04 Ocak 2020

Albert Camus seslenmeye devam ediyor

'Bugünün zorbalıkları ne susmayı kabul ediyor ne de yansızlığı. Kendini belirtmek zorbalıktan yana ya da ona karşı olmayı gerektiriyor. Bu durumda benim söyleyeceğim şu: Ben zorbalığa karşıyım.'

 

'Günümüzde, yargıçlar, suçlandırılanlar ve tanıklar görülmedik bir hızla birbirine karıştı.'

İnsanda dikkate değer olan umutsuzluk içinde olması değil, umutsuzluğu aşması ya da unutmasıdır. Bir umutsuzluk edebiyatı hiçbir zaman evrensel olmayacak. Evrensel edebiyat umutsuzlukta duramaz.'

Albert Camus

Camus, 7 Kasım 1913'te Alsace'lı yoksul bir ziraat işçisinin oğlu olarak (Cezayir'in Constantine vilayetine bağlı) Mondovi'de dünyaya gelir. Babası, 1914'te Marne Savaşı'nda aldığı yaralar sonucu ölünce, kardeşi Lucien ve Camus'ye bakabilmek için evlerde temizlik işlerinde çalışan annesi ve diğer kardeşine ek olarak, anneannesi ve felçli dayısıyla bir arada Cezayir'in işçi mahallelerinden birinde, iki odalı bir evde yaşamaya başlar.

1918 ile 1923 yılları arasında Cezayir şehrinde öğrenim gördüğü, Belcourt İlkokulu'ndaki öğretmeni Loise Germain başarısını fark ettiğinden Camus'yü Cezayir Lisesi'nin burs için açtığı sınavlara hazırlar. Kendi imkânlarıyla okuması güç olduğundan bu girişimin önemi büyüktür; zira kazandığı bursla 1923 ile 1930 yılları arasında lisede okuma fırsatını yakalar. Yaz tatillerinde çalışarak aile bütçesine katkı sağladığı lise dönemindeki en büyük tutkuları ise, 'denizde kendimi yitirmez, kendimi bulurdum' dediği yüzme ve futboldur. Lise yıllarındaki kısa futbol macerasını kaleci olarak sürdüren Camus, şekillenen ahlak söylemini futbola borçlu olduğunu, uzun zaman sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide 'ben ahlak ve yükümlülük üzerine bildiklerimi futbola borçluyum; topun asla beklenen köşeden gelmeyeceğini çabuk öğrendim' sözüyle ifade eder.

1930'da 'Yüksek Okula Hazırlık Sınıfları'nda, kendisini önemli oranda etkileyen Jean Grenier'den felsefe dersleri alan Camus, aynı yıllarda yakalandığı verem nedeniyle hem felsefe derslerini hem de futbolu bırakıp aile evinden uzaklaşmak zorunda kalır.

1933'te ilk evliliğini yapan Camus, ertesi yıl eşinden ayrılır, hayatını kazanmak için çeşitli işlerde çalışırken, 1934'te felsefe lisansını almayı başarır. Aynı yıl Fransız Komünist Partisi'ne katılır ve Müslümanlar arasında çeşitli propaganda faaliyetleri yürütür. 1935'te Pierre Laval'ın Moskova'yı ziyaretiyle komünistlerin, Arapları dışlayıp kendi politikalarını oluşturmaları yüzünden partiden ayrılır, partiden kesin olarak kopuşu 1937'ye rastlar.

1935'te, daha sonradan 'Ekip Tiyatrosu' adını alacak olan ve işçilere iyi oyunlar sunabilmeyi amaçlayan 'İş Tiyatrosu'nu kurar. Aynı yıl, ilk eseri olan Tersi ve Yüzü'nü (L'Envers et L'Endroit) yazar; bu eseri ancak 1937'de basılır. Camus 1938'e değin İş Tiyatrosu'nda bazı temsillerde görev alır ve 1936'da yazdığı Avusturya'da İsyan adlı piyesi de İş Tiyatrosu'nda sahnelenir. Camus'nün tiyatro sevgisi yaşamının sonuna dek sürse de, en az ilgi gören yapıtları yine bunlardır. Tiyatro sevgisinin; bunu işçilerle bir arada yaşayışı ve onlara aktarışının gerekçesini 'kendimi, yalnızca tanımak ve 'yaşamak' isteğini duyduğum Fransız işçilerinin yanında iyi hissediyorum, onlar benim gibi' diyerek açıklar. Yine tiyatro sevgisine yönelik olarak 'neyse ki tiyatro bana yardımcı oluyor, ciddi bir şeyi alaylı biçimde anlatmak yalandan daha iyi; alaylı anlatım doğruya, sahnelediği olaydan daha yakın' açılımını yapar. Çağın parçalanmışlığının ve ölçüsüzlüğünün üstesinden gelme yolu Camus'ye göre sanattan geçer: Bu noktada sanatın birleştiriciliğine atıf yaparken; sanata değerini veren şeyin başkalarıyla paylaşılması olduğunu belirtir. Sanatın bu yönleri, Camus'nün tiyatro eserlerinde yoğun biçimde göze çarpar. Onun için tiyatro oyuncusu, yaşamın saçmalığını iyi bilen ve hayatı katlanılır hale getiren birey olduğundan; yaşama değer katan tiyatro da (insanlarla oyuncular arasında bağ kurarak), kişiyi yalnızlıktan kurtaran bir sanat etkinliği kimliğine bürünür. Bunların dışında Camus'ye göre tiyatroda ve diğer tüm sanat dallarında estetik kaygısı da hâkim olmalıdır; bu, insanı tanıma ve sevme düşüncesidir. Camus'nün savunduğu Akdeniz ruhu ya da güneş felsefesi denilen şey de, bununla aynı doğrultuda: Ona göre insan, insana ve değerlere bağlı kalmalı. Tarihle birlikte, doğa ve güzellik de bilinmelidir; 'doğa ve güzellik bilmezden gelinerek bir başkaldırı hareketi geliştirmek tarihten, emeğin ve varlığın onurunu ister istemez sürgün etmek anlamına gelir. Camus, adaletsizliğin yadsınıp yadsınamayacağını sorup, bunu 'evet' diye yanıtlarken; bu arada 'dünyanın güzelliğinin de selamlanmaya ara verilmemesi gerektiğini bildirir.' Savunduğu Akdeniz ruhu veya güneşin felsefesi tam da bu şekilde açıklanabilir.

Yine 1935'te, Plotin ve St. Augustin üzerine hazırladığı çalışmayla (Plotin ve St.Augustin'in Eserlerinde Helenizm ve Hıristiyanlığın İlişkileri) doktoraya hazırlık diploması alır. Üniversitede öğretim üyeliği yapmasına olanak sağlayacak doçentlik sınavına aday olmuşsa da, hastalığının şiddetlenmesi nedeniyle bu girişimi sonuçsuz kalır. Sağlığının düzelmesi için, Fransız Alplerinde bir tatil yöresine gider.

'Korku çağında felsefe'

Camus, 1938'de İtalya, Avusturya ve Çekoslovakya'yı ziyaret eder. Cumhuriyetçi Cezayir (Alger Républicain) gazetesinde çalışmaya başlar, söyleşiler yapar, edebiyat yazıları kaleme alır, başyazarlığı üstlenir; özellikle ses getiren davalara ve söyleşilere yer verir. 1936-1937 arasında yazdığı denemeler, 1939'da Düğün (Noces) adıyla Cezayir'de basılır. 1938'de Caligula adlı oyunu yazar, ilk romanı Yabancı (L'Etranger) ve ilk felsefi denemesi olan Sisifos Söyleni (Le Mythe de Sisype) üzerinde düşünmeye başlar. 1939'da askere yazılmayı dener ama sağlık komisyonu tarafından bu isteği reddedilir.

Bu yıllar Camus'nün felsefi söylemini oluşturuşunu imler. Bilimin, aklın, politika ve insanın yenilgiye uğradığı yıllarda kurduğu söylemini iki döneme ayırmak mümkün: İlk döneminde, 'absurde' (saçma, uyumsuz) kavramı üzerinde yoğunlaşır ve ana tema olarak da intiharı işler. İntiharın içerdiği temel çelişkileri anlatmayı görev edinir ve dünyanın saçmalığıyla intihar arasındaki ilişkiyi ya da ilişkisizliği ortaya koymaya çalışır.

Düşünsel gelişiminin ikinci döneminde ise başkaldırı kavramını irdelerken, ana tema olarak da cinayeti seçer. Başkaldırı, bir anlam ve değer uğruna ise, onunla insanları ölüme götürmek Camus'ye göre büyük bir tutarsızlıktır. Başkaldırı Camus için metafizik ile tarihsel olmak üzere ikiye ayrılır ve bunlar en açık ve ayrıntılı biçimde Başkaldıran İnsan adlı eserde ele alınır. Camus'nün iki döneminin veya irdelediği kavramların ortak sonucu ölüm ise mutlak bir son ve saçma yaşantıyı ortaya çıkaran temel ilkedir. Bu felsefi söylemiyle çağını tanımlayışı ise dikkate değer:

'On yedinci yüzyıl matematik çağı, on sekizinci yüzyıl fizik çağı; yüzyılımız ise korku çağıdır. Diyeceksiniz ki korku bir bilim değildir. Ama bu korkuda bilimin payı var. Çünkü kuramsal alandaki son gelişmeleri onu kendi kendini yadsımaya götürdü; pratik alandaki gelişmeleri ise, bütün dünyayı yok edebilecek duruma getirdi. Üstelik, korku bir bilim sayılmasa bile, onun bir teknik olduğu su götürmez (') İnsanlar arasındaki sürüp gelen uzun diyalog bitti. İnandırılamayan bir adamdan elbette korkulur.'

Camus 1941'de Cezayir'in Oran kentine gider ve burada öğretmenlik yapmaya başlar. 1941 Şubatı'nda Sisifos Söyleni'ni bitirir; iki önemli eseri Yabancı ve Sisifos Söyleni, 1942'de yayımlanır. 'Absurde'ün neliğine ilişkin belirlemelerini çoğunlukla Sisifos Söyleni'nde ortaya koyan Camus, önsözde 'absurde' ile ilgili bir felsefe geliştirmediğini, aksine onu betimlediğini söyler. Sisifos Söyleni 'absurde' ile ilgili bir kitap olmakla birlikte Camus burada, bir 'felsefe' yaratmaya çabalamadığını belirtir, dünyanın 'absurde'lüğünün; uyumsuzluğunun veya saçmalığının 'nerede olduğunu' sorar. Ona göre saçmalık ya da uyumsuzluk 'her sokağın dönemecinde her adamın yüzüne çarpabilir.'

Dolayısıyla 'absurde' her an her yerdedir; insanın yaşam ve varoluşu onu zorunlu kıldığından Camus, başta Sisifos Söyleni olmak üzere eserlerinde, insanın durumunu olduğu gibi gözler önüne sermeye gayret eder. Buradaki 'absurde' anlatımı, Yabancı'nın kahramanı Meursault'yla ete kemiğe bürünür.

Yabancı ve Sisifos Söyleni yayımlanmadan önce verem krizi nedeniyle Fransa'ya döner. 1943'te 'Combat' diye bilinen ve aynı adla bir yeraltı gazetesi çıkaran direniş grubuna katılır, beri yandan Gallimard Yayınevi'nde metin okuyucusu olarak çalışmaya başlar. 1943'ün sonlarına doğru Combat'ın yazıişleri müdürü olur. Aynı yıl, dört mektuptan oluşan Bir Alman Dosta Mektuplar'ın (Letters a ami allemand) ilk ikisini yazar; diğer iki mektubu ise 1944'te kaleme alır. Sartre ile tanışması da bu yıla rastlar ve dostlukları 1951'de Camus'nün Başkaldıran İnsan (L'Homme Revolté) adlı yapıtının yayımlanmasına kadar sürer. Camus ve Sartre, ilk önemli kitapları yayımlanınca birbirini keşfeder. 1944'teki tanışmayı tetikleyen en somut olay, Sartre'ın Şubat 1943'te Camus'nün 'Yabancı' romanıyla ilgili 'Yabancı'nın Açıklanması' adlı bir yazı kaleme almasıdır. Bu yazıda Sartre, Yabancı'yı 'absurde'e yönelik 'yazılmış bir başyapıt' olarak niteler. Camus de Sartre'ın kitaplarıyla ilgili olumlu eleştiriler kaleme alır. 1944'te tanışmalarıyla yeşeren dostluk, Soğuk Savaş'ın ağırlığını hissettirdiği 1950'lerin başında tökezler. Asıl fırtına ise Camus'nün 1951'de yayımlanan Başkaldıran İnsan adlı yapıtıyla kopar. 1952'de Sartre'ın bu kitaba karşı eleştirilerini sertleştirmesi ve Camus'nün komünizm yergisi, dostluğu bozan en önemli gelişmelerdir. Camus, komünizmi eleştirir, onun yerine 'devrimci sendikalizmi' önerir ve Sartre'ın, 'varoluşçuluğu Marksizmin kölesi haline getirdiğini' vurgularken temel dayanağı, varoluşçuluğun insanın özgürlüğü savıyla ortaya çıkmasıyla Marksizmin tarihsel gereklilik görüşünün çeliştiğini öne sürmesidir: Ona göre bir özgürlük felsefesi olan varoluşçuluk 'gereklilikle bütünleşip Stalinizmin suç ortağı haline gelir.' Sartre ise bu eleştiriye 'anti-komünizm, kişisel sorumluluklardan kaçma ve değişen dünyaya ayak uyduramamadır' diyerek yanıt verir. Sartre'a göre Sovyetler'deki kimi baskılarına rağmen komünizm, Fransa'da işçilerin biricik umudu ve siyasi ifade tarzıdır.

Direniş ve başkaldırı

1946'nın ilkbaharında ABD yolculuğunu gerçekleştiren Camus, hemen bir yıl sonra Combat'ın sahibinin ve politik çizgisinin değişmesi üzerine bu gazeteden ayrılır; öte yandan hem eleştirmenler ödülünü alır hem de Veba'yı (La Peste) yayımlar. Veba, başkaldırı felsefesinin perdesini açan eserdir. Romanda, Rieux ile arkadaşlarının salgınla mücadele ederken 'yazgılarına' başkaldırısı ve (Camus'nün yaşamında çok büyük yer kaplayan) direniş anlatılır. Kahramanların, hastalığın kendilerini etkileyebileceğini ve hastalık yenilmiş görünse de bir gün bir yerde yeniden ortaya çıkabileceğini bile bile vebayla baş etmeye çalışmaları, yaşama tutunuşu simgeler.

Camus 1948'de totaliter devletlerin kurbanlarının yakınları ve mağdurlarına yardım amaçlı bir dernek kurar ve aynı yıl Sıkıyönetim adlı piyesi okurla buluşur. 1949 yazını Güney Amerika'da geçirir ve hastalığı burada yeniden ortaya çıkar. 1950'de Doğrular (Justes) adlı piyesi ve 1951'de üzerinde çalışmaya bir yıl önce başladığı Başkaldıran İnsan yayımlanır; her ikisi de siyasal şiddetin eleştirisine yönelik eserlerdir. Franco'nun yönetimindeki İspanya'nın UNESCO'ya kabul edilmesi üzerine Camus, 1952'de bu kurumdaki görevinden ayrılır.

1954'te Cezayir Savaşı başlar ve savaşın ilk günlerinde Camus'nün Yaz (L'élé) isimli eseri okuyucuyla buluşur. Camus-Sartre ilişkisinin kopuşunu hızlandıran bir diğer olay da Cezayir'de yaşananlardır. Bu savaş, Camus'nün doğup büyüdüğü coğrafya ile ilgili kaygı ve görüşlerini dile getirdiği ama Cezayir'deki Fransız egemenliğinden de vazgeçmeme eğiliminde olduğunu gösteren bir turnusol kâğıdıdır. Barıştan, şiddetin son bulmasından bahsetmekle birlikte, Fransız egemenliğini savunması, bir bakıma Camus'nün o güne kadarki en önemli çelişkilerinden birini oluşturur. Camus'nün, Cezayir'i Sartre'dan daha iyi bildiği bir gerçek; fakat Sartre, Camus'ye oranla bu konuda ileriyi daha net görür.

Sartre, 1950 ve 60'ların Fransası'nda Cezayir için bağımsızlığı savunan söylemler geliştirir. Bunun yanında, dünyada o zamana değin uygulanmamış 'çeşitlilikte' işkencenin sonlandırılması amacıyla sesini de yükseltir. Hatta Sartre, Camus'yü onun sözcükleriyle eleştirerek, Cezayir'de yaşanan katliamları bir ölçüde 'anlamlı' bulan eski dostunu 'cellatsınız' diyerek kendince yargılar.

Camus, 1955'te Yunanistan'a gider, Dino Buzatti'nin Klinik Bir Vaka (Un caso clinico) adlı yapıtını tiyatroya uyarlar. 1956'da, son romanı olan Düşüş (La Chute) yayımlanır. Camus'nün bunlara ek olarak hayattayken yayımlatma imkânı bulamadığı Mutlu Ölüm (Le Mort heureuse) adlı bir romanı; yine Sürgün ve Krallık [L'Exil et le royaune](1957), Giyotin Üzerine, Defterler (I) [Carnets] 1935-1942 (1962), Defterler (II) 1942-1951 (1964), Defterler (III) 1951-1959 (1966), Yolculuk Günlükleri (Journaux de voyage) adlı yapıtları da bulunur.

