Uygar düzende insanların oldukları, yasaların da olabilecekleri gibi kabul edilmelerine ilişkin herhangi bir kesin ve yasal bir yönetim kuralı varsa, onu incelemek isterim. Bu incelemede daima adalet ve faydanın hiçbir durumda birbirinden ayrılmaması için doğru yaptırımlar ile çıkarların öngördüklerini birleştirmeye gayret ederim.
İnsan özgür olarak doğmuştu ve her yerde zincire vurulmuştur. Biri kendini diğerlerinin efendisi zannettiğinde diğerlerinden daha da çok köledir. Bu değişiklik nasıl gerçekleşmiştir? Bilmiyorum. Bu durumu yasal kılan nedir? Sanırım bu soruyu cevaplayabilirim.
Eğer sadece gücü ve gücün etkilerini hesaba katarsam, şöyle söylemem gerekir: “Bir halk boyun eğmeye mecbur edildiğinde ve boyun eğdiğinde iyi eder, boyunduruktan kurtulabildiği anda kurtulur ve daha iyi eder; çünkü özgürlüğünü elinden alan hakka dayanarak onu yeniden kazanması durumunda, nedenlerinin geçerli olup olmaması fark etmez.” Nitekim, toplumsal düzen kutsal bir hak olup, tüm diğer hakların temelidir. Ancak, doğal bir hak değildir ve bu nedenle mukavelelere dayanmalıdır.
İnsan özgür olarak doğmuştu ve her yerde zincire vurulmuştur. Biri kendini diğerlerinin efendisi zannettiğinde diğerlerinden daha da çok köledir. Bu değişiklik nasıl gerçekleşmiştir? Bilmiyorum. Bu durumu yasal kılan nedir? Sanırım bu soruyu cevaplayabilirim.
Eğer sadece gücü ve gücün etkilerini hesaba katarsam, şöyle söylemem gerekir: “Bir halk boyun eğmeye mecbur edildiğinde ve boyun eğdiğinde iyi eder, boyunduruktan kurtulabildiği anda kurtulur ve daha iyi eder; çünkü özgürlüğünü elinden alan hakka dayanarak onu yeniden kazanması durumunda, nedenlerinin geçerli olup olmaması fark etmez.” Nitekim, toplumsal düzen kutsal bir hak olup, tüm diğer hakların temelidir. Ancak, doğal bir hak değildir ve bu nedenle mukavelelere dayanmalıdır.
İlk Toplumlar ve Kölelik
Grotius,
tüm insan gücünün yönetilenler lehine kurulduğunu reddeder ve örnek
olarak köleliği anlatır. Onun alışıldık muhakeme yöntemi, doğruya
durumlardan yola çıkarak ulaşmaktır. Daha mantıklı bir yöntem uygulamak
mümkün olurdu ama zorbalar için bundan daha uygunu bulunamazdı.
Demek
ki, Gratius’a göre, insan ırkının yüz adama mı ait olduğu, yüz adamın
mı insan ırkına ait olduğu belirsizdir ve kitabı boyunca ilk alternatife
meyilli olduğu görülmektedir ki, bu aynı zamanda Hobbes”un da
görüşüdür. Bu görüşe göre, insan türü birçok sığır sürüsüne ayrılmıştır,
her birinin kendi yöneticisi vardır ve onları yemek için korur. (…)
Caligula’nın
düşüncesi de Hobbes ve Grotius’unkiyle örtüşmektedir. Aristo, onların
hepsinden önce, insanların hiçbir anlamda doğal olarak eşit olmadığını,
bazılarının kölelik, diğerlerinin hükmetmek için doğduklarını söyler.
Aristo haklıydı ama o sonucu sebebe tercih etmiştir. Köle olarak doğan
herkesin köle olması kaçınılmazdır. Köleler zincirliyken kaçma arzusu da
dahil her şeyi kaybederler - Ulysses’in arkadaşlarının vahşi hallerini
sevmeleri gibi. Demek ki, doğaları icabı köle olanlar varsa nedeni, doğa
karşıtı kölelerin de var olmalarıdır. İlk köleleri yaratan güç, durumu
devam ettiren ise, onların korkaklığıdır. (…)
Hiç
kimse çevresindekilerin üzerinde doğal bir otoriteye sahip olmadığından
ve güç hak yaratmadığından, tüm meşru otoritenin temelini mukavelelerin
biçimlendirdiğini kabul etmeliyiz.
Grotius
der ki, eğer bir canlı özgürlüğünden feragat edebilirse ve kendini bir
efendinin kölesi haline getirebilirse, neden tüm bir halk aynısını
yapamasın ve kendisini bir krala tabi kılamasın? (…)
Despotun
kullarına uygar yaşam düzeni sağladığı söylenecektir. Kabul ama eğer
despotun hırsı başlarına savaşlar açıyorsa, doymak bilmez açgözlülüğü ve
bakanlarının can sıkıcı tavırları üzerlerinde kendi çekişmelerinden
daha fazla baskı yaratıyorsa, neye yarar? Keyfini sürdükleri asayiş,
sefaletlerinden ibaretse, neye yarar? Asayiş, zindanlarda da vardır ama
sadece bu oraları yaşanılası yerler yapar mı? (…)
Bir
insanın kendisini ivazsız verdiğini söylemek, saçma ve düşünülemez bir
şey söylemektir; böyle bir hareket, yapan aklını kaçırmış olacağından,
geçersiz ve gayrimeşrudur. Aynı hareketi bir halkın tamamı için
söylemek, deli olduklarını varsaymaktır ki, delilikten kaynaklanan
herhangi bir hak yoktur.
Her
bir insan kendisini ferağ ve temlik edebilse bile, bunu çocuklarına
yapamaz; onlar insan olarak ve özgür doğmuşlardır; özgürlükleri
kendilerine aittir ve tasarruf hakkı sadece onlardadır. (…)
Özgürlükten
vazgeçmek, insan olduğunu inkâr etmek,, insanoğlunun haklarından ve
hatta sorumluluklarından vazgeçmek demektir. Her şeyden feragat etmiş
birinin tazmin edilmesi de mümkün değildir. Böylesi bir vazgeçiş,
insanın doğasına aykırıdır; isteklerinden tüm özgürlüğü çıkarmak,
davranışlarