu’nün çizdiği
ağırbaşlı tabloda iyi bir hukuk adamı olmasının etkisi elbette vardır
diye düşünenler haklı olmalılar. Voltaire’in zaman zaman felsefi bir
derinlikte görünen hafif ya da yüzeysel şeyler anlattığı dönemde
Montesquieu üç yapıtıyla düşünce dünyasına ağırlığını koymuştu. Siyaset
felsefesinin tarihine yakından bakanlar bu alanda Montesquieu adının en
üstlerde yer aldığını göreceklerdir.
Kurumsal bir özgürlük
Montesquieu
zamanının kurumlarını alabildiğine eleştirirken özgürlük kavramını
siyaset kurumlarının varlığına bağladı, gelişigüzel bir özgürlüğü değil
kurumlar temelinde gerçekleştirilecek bir özgürlüğü savundu. Bunun için
de sağlam bir yasa düzeninin varlığı kaçınılmaz olacaktı. Düşünür yasa
düzenini şeylerin doğasına bağlı bir düzem olarak görüyordu: insanın
yasaları doğanın yasaları üzerine kurulmalıydı. Ona göre dünyada olan
biteni kör bir raslantının yaratmış olduğu fikri saçmaydı: düşünen
varlıkları kör bir yazgının belirlediğini düşünmek akılsızca bir işti.
“Dünyada gördüğümüz sonuçları kör bir yazgı yarattı diyenler saçmalıyor,
zeki varlıkları kör bir yazgının yaratması ne büyük bir saçmalıktır.”
Montesquieu toplum için sağlam bir yasa düzeni öngörürken insanların da
erdemli olmalarını, bunun için sağlam bir düşünce etkinliği içinde
olmalarını gerekli görür. Her insan gelişigüzel düşünmenin ötesine
geçebildiği zaman insandır. İyi düşünmenin bir takım belirleyici
koşulları olmalıdır. En önemli sorun insanlarının öncelikle kendileriyle
ilgili önyargılarından tam olarak kurtulabilmeleri sorunudur:
“İnsanların önyargılarını giderebilseydim kendimi ölümlülerin en mutlusu
sayacaktım. Burada önyargı dediğim şey insanların şeyler üzerine
bilmedikleri değil kendileriyle ilgili olarak bilmedikleridir. Herkese
yönelik sevgiyi içeren bu genel erdemi insan insanları eğitmeye
çalışırken yaşayabilir. İnsan denen bu bükülgen varlık toplumda
başkalarının düşüncelerine ve izlenimlerine uyarken aynı zamanda
kendisine gösterildiğinde kendi doğasını tanıyabilir ve kendisinden
kaçırıldığında da duygularına kadar onu yitirebilir.”
Gerçek bir bilge
Montesquieu
gerçek bir bilgedir. Bir stoa filozofu gibi son derece dingin ve
kendine egemen bir olgun insan görünümü çizer. Bununla birlikte dünyaya
arkasını dönmüş değildir. Yalın ve pırıltısız bir yaşamı vardır.
Başkalarına adanmış bir yaşamdır bu. Onun bir yanı da Epikuros’çudur:
dünyanın hazlarına önem verir. Ama onun için en büyük haz bilgelik
hazzıdır. Yayımlanmamış yazıları arasında şu satırlara raslarız:
“Sabahları gizli bir sevinçle uyanıyorum, ışığı bir çeşit hayranlıkla
karşılıyorum. Günün tüm kalanında çok iyiyim. Geceyi hiç uyanmadan
geçiriyorum, akşam yatağa gittiğimde bir tür gevşeklik beni düşüncelere
dalmaktan engelliyor. Gençliğimde beni sevdiklerine inandığım kadınlara
bağlanırken çok mutluydum. Bu inancımı yitirdikten sonra onlardan
birdenbire koptum. Yaşamın iğrençliklerine karşı benim için en iyi ilaç
inceleme yapmaktır, bir saatlik bir okuma bende üzüntü bırakmaz. Doğal
olarak yurdumun iyiliği ve onuru için tutkuluydum, görkem denen şey
içinse pek tutkum yoktu, halkın yararına olan bazı kurallar koyulduğunda
her zaman örtülü bir sevinç duyuyordum.”
Montesquieu öncelikle
inançlı bir insancıdır, öncelikle toplum yaşamıyla ilgilenir, insan için
yararlı olanı araştırır. Onun için yarar genelin yararıdır, bütün
toplumun ve giderek bütün bir insanlığın yararıdır: bana ve aileme
yararlı olan bir şey ülkeme yararlı olmayabilir diye düşünür: “Yabancı
ülkelere yolculuk yaptığımda onlara kendi ülkeme bağlanır gibi
bağlandım, onların yazgısına katıldım, onların esenlikli bir durumda
olmalarını diledim. Benim için yararlı ve ailem için zararlı olduğunu
bildiğim şeyleri kafamdan atacaktım. Ailem için yararlı olduğunu ama
yurdum için yararlı olmadığını bildiğim şeyleri unutmaya çalışacaktım.
Yurdum için yararlı olduğunu ve Avrupa için zararlı olduğunu bildiğim
şeyleri ya da Avrupa için yararlı ama insan türü için zararlı olduğunu
bildiğim şeyleri bir cinayet gibi görecektim. İnsan her yerde, kendi
yurdunda da doğru olmalıdır. Her yurttaş yurdu için ölmek zorundadır;
kimse yurdu için yalan söylemek zorunda değildir. Yurdumda ne ödenekler
ne onurlar ne de ayrıcalıklar bekledim, soluduğum havayla
ödüllendirilmiş olmak bana bol bol yetti, yalnızca onun bozulmamasını
istedim. Duygulanmadan gözlerimden yaşlar akıttığım olmadı.”
Kısa yaşam öyküsü
Montesquieu
baronu Charles-Louis de Secondat 1689’da Bordeaux’nun güneyindeki Brède
şatosunda doğdu. Feodal dönemden kalma bir şatoydu bu. Charles-Louis de
Secondat sonradan soylu olmuş bir ailenin çocuğuydu. Bordeaux’da hukuk
okudu. 1708’de avukat oldu. 1714’de yani yirmi yedi yaşında Bordeaux
parlamentosunda yargıtay başkanı oldu: Bordeaux parlamentosunda görev
yapan amcası Montesquieu baronu ona görevini ve unvanını vermişti.
Montesquieu bu gibi resmi işlere pek meraklı değildi, ne var ki bu
görevi ona bilimsel çalışmalarını sürdürme ve derinleştirme olanağı
verdi. 1721’de yayımlanan Les lettres persanes (İran
mektupları) büyük ilgi görünce Montesquieu görevini bir başkasına
devretti ve Paris’e yerleşti. Üç yıl boyunca Avrupa’da yolculuklar
yaptı, Avusturya’ya Macaristan’a İtalya’ya Hollanda’ya İngiltere’ye
gitti. 1727’de Fransız Akademisi’ne seçildi. Daha sonra kendini bilimsel
çalışmalarına vermek için çok sevdiği Brède şatosuna çekildi, zaman
zaman Paris’e gidişlerini saymazsak oradan hiç ayrılmadı. Çalışmaktan
yorgun düşmüştü ve gözleri hemen hiç görmüyordu. Aydınlanmanın büyük adı
ve siyaset biliminin kurucusu Montesquieu, hukukçu yanıyla usçu,
bilimadamı yanıyla belirlenimci, düşünür yanıyla maddeci Montesquieu
1755’de Paris’de yaşama gözlerini kapadı. O çokyönlü bir bilimadamıydı,
bir yandan doğa bilimlerine yönelirken bir yandan da toplumsal yaşamın
koşullarını inceledi. Bu incelemeleri onda özgürlüğün insan için ne
kadar önemli olduğu duygusunu pekiştirdi. Özgürlük ona göre öncelikle
siyasal düzeneğin sağlayabileceği bir yetkinlikti. Öte yandan sağlıklı
bir toplum düzeni ancak yasalarla sağlanabilirdi. Onun bu görüşleri
değişik biçimlerde üç kitabında açıklığa kavuşur. İran mektupları’ndan başka iki önemli yapıtı daha vardır: 1734’de yayımlanan Considérations sur les causes de la grandeur des Romains et de leur décadence’da (Romalıların büyüklüklerinin ve çöküşlerinin nedenleri üzerine belirlemeler) ve 1748’de yayımlanan olan L’esprit des lois’da (Yasaların ruhu).
Yasaların ruhu
Yasaların ruhu yalnız
Aydınlanma döneminin değil bütün zamanların temel siyaset incelemesidir
dersek abartılı bir görüş öne sürmüş olmayız. 17. ve 18. yüzyıllar
aydın insanlar arasında baskıcı mutlakyönetimlere karşı yasa fikrinin
öne çıktığı yüzyıllardır. Montesquieu’ye göre ancak yasa düzeninin
egemen olduğu bir toplum güçlü olabilirdi. Onun bu görüşü demek ki henüz
demokrasi fikrinin köklü bir biçimde yaşama geçmediği hatta enine
boyuna konuşulmadığı bir zamanda ortak bir anlayışı dile getirir. Bu
görüş hemen tüm aydınlanma düşünürlerinin de ortak görüşü olmuştur.
Montesquieu “yasa” kavramını son derece gerçekçi bir anlayışla ele alır
ve şöyle der: “Yasalar uygulanacakları halka öylesine uygun olmalıdır ki
bir toplumun yasalarının bir başka topluma uyabilmesi ancak büyük bir
raslantıyla olmalıdır.” Buna göre bir toplumun yasaları bir başka
topluma rahatça uygulanabilen genelgeçer formüller olamazlar, bununla
birlikte onlar değişmezlikleriyle belirgindirler: “Düşünce dünyasının da
fiziksel dünya gibi iyi yönetilmesi gerekir. Çünkü düşünce dünyasının
yasaları da doğaları gereği değişmez yasalardır, düşünce dünyası bu
yasaları fiziksel dünyanın kendi yasalarını izlediği gibi sürekli
izlemese de.” Buna göre yasalar güçlerini doğanın belirleyici gücünden
alırlar diyebiliriz. Elbette doğanın yasalarıyla insanın yasalarını
aynı şey saymak olası değildir. Ne var ki insan yaşamı doğrudan doğruya
doğanın koşullarınca belirlenmiştir, dolayısıyla bizim yasalarımız
gelişigüzel saptanmış formüller olamazlar, onlar doğanın
yolgöstericiliğinde oluşturulmuş olan ya da oluşturulması gereken
kurallardır. İnsanla ilgili bir tasarım ortaya koyarken doğanın sesini
dinlemek gerekir.“Ben ilkelerimi önyargılardan çıkarmadım, şeylerin
doğasından çıkardım” der Montesquieu. “En yaygın anlamında yasalar
şeylerin doğasından gelen zorunlu ilişkilerdir ve bu anlamda tüm
varlıkların yasaları vardır.”
Montesquieu de dönemin öbür
filozofları gibi toplumların nasıl yönetildiği ve nasıl yönetilmesi
gerektiği konusunda enine boyuna düşünmüştür. O üç yönetim biçimi
belirledi, bunlar zorbalık, mutlakyönetim ve demokrasiydi. Zorbalık
Doğu’nun büyük ülkelerine uygun düşerdi, mutlakyönetim Fransa için en
iyi yönetim biçimiydi, demokrasi küçük ülkelere uygundu. Montesquieu’nün
dönemi Avrupalı aydınların ülkeleri için henüz mutlakyönetim dışında
başka yönetim biçimi düşünmedikleri, katı anlamda belirleyici
mutlakyönetim fikrine karşı dizginlenmiş ya da yasalarla
ılımlılaştırılmış bir mutlakyönetimden yana oldukları bir dönemdi. En
büyük sorun yönetimde zorbalığın nasıl aşılabileceği sorunuydu.
Montesquieu yayımlanmamış yazılarında bir yerde zorba yönetimler için
şunları söyler: “Özgürlük başka iyilikler getiren bir iyiliktir. Arı
özgürlük bir toplumsal durum olmaktan önce bir felsefi durumdur.
Evrendeki hemen hemen tüm halkların çok sevdikleri özgürlükten böylesine
uzaklaşmış olduğunu görenler buna şaşmamalılar. Zorba yönetim, deyim
yerindeyse, açıkça kendini ortaya koyar ve kendini kendi başına
oluşturur. Ilımlı bir yönetim oluşturabilmek için güçleri birleştirmek,
güçleri yatıştırmak, güçleri etkin kılmak ve düzenlemek gerekir.
Siyasette bu özgürlük sözcüğünün anlamı söylevcilerin ve şairlerin ona
yakıştırdığı anlamdan çok uzaktır. Bu sözcük yalnızca bir ilişkiyi
anlatır ve çeşitli yönetim biçimlerini belirlemeye yaramaz, çünkü halk
yönetimi yoksul ve yoksun insanların özgürlüğüyken zengin ve güçlü
kişilerin köleliğidir, mutlakyönetim büyüklerin özgürlüğü ve küçüklerin
köleliğidir. Çok iyi düzenlenmiş bir mutlakyönetimde uyruklar büyük bir
ağın içindeki balıklar gibidirler, özgür olduklarını sanırlar ama
yakalanmışlardır. Zorba devletlerde dinginlik barış demek değildir, bu
dinginlik düşmanın işgale hazırlandığı kentlerdeki sessizliğe benzer.”
Yasaların ruhu siyaset
felsefesinde çok ayrı bir yer tutar, bu kitap onun ve tüm siyaset
bilimcilerin temel kitabıdır. Montesquieu bu kitaba 1734’den 1748’e
kadar tam on dört yıl emek verdi. Bu yapıtında yazar her ne kadar
ılımlılaştırılmış bir mutlakyönetimi savunur gibi olsa da cumhuriyetle
mutlakyönetim arasında kalmış gibidir. O zamanlar Avrupalı aydın
insanların mutlakyönetimden başka bir yönetim düşünemeseler de açık açık
cumhuriyet diyemedikleri zamanlardır. Bu bir çekiniklikten çok yeni bir
düzen düşünmenin zorluğuyla ilgili olmalıdır. Bir iki arada kalmışlık
sözkonusu gibidir ama ayaklar henüz mutlakyönetim toprağına basmaktadır.
Geçiş dönemleri sönmekte olan değerlerle parlamakta olan değerlerin yan
yana hatta iç içe bulunduğu ve kolayca birbirine karıştırıldığı
dönemlerdir. Giderilmesi gerekenin yerine ne koyulabilirdi? O dönem bir
geçiş dönemiydi. Zorbalığı bir türlü elden bırakmayan ama artık toplumun
bütününe zarar vermekte olan yönetimlerden nereye çıkılabilirdi, o bir
yana daha başka bir yere çıkılacaksa bu çıkışın koşulları neler
olabilirdi… Ilımlılaştırılmış yani yasalarla denetlenen bir
mutlakyönetim düzeni o günün koşularında düşünenlere daha uygun
görünüyordu. Oysa uzun yüzyıllar boyu egemenliğini Tanrı adına sürdürmüş
ve feodal değerlerin yıkılmasına ve burjuva değerlerinin yerleşmesine
büyük ölçüde hizmet etmiş olan mutlakyönetimler bir süredir dipten
sallanıyordu.
İran mektupları
İran mektupları öbürleri
yanında biraz hafif kalıyordu ama o zaman insanlar onunla çok
ilgilendiler, yazarının Bordeaux parlamentosunda görevli olduğu
anlaşılınca ilgi daha da arttı. Kitap 1721’de çıkar çıkmaz kapışıldı:
halkın söyleyemediklerini Montesquieu İranlılara söyletiyordu. 17.
yüzyıldan sonra Avrupalılar Doğu’ya ilgi duydular. Asya’nın değerleri
moda olmuştu. Doğu Batılılar için bilinmezliklerle dolu bir masal
dünyasıydı, bin bir gece anlatılabilecek masalların dünyasıydı. Doğu’yla
Batı karşıtlığı insanları hayrete düşürüyordu ve biraz da
abartılıyordu. Aynı dünyada sanki iki ayrı dünya olmak hem şaşkınlık
verici hem düşündürücüydü. Özellikle Batı insanının ilgisini çeken de
İran’dı, özellikle Zerdüşt dini Batı’nın aydın insanlarına heyecan
veriyordu. Montesquieu de bu ilgiden yararlanarak Doğu’yu gösterip
Batı’yı ve daha çok Fransa’yı, özellikle de ülkesinin krallıktan
başlayarak bütün kurumlarını eleştirmek istedi. Kısacası İran bahaneydi.
Anlatılanlar daha çok Fransa sarayındaki ayak oyunlarını
düşündürüyordu, iyiden iyiye çökmüş bir soyluluğun basitliklerini ve
bayağılıklarını düşündürüyordu. Bununla birlikte kitapta toplumun
değerleri derinden ele alınıp eleştirilmiyor, yalnızca göze batan bir
takım konular üzerinde duruluyordu. Öte yandan Montesquieu bu kitabında
bir ahlakçı tutumu almayı da düşünmemiştir. O olan biteni kavramaya daha
çok bir siyaset adamı olarak yönelir. Gene de İran mektupları bir
eleştiri kitabıdır, eleştiriden parababaları ve saray adamları kadar
Louis XIV de payını almıştır. Kitapta mutlakyönetimin nasıl bozulduğu ve
zorbalığa nasıl dönüştüğü konusunda ilginç belirlemeler vardır.
Konu
basittir: İranlı Usbeck düşmanlarından kaçmak için dostu Rica’yla
Paris’e gider. Bu iki arkadaş İran’da kalan dostlarına ve yakınlarına
mektuplar yazarlar, onlardan mektuplar alırlar. Amaç az önce de
belirttiğimiz gibi iki İranlıyı anlatmak değil onların gözünden Batı’yı
ya da Fransa’yı anlatmaktır. Bunun için Montesquieu son derece ciddi
görünmeye çalışan alaylı bir dil kullanır. Konu Fransa’ya ayağı düşmüş
iki insanın saflıkları ve şaşkınlıklarıdır, biraz abartılı görünen
gariplikleridir ama asıl amaç doğrudan doğruya bir uygarlığın
garipliklerini bir mizahçı inceliğiyle ortaya koymaktır. Evet bu iki
kişi bu değişik dünyada olmadık şeyler görürler, hop oturup hop
kalkarlar. Gülünçlü olaylarla örülmüş olan yapıtta ruhsal derinlik
aramak boşunadır. Ne olursa olsun bu sayfalarda şakacı bir Montesquieu
vardır.
Kitap bir yandan çok tutuldu bir yandan da ağır
eleştirilere uğradı. Böyle bir kitabın hele o dönemde eleştirilere
uğramaması olası değildi. Örneğin İranlının kralda bulduğu çelişkiler
kimilerinin ya da daha doğrusu kralcıların öfkesini uyandıracak
niteliktedir: on yedi yaşında bir bakanı ve seksen yaşında bir sevgilisi
olan krala yöneltilmiş eleştiri en azından saray çevresini çılgına
çevirecektir: “Fransa kralı yaşlıdır. Bizim tarihimizde bu kadar uzun
saltanat sürmüş tek bir mutlakyönetici örneği yoktur. Kendine başeğdirme
konusunda onun çok büyük bir yeteneği olduğu söylenir: ailesini, saray
çevresini, devletini aynı dehayla yönetir. Onunla ilgili olarak çok
zaman söyledikleri gibi, Türklerin yönetimi de bizim ulu sultanımızın
yönetimi de içinde dünyanın bütün yönetimleri ona parmak ısırmaktadır, o
doğulu siyaseti uygulamakta böylesine beceriklidir. Onun kişilik
yapısını araştırdım ve ne yapsam çözemeyeceğim çelişkilerle karşılaştım.
Örneğin, on yedi yaşında bir bakanı var, seksen yaşında bir metresi
var. Dinini seviyor ama ona gerektiğinde uymalı diyenlere rahat
davranıyor. Kentlerin gürültüsünden kaçtığı ve insanlarla çok az
görüştüğü halde sabahtan akşama kadar kendinden sözettirmekle uğraşıyor,
ganimetleri ve zaferleri sevdiği halde birliklerinin başında iyi bir
general görmekten korkuyor, elinden gelse onu bu korkuyla düşman
ordularının başına gönderecek duruma düşüyor.”
İran mektupları’nda
epeyce ağır sayılabilecek eleştiriler vardır. Örneğin şu satırların
kralcıları hatta o zamanın koşullarında sıradan yurttaşları iyiden iyiye
kızdırması doğaldır: “Fransa kralı (Louis XIV) Avrupa’nın en güçlü
prensidir. Onun komşusu İspanya kralı gibi altın madenleri olmadı; ama
ondan daha zengindir, çünkü uyruklarının kendini beğenmişliğinden
madenlerin en bitmez tükenmezini elde eder. Onun büyük savaşlara
girdiği, büyük savaşları sürdürdüğü görüldü, onun payelerinden başka
satacak bir şeyi yoktu, insan gururunun gücüyle birliklerinin
harcamaları ödendi, görev alanları donatıldı, filoları sağlamlandı.
Çünkü bu kral büyük bir büyücüdür: gücünü uyruklarının ruhları üzerinde
bile kullandı, onları kendi istediği yönde düşündürdü. Hazinesinde bir
milyon ekü varsa, iki milyon eküye gereksinimi varsa, onları bir ekünün
iki ekü değerinde olduğuna inandırması gerekir, onlar da ona inanırlar.
Güç bir savaşı sürdürmesi gerektiğinde, parası yoksa onların kafasına
bir parça kağıdın para olduğunu sokmaktan başka yapacağı bir şey yoktur,
onlar da buna şıp diye inanırlar. İnandırmakta o kadar ileriye gider ki
onların bir dokunmayla her türlü hastalığını iyileştirir, ruhlar
üzerinde işte böylesine bir gücü ve kuvveti vardır. Bu prensle ilgili
söylediklerim seni şaşkınlığa düşürmesin, ondan daha güçlü bir başka
büyücü daha var, kendi ruhu üzerinde de başkalarının ruhu üzerinde de
ondan daha az etkili değil. Bu büyücüye papa diyorlar. Gün oluyor
insanları üçün bir olduğuna inandırıyor, gün oluyor insanları yedikleri
ekmeğin ekmek olmadığına inandırıyor, içilen şarabın şarap olmadığına
inandırıyor, daha neler de neler.”
Roma ve Romalılar
Montesquieu’nün Romalıların büyüklüklerinin ve düşüşlerinin nedenleri üzerine belirlemeler
adlı yapıtı tam tersine tepeden tırnağa ciddi bir kitaptır. Bu kitapta
yazarın Eskiçağ’ın ve özellikle Roma’nın düşünce yaşamına ve ahlakına
hayranlığı öne çıkar. Dağınık ve sorunlu bir yönetim altında örneğin
Stoa felsefesi gibi büyük bir insan başarısının gerçekleşmesi yazara
olağanüstü bir oluşum gibi görünür. Belli ki pagan dünyasında hıristiyan
dünyasına göre çok daha insani eğilimler vardır. Bu anlayış içinde
Montesquieu’nün Roma’ya gerçek anlamda eleştirici bir gözle baktığı
söylenemez. Bununla birlikte onun olumsuz yanlarını da konu edinmekten
geri kalmaz. Montesquieu’nün anlattıkları eski tarihçilerin
belirlemelerini aşamamıştır. Örneğin Montesquieu Romalılarla ilgili
olarak şunları söyler: “İmparatorların bu korkunç zorbalığı Romalıların
genel kavrayışından geliyordu. Onlar birden keyfi bir yönetimin
pençesine düştüler, egemen olmakla köle olmak arasında bir geçiş dönemi
hemen hemen hiç olmadı, bu geçişe yumuşak göreneklerle hazırlanma
olanağı bulamadılar; yırtıcı özyapıları olduğu gibi kaldı, kendileri
yenik düşmüş düşmanlarına nasıl davranıyorlarsa aynı davranışı buldular
ve aynı düzeyde yönetildiler. Roma’ya giren Sulla Atina’ya giren
Sulla’dan başka biri değildi, insanlar için aynı hukuku uyguladı.
Duyarsızca başeğen devletlerde yasalar yetersizse onlar o zaman
görenekle yönetilirler. Durmadan gladyatör güreşlerini izlemek
Romalıları aşırı yırtıcı kılıyordu: Claudius’un bu çeşit gösterileri
izleme tutkusuyla kan dökmeye daha da eğilimli duruma geldiği görüldü:
gerçekte yumuşak bir yapısı olan ve birçok defa acımasız davranmış olan
bu imparator örneği bize şunu gösterir: o zamanın eğitimi bizim
eğitimimize benzemiyordu. Çocuklarının ve kölelerinin kişiliğinde insan
doğasıyla oynamaya alışmış olan Romalılar bizim insancılık dediğimiz
erdemin ne olduğunu bilmezlerdi.”
Onun Romalılarla ilgili şu
görüşleri de ilginçtir: “Pleb diye adlandırılan Roma halkı en kötü
imparatorlardan bile nefret etmiyordu. Gücünü yitirdikten ve artık
savaşlarla ilgilenmez olduktan sonra bu halk tüm halkların en bayağısı
oldu. Ticareti ve sanatları bu halk yalnız kölelerle ilgili şeyler
olarak görüyordu. Ona yapılan buğday yardımı onu topraktan koparıyordu.
Oyunlara ve gösterilere alıştılar. Sözü dinlenecek tribunus’lar
kalmayınca, seçilecek yüksek görevliler de kalmayınca, boş şeyler bu
halk için kaçınılmaz şeyler oldu, aylaklığı bu boş şeylere olan
bağlılığını artırdı. Caligula, Nero, Commodius, Caracalla halkın bu
çılgınlığına bakıp üzülüyorlardı, çünkü onlar da halkın sevdiği şeyi
korka korka da olsa seviyorlardı ve tüm iktidarlarıyla hatta tüm
kişilikleriyle bu zevklere katılıyorlardı, bu yüzden imparatorluğun
zenginliklerini saçıp savuruyorlardı ve zenginlikler tükendiğinde de
halk büyük ailelerin soyulduğunu görüyordu. Halk tiranlığın meyvelerini
yiyordu hem de pek güzel yiyordu, çünkü o güvenliğini kendi
aşağılıklığında buluyordu.”
Tarih
fikrinin henüz eski Yunanistan’dan ve hıristiyan felsefelerinden kalma
döngü kavrayışıyla belirgin olduğu bir dönemde Montesquieu’nün tarihe bu
gelişigüzel bakışı bizi yadırgatmaz. Gerçek tarih kavrayışı ya da daha
doğrusu bugünkü tarih kavrayışımız Leibniz’in 17. yüzyılda ortaya koymuş
olduğu gelişim fikrine karşın henüz ufukta görünmez. Yeni tarih bilinci
19. yüzyılın önerisi olacaktır. Montesquieu daha çok bir siyaset
filozofu olarak önemlidir. 17. ve 18. yüzyıllar ilerleme fikriyle değil
yasa düzeni fikriyle seçilirler. Gerçekte Montesquieu denince aklımıza Yasaların ruhu gelir. Gustave Lanson şöyle der: “Montaigne için Denemeler neyse Montesquieu için Yasaların ruhu
odur. Tüm ayrım şuradadır: Montaigne’in araştırdığı ahlaki insan ve
ruhsal etkenlerdir, Montesquieu’nün araştırdığı toplumsal insan ve yasal
düzenektir.” Montesquieu yasaları şeylerin doğasından çıkan zorunlu
ilişkiler olarak görüyordu. Kitap gene o zamanın koşulları içinde yöntem
kaygısını düşündürmeyen oldukça dağınık bir düzende yazılmıştır. Onda
fikirler en basit düzeyde ele alınırlar. Yazar çeşitli yönetim
biçimlerinin oluşmasında iklim toprak ticaret gibi etkenleri gözönünde
tutar ve bütün bunları bir sohbet havasında ortaya koyar. Her ne olursa
olsun yasa fikrinin öne çıktığı bir dönemde Yasaların ruhu bir başyapıttır, ayrıca yasa da neymiş demeyenler için bugün de öyledir.