Camus, 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü alır. Ödülü kazandığını öğrendiği gün (17 Ekim 1957), defterine 'Nobel, tuhaf bunalma ve melankoli hissi; yirmi yaşında yoksul ve çıplak, gerçek zaferi tanıdım' sözlerini düşer. Ölümünden hemen önce (1959'da), Dostoyevski'nin Ecinniler'ini tiyatroya uyarlar.

'İstediğim, kimsenin huzurunu bozmayacak sessiz bir ölüm"

Camus'nün tüm yaşamı 'absurde' ve onunla başa çıkmak üzere geliştirdiği başkaldırı felsefesini işleyerek geçer. Çünkü o, eylemlere sonradan bir değer yüklenişini çağının başlıca sorunu sayar. Hayranlık duyduğu Eski Yunan'da ise eylem sınırlanarak gerçekleştirilir; yani eylemde ölçü olarak usun sınırları esas alınır.

Yirminci yüzyıldan itibaren bu tersine döner, eylemlerin sınırsızlığı ve ölçüsüzlüğü merkeze yerleştirilir; Yunan dünyasında hayat bulan eylemlerin sınırlarını belirleme anlayışı artık terk edilmiştir. Bu yüzden 'absurde'ü hem yaşatmak hem de hayat içinde onun üstesinden gelerek yaşamı ve değerleri savunmak adına bir başkaldırı felsefesi ortaya koyar.

Onun için başkaldırı, yaşamı aşan ya da yaşamı tüketen; şiddeti yaşamın orta yerine koyan bir gerçek değil, tam tersine değerlerin yanında olan bir çabadır. Buradan hareketle Camus'nün, gününün gerçeklerinin farkında, çağının tanığı bir yazar ve düşünür olduğunu söylemek mümkün.

Camus 4 Ocak 1960 günü Sens yakınlarında geçirdiği trafik kazası sonucu, yayıncısı Gallimard'la birlikte hayatını kaybeder. Yıllar önce, ölümünün kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde gerçekleşmesini istemiş ve 'bugün en derinden arzu ettiğim şey, sevdiğim insanların huzurunu bozmayacak, sessiz bir ölümdür' demiştir.

Oysa ölümü, başta Avrupa olmak üzere, tüm dünyada yankı uyandırır. Kaza günü çantasında bir romanın notları bulunur. Bu roman, kendi yaşantısıyla, ailesi ve çevresiyle ilgili bilgileri de içerir; sonlanmamış bu çalışma, ileriki yıllarda İlk Adam (Le premier homme) adıyla yayımlanır. Kitap, okuyucuyla buluştuğu 1994'ün en çok ses getiren edebiyat olayı olur.

Yarım kalması, Camus'nün yaşamına dair çarpıcı bilgiler sunması, gençliği ve aile çevresiyle ilgili yalın ama bir o kadar da yoğun belirlemeleri içinde barındırışı, İlk Adam'ın ilgi görmesinin başlıca nedenleridir. Ama asıl önemi 'absurde'ü ve ona neden başkaldırılması gerektiğini anlatan şu sözlerde aranmalı: '(') Taşta babasının doğum tarihini bu sırada okudu, bu tarihi bilmediğini de böylece ayrımsadı. Sonra iki tarihi okudu, 1885-1914 ve kendiliğinden bir hesap yaptı: Yirmi dokuz. Birden bir düşünce takıldı kafasına, bedeninde bile sarstı onu. Kırk yaşındaydı. Bu taşın altında yatan ve babası olmuş olan adam kendisinden daha gençti. Ve bir anda yüreğini dolduruveren sevgi ve acıma dalgası, oğlu ölmüş babanın anısına doğru götüren ruh devinimi değil; olgun bir adamın haksız olarak katledilmiş çocuk karşısında duyduğu çalkantılı acımaydı. Burada bir şeyler doğal düzene uymuyordu ve doğrusunu söylemek gerekirse, düzen diye bir şey yoktu, oğlun babadan daha yaşlı olduğu yerde çılgınlık ve kargaşa vardı yalnızca.' Bugün de olduğu gibi...