Sevgili Bayan Milena'ya,
Size önce Prag’tan, ardından da Meran’dan yazdığım kısacık mektuplarıma kesinlikle cevap beklemiyordum. Umduğum gibi karşılık yazmadınız da. Sevinmem gerek. Sessiz kaldığımız her gün iyi olduğumuzun bir işaretidir.
Size önce Prag’tan, ardından da Meran’dan yazdığım kısacık mektuplarıma kesinlikle cevap beklemiyordum. Umduğum gibi karşılık yazmadınız da. Sevinmem gerek. Sessiz kaldığımız her gün iyi olduğumuzun bir işaretidir.
Yarım
kalmış bir düş gibi. Önümden geçip gidiyorsunuz. Masalar, sandalyeler,
geçtiğimiz yer, hatta elbiseniz bile gözümün önünde. Yüzünüzü,
ayrıntıları çıkaramıyorum. Kötü bir yarım düş olsa gerek bu. Çok ilginç,
hem de çok.
Bekliyorum içim içime sığmadan. Pazar
gününe kadar mektup yazar mısınız bana? Delilik gibi geliyor bu
istekler. Tek mektup yetersiz mi? Herhalde yeter. Ama yine de okumak
istiyorum bunları durmadan, nefes almadan. Nedir bunun mantığı, ah
Milena!
Bu dünya ne zaman düzelecek, ne zaman normale
dönecek sevgili Milena? Gündüzleri bütün vaktimizi yıkıntıların arasında
geçirip gece de yeni buluşlar için kafa patlatarak geçiriyoruz
ömrümüzü.
Garip bir rahatsızlık var bende, yorgunluk
değil bu, “korku” galiba. Düşenlerle dalga geçilen bir dünya burası ve
ben yürümeye korkuyorum. Evet, yorgun değilim, yalnızca korkağın
biriyim. Düşünüyorum da insan herhalde bütün gün bir noktaya bakarak
oturup bir akıl hastanesinde huzur bulabilir sadece.
Milena! Sen şimdi yüreğimi, aklimi, tüm varlığımı büyüleyen o sesinle çağırıyorsun beni yanına..
(...)
Bütün bu olanlar perişan ediyor beni. Çevremdeki her şey darmadağın
oluyor, sonra yeniden bir araya geliyor. Sonra başımın çaresine bakmak
zorunda kalıyorum. Aslında yakınmamın sebebi güneşi görmek istemeyişim,
hayata geri dönmekten korkmam.
Her tarafa Milena diye yazdım. Yazmayı bildiğim tek kelime bu ve ben büyük bir coşkuyla bunu herkese göstermek istiyorum.
(...) istasyondan bana bakan yüzünü düşündüm. Unutamayacağım bir doğa olayıydı bu.
Gel artık Milena! Sen olmayınca geceler boyu sabahlara kadar yanımdaki kokuyla boğuşmakla geçiyor ömrüm.
En
şaşırtıcı olan bana gelme isteğin. Yanıma inersen kör olacaksın,
batacaksın dibe ve başını dik tutmak için çırpınacaksın. Gücünü sonuna
kadar kullanıp parçalanacak ve yok olacaksın. Benim olduğum yerde ne
mutluluk ne mutluluk ne de iyilik var. Oraya bırakılmışım ve senin
yurdunun savaş öncesi bunaklarına dönmüşüm...
Lütfen uzat elini ve sonsuza kadar çekme!...
Durmadan
birbirimize aynı soruları sorup duruyoruz. Ben “hasta mısın” diye
soruyorum, sen cevap yazıyorsun, hastalığımın durumunu soruyorsun.
“Ölmek istiyorum” diyorum, bir bakıyorum sen de aynı şeyi söylüyorsun.
Bunu yine söylemek istiyorum ki bütün ama bütün istediğim yanında
olabilmek ve sen de bunu istiyorsun. Yeter artık! Yeter!...
Artık güz de oyun oynuyor benimle. Zaman zaman kuşkuya düşecek kadar yanıyor, yine kuşkuya düşecek kadar üşüyorum...
Ayrılmadığımız için vedalaşmıyorum Milena! Toprak beni içine çekerse o başka. Ama bunu başaramayacak. Çünkü sen varsın!
Kısaca
şunu söylemek istiyorum Milena: etrafındakilerin o ulaşılmaz
zekilikleri ile hayvanca sersemliklerine karşı senin haklı olduğuna
inanmamış olsaydım bu kadar ilgilenebilir miydim seninle? koskoca
okyanusların dibindeki bir avuç toprak o baskıya nasıl dayanıyorsa sen
de öyle dayanmalısın Milena. Bugüne kadar insanlara tahammül
edebileceğimi yeryüzü ile başa çıkabileceğimi düşünmezdim hiç. Ama sen
şunu öğrettin bana dayanılmaz olan aslında yaşam değilmiş, insanlarmış.