Tevfik Fikret ölmeden yıllar önce can dostu Süleyman Nazif’e bir mektup yazdı: “Üzüntü, üzüntü, üzüntü... Üzgünüm kardeşim; şiddetli bir öfke bunalımı içindeyim, sönüyorum. Bu biraz daha sürerse, eyvah... Sebebini söyleyeyim mi? Fakat bu o kadar tuhaf ki gülersiniz diye korkuyorum; bazan kendim bile kendi halime gülüyorum. Koca bir âlem içinde yalnızım, Nazif. En samimi arkadaşlarımın arasında sokağa çıplak çıkmış bir adam hissi ile titriyorum; herkesin vicdanı kapalı, örtülü; yalnız ben çıplak. Herkes hiç olmazsa üniformalarla, ne diyeyim, aslını örtüyor; herkes zamanın şatafatına bürünebiliyor; herkes namuslu geçinerek alçak yaşamanın kolayını buluyor; herkes bu alçaklık havası içinde nefes alabilmek için bir kolaylığa, bir çareye, bir büyüye sahip.(...) Bilir misiniz, bu zamanda namus, zarfını kemirir bir cevherden başka bir şey değil. Size koşuyorum; elbette siz beni anlar, benimle ağlarsınız. Bayramın ilk gününden beri damarlarımın içinde bir öfke zehiri dolaşıyor, kanımı yakıyor; burada artık herkesin benden ürktüğünü, kaçmak istediğini görüyorum. Herkes edepsizliğe hak veriyor; bana diyorlar ki: ‘Zaman haklıdır, akıllıdır; sen budalasın’... Allah aşkına siz öyle yapmayın, siz bari deyiniz ki: ‘Sen budalasın, fakat zaman haklı, akıllı değildir.”
Tevfik Fikret’in iliklerine kadar yaşadığı yalnızlığı, uğradığı haksızlığı en iyi bilen, bunu kendisi de yaşayan Mustafa Kemal’di. Tevfik Fikret, çok sevdiği ve dizelerini dilinden düşürmediği şairdi. Atatürk, Fikret’le karşılaşamamanın, sohbet edememenin üzüntüsü hep yaşadı. Sofrasında Tevfik Fikret’in büyük bir şair olmadığı sözü geçti. Hiç bir konuda haksızlığa dayanamayan, Atatürk: “O karanlıklar içinde aydınlığı gören ve halkı o aydınlığa doğru götürmeye çalışan Fikret, bu çığlığı koparırken sizler nerelerdeydiniz? Niçin içinizden kimse onun gibi feryat etmedi? Ben Fikret’e yetişemedim. Onun sohbetinden yararlanamadım. Kendimi bedbaht sayarım fakat onun bütün eserlerini okudum, bir çoğu da ezberimdedir. O, hem büyük bir şair, hem de büyük insandır... Zaten parmakla gösterilecek kadar az olan büyük adamlarımızı küçültmeye kalkmayalım!”
Vapur gezintisinde çevresine toplanan gençlerle konuşan Atatürk söz edebiyata gelince, Tevfik Fikret’e olan hayranlığını dile getirdi: “Onu biz okul sıralarında okurduk. Ondaki görkem, ondaki ağırbaşlı uyum hiçbir şairimizde yok.” Sevgi ve heyecanla bakan gençlerden onun bir şiirini okumalarını istedi. Herkes sustu... Gür sesle bir genç: “Ben Ferda’sını okuyabilirim!” diyerek ileri atıldı. Atatürk’ün yüzünde tatlı çizgiler belirdi: “Ferda’yı mı? Ah delikanlı, benim en sevdiğim şiirdir o. Kendim okuyacağım.”
FERDA (Yarın)
Bugünün gençlerine
Yarın senin; senin bu yenilik, bu devrim...
Her şey senin değil mi ki zaten? Sen, ey gençlik,
Ey umudun güzel yüzü, işte yansıyan yerin
Karşında, bir sabah göğü, saf ve bulutsuz,
Titreyen kucağı açık, bekliyor.. Koş!
Ey hayatın güldüren doğan şafağı, işte herkesin
Gözleri sende; sen ki hayatın ümidisin,
Alnında yeni bir yıldız, yok, bir güneş.
Ufuklara doğ, önünde şu sıkıntılı geçmiş
Sönsün sonsuza dek.
Sönsün sonsuza dek o cehennem; senin bugün
Cennet kadar güzel vatanın var; şu gördüğün
Zümrüt bakışlı; inci neşeli kızcağız
Kimdir, bilir misin? Vatanın... Şimdi saygısız
Bir göz bu nazlı yüze -Allah esirgesin
Kötü bir gözle baksa, dayanabilir misin?
İster misin, şu ak sakalın temiz ve görkemli,
Ağırbaşlı alnına, bir kirli el demem,
Hatta yabancı bir el uzansın? Şu mezarı
Razı olur musun, taşa tutsun şu serseri?
Elbette hayır; o mezar, o ağır-başlı alın
Kutsal birer örneğidir yurdun...Vatan çalışkan
İnsanların omuzları üstünde yükselir.
Gençler, vatanın bütün ümidi şimdi sizdedir.
Her şey sizin, vatan da sizin, her şeref sizin;
Ancak unutmayın ki zaman sert ve emin,
Bir sessiz adımla takip eder bizi.
Önden koşan, fakat yine dikkatle her izi
Derin incelemeye yol bulan bu yanılmaz izleyici
Paylamasının utancında kalırsak, yazık!.. Demin
“Yarınlar senin”, dedim, beni alkış-ladın; hayır,
Bir şey senin değil, sana yarın emanettir;
Her şey emanettir sana, ey genç, unutma ki:
Senden de bir hesap sorar, yakınan gelecek.
Geçmişe şimdi sen bakı-yorsun çok uyanık,
Gelecek de senden eyleyecek böyle kuşku.
Her organı ihtiyaç kasırgasıyla sarsılan
Bir kuşağın oğlusun; bunu anımsa zaman zaman
Asrın, unutma, şimşekleri bilgi çağının
Her yıldırımda bir gece, bir gölge devrilir,
Bir yükseliş ufku açılır, yükselir hayat;
Yükselmeyen düşer: ya ilerleme, ya çöküş!
Yükselmeli, dokunmalı alnın göklere;
Doymaz insan dedikleri kuş yükselmelere...
Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş,atıl, bağır;
Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!”
“Rübab-ı Şikeste” Kırık Saz’da “Kimseden yardım ummam, kol kanat dilenmem, / Kendi boşlu-ğumda, kendi göklerimde kendim uçarım. / Eğilme tutsaklık boyun-duruğundanağırdır boynuma; / Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim” diyordu, Tevfik Fikret. Atatürk de öğretmenlere seslendi: “Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki. Cumhuriyet sizden ‘fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür’ kuşaklar ister.”
İzmir Kız öğretmen okulundaydı, Atatürk. “Türk Kadını nasıl olmalıdır?” sorununa yanıt verdi: “Burada Fikret merhumun herkesçe bilinen bir sözünü anımsatırım: ‘Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer.’
İzmir Kız öğretmen okulundaydı, Atatürk. “Türk Kadını nasıl olmalıdır?” sorununa yanıt verdi: “Burada Fikret merhumun herkesçe bilinen bir sözünü anımsatırım: ‘Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer.’
”1938’de hastalığın pençesinde kıvranırken Elazığ’a giden Atatürk’ün acılarını Tevfik Fikret'in dizeleri dindirdi. Elazığ türkülerinin ardından, İsmail Müştak Mayokan’dan Tevfik Fikret’in şiirlerini dinledi. Mayokan sahneden inmeden önce Fikret'in Akif’e yanıtını okudu. Atatürk güldü. Neşesi yerine geldi ve etrafındakilere “Hangi Türk şairi böyle devrimci şiirler yazmıştır?” dedi.
“Fikret, bütün hayatında, baskıya, her türlü baskıcı yönetime, dini, siyasi, dünyevi, öbür dünyavi esaretlere isyan etmiş bir şairimizdir. ‘Doksan beşe doğru’ ile ‘Tarihi Kadim’ yerdeki taçla gökteki tahtın saldırgan baskısına baş kaldıran bir taşkındır. Ona inançsız diyenlerden çok daha inançlı olan Fikret’i, kızgınlık duyduğu, velayetlerin yıkıldığı bu devirde hatırlamamak günah olur” diyen, Hasan Ali Yücel’in girişimiyle 1948’de Aşiyan; Edebiyatı Cedide Müzesi oldu. Hüseyin Cahit Yalçın, Rıza Tevfik, Tevfik Fikret’i anlattı. Aşiyan’a Müdür olan Vecdi Bingöl, Atatürk’ün kendisine söylediği sözleri anımsadı: “Hiç unutmam bir gün gözlerimin içine bakarak ve derinden gelen bir sesle dedi ki: ‘Tevfik Fikret’in o ‘Tarih-i Kadim’i yok mu, işte o, dünyada yapılması gereken bütün devrimlerin kaynağıdır.’
”İşte bugünün diliyle Atatürk’ün çok sevdiği Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadim şiiri:(Tevfik Fikret aşkını Atatürk’ten alan 11 Ağustos’da doğan Mete Akyol’a Bütün Dünya’dan) armağan
TARİH-İ KADİM (Eski Tarih)
”İşte bugünün diliyle Atatürk’ün çok sevdiği Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadim şiiri:(Tevfik Fikret aşkını Atatürk’ten alan 11 Ağustos’da doğan Mete Akyol’a Bütün Dünya’dan) armağan
TARİH-İ KADİM (Eski Tarih)
İnsanın köhne serüveninden
Bize efsaneler anlatan;
Bizi bedensiz atalarımızın
Geçmişin boşluğunda bir kara ve uzun
Gece olan yaşamından
Ninniler uydurup uyutan
Bize en doğru, en güzel örnek
Diye geçmiş zamanı göstererek
Gelecek günlerin, geçen geceden
Farkı yok, hükmü yok sanısı veren;
Ve alnında altı bin yıllık
Buruşukluklarla kuşkular karışık;
Başı geçmişe, yani rüyaya,
Ayağı gelecek denen bilinmeyene
Sürünen canlı ceset heykel... Onu bazen
Durdurup manzaramda, iğrenmeden
Sorarım eski anılarından;
O biraz filozof, biraz sırtlan,
Ve bütün kabalığıyla bir hortlak.
Mezarını unutmanın gecesini yoklayarak
Boğuk, paslı bir tonda
Bana başlar birer birer aktarmaya
Arda arda çağların olaylarını;
Hep felaket, elem yığıntıları!
Ne zaman geçse şanlı bir ordu.
Daima geçide kan saçan
Bir bulut gölge saçan olur; mutlak
Başta en başta kanlı bir bayrak,
Onu bir kanlı taç eder takip;
Sonra kanlı yıkım araçları;
Mızrak, yay, kılıç, topuz, balta,
Mancınık, top, sapan, tüfek... Arada
Kanlı kumandanlarıyla savaş atlıları;
Sonra artık alay alay köleler...
Kesinlikle bir yenen, on yenilen:
Çiğneyen haklı, çiğnenen kusurlu
Kahra alkış, gurura secde; iyilik
Güçsüzlükle ve alçaklıkla daima eş;
Doğruluk gönülde yok, dudaklarda;
iyilik ayaklarda, kötülük kucaklarda;
Bir gerçek: Zincir gerçeği;
Bir belagat: Kılıç belagati;
Hak güçlünün, demek şirretindir;
En açık hikmet: ezmeyen ezilir.
Her şeref yapma, her mutluluk piç;
Her şeyin başlangıcı, sonu hiç;
Din şehit ister ve gök kurban;
Her zaman, her tarafta kan, kan, kan!
Söyler, inler, sayıklar; sözün kısası
insanın anlatır, ne yolda, nasıl
Bu hastalıklı ömrü sürdüğünü;
Görürüm kanların köpürdüğünü...
O iskeletin o dişlek ağzında,
Sesinin titreyen derinliğinde
Öyle müthiş yankısını inlemenin
İşitir, öyle titrerim ki, yer
Sanırım ilençle titrer
İndir, ey savaş mahşeri, indir
Perdeler acılar sahnesine,
Sönsün artık bu ateşin fitne!
Hele sen ey gelenek isteyen İskelet,
Yetişir çizdiğin kara çizgiler.
Biz sabah isteriz sabah, o uzun
Geceler uyuyanlara hayr olsun!
Kimsin ey gölge, sen ki yıkım sarhoşu
Koşuyorsun doğru karanlıklara,
Kanlı bir şeyle oynamış gibisin;
Belli, hemcinsimin yok edenisin!..
Kahramanlık...
Temeli kan ve vahşet;
Beldeler çiğne, ordular mahvet;
Kes, kopar, kır, sürükle, ez, yak, yık;
Ne “Aman!” bil, ne “Ah!” işit, ne “Yazık!”;
Geçtiğin yer ölüm, elem dolsun;
Ne ekinden eser, ne ot, ne yosun;
Sönsün evler, sürünsün aileler;
Kalmasın hırpalanmadık bir yer;
Her ocak benzesin mezar taşına;
Damlar insin yetimlerin başına...
Bu ne vicdan eriten kötülük, ne ar;
Yere geç gücünle ey serdar!
Her zafer bir harabe, bir mezar;
Ey cihangir, utan şu mezardan!
Devril, ey köhne bağımsızlık tahtı!
Kahrın altında inliyor kuşaklar,
Parçalan ey ışığı sönmüş taç,
Şu yığınlarla sefilin ihtiyacı
Hep senin, işte hep senin eserin,
Göz yaşından yapılma incilerin
Görsen artık nasıl yosunlanmış...
Size geçmiş ne duyguyla aldanmış
Bilsem? Ey kargalar, ki kan içen
Her karanlık sizinle doludur;
Düşünceye artık yeter zorbalığınız;
Yaşanır pek güzel baskısız,
Sizi tarih korur, gidin;
Gece sırdaşıdır haydutların
Ve yok oluşun mezarlığında
Boğulun... İşte en güzel müjde...
Bu düşünce gelecek çağlara;
İşte gerçek özgürlük:
Ne savaşçı, ne savaş ve istila;
Ne sataşan, ne saltanat, ne eşkıyalık,
Ne yakınma, ne zulüm ve baskıcı yönetim
Ben benim, sen de sen: ne tapan, ne tapılan!..
O zaman ey hırlayan kuru iskelet,
Şimdi “savaş, ayaklanma, antlaşma, sefer...”
Diye saydıkların kalır meçhul,
Birer ucubem, ya gulyabani hikayesi...
Yırtılır ey köhnenin kitabı yarın
Düşüncenin mezarı olan sayfaların!
Bunu kimden fakat ümit edelim?
Bu büyük yaratılış devrimi kim,
Hangi güç üstlenecek?
Evrenin sahibi?..
Evet, gerçek,
Evrenin sahibi olan kibir!..
O yaklaşılmayı kıran suskunluğun yüzü!..
O fakat aslı hep bu kavgaların!..
Ey gök, ey yüzyılların selleri
Şimdi sarhoşça bir heves şarkısı,
Şimdi zindana tıkılı bir kuru ses,
Şimdi yanık ya oynak bir nakarat,
Bir geniş “Oooh!” bir derin Heyhat!
Bir dua, bir kaside! Şimdi halim,
Şimdi serkeş bir rüzgar titremesi;
Şimdi bir garibanın sızlanması;
Şimdi sabırsızca bir çekiştirme;
Şimdi bir titreyiş, çanın nağmesi;
Şimdi bir davulun ve kösün haykırışı;
Şimdi aczin ağlayan sessizliği;
Şimdi kahrın şükran kişnemesi;
Şimdi bir hutbe düzgün ve özlü;
Şimdi utangaç, bir hastanın yalvarışı;
Şimdi bir gülüş, şimdi bir yürek çarpıntısı;
Şimdi dehşeti bir çığlık olan
Dalgalı gürültüleriyle
İnleyen boş kubbe! Söyle,
Söyle, sen her sesi yansıtırsın,
Şu hayhuy içinde hangi sesin
Aksi üstünde yükselme buyruğu
Olan ululuk divanına erişebilmiş
Mi? Ve söyle hangi dua
kabul olunmuş?.. Ey göklerin ilahı,
Seni dinin büyükleri olanlardan,
Dinledim: "Benzersiz ve noksansız,
“Diri, ve ayakta olan, ve güçlü, ve yüce,
Besleyen, dilekleri gerçekleştiren,
Yok eden, öç alan, bilen ve haberalan,
Gizli ve açık ve işiten ve gören,
Boynu büküklere sahip ve yardım eden,
Kendisi her yerde hazır ve nazır”
Diye nitelendiriyorlar. En parlak;
Özelliğin “Ortaksız" yanın iken bak:
Şu bataklıkta kaç ortağın var;
Hepsi ayakta olan, ve güçlü, yok eden.
Hepsinin "Ortaksız" sıfatı,
Hepsinin emretme ve yasak etme saltanatı;
Hepsinin ilhamının bir gökyüzü,
Hepsinin ayı, güneşi, yıldızları,
Hepsinin bir gizli secde ettiği,
Hepsinin söz verilen bir cenneti
Hepsinin bir varlığı, bir yokluğu,
Hepsinin bir saygıdeğer peygamberi,
Hepsinin cennetinde huriler,
Hepsinin cehenneminin azığı insan!..
Hepsi halkından istiyor kahroluş
İki büklüm sabırlı boyun eğiş...
Ben ki hepsinden kuşku ederim,
Kime sorsam diyor ki: Yok haberim.
Kim bilir belki hepsi kuruntu,
Belki aldanmak hayatın ihtiyacı,
Kim bilir belki hepsi doğru da ben
Habersizim kendi duygumun yanılgısından.
Varı yok bilmek istedim, yoku var.
Kuşku... İşte töhmetim! Ne zarar?!
Kuşku bir ışığa doğru koşmaktır,
Hakkı aydınlatmak akıllar için haktır.
Kim bilir, belki yokluk vardır.
Belki öbür dünya da var; fakat bu varlık
Yapanı olmakla ölümsüzlüğün Yaratanı
Niye olsun esiri bin derdin?
Ne için yoktan eyleyip var
Sonra vermek ancak yok olmaya yetenek?!
Kim bilir belki aslımız toprak,
Onu bir acı çeken çamur yapmak;
Ki gözenekleri kanla yaşla dolu-
Hangi hain tesadüfün işi bu?
Bunu bir Yaradan kötü iş yapmaz.
Yaratan mahveder, harap etmez!
İşte en zorlu düşmanın, ey Yaradan;
Seni karşında boğan;
Bize vaktiyle hıncının zehrinden
Verdiğin yudumdur.
Odur bu yılan.
Bileceksin bu düşmanı elbet sen:
Kuşku...
En zalim, en güçlü düşman;
Bize en aldatıcı musallat ettiğin,
Yahut en dalgınlıkla yanıltman,
O bugün aldatma, şeytanlık, baştan çıkarma
Seni mülkünden eyliyor uzak;
Üflüyor mabedinde meşaleni,
Kırıyor elleriyle heykelini;
Ve bütün gücünle sen felçli,
Düşüyorsun...
Ne burçların yok oluşunu,
Ne yıldırımlar, ne bir kükreyişin rüzgarı,
Ne cehennemlerinde bir kaynayış...
Ne bakışlar haberdar mateminden,
Ne kulaklarda bir üzücü çınlayışı...
Kopsa bir parçacık yaratılışın bedeninden
Duyulur bir yakınma olsun; sen
Göçüyorsun da gök ve yerinle
Yok doğada bir inilti bile!..
Tersine, her yanda kahka-halar.
Yalana yalnız iki yüzlülük ve ahmaklık ağlar.”
butundunya.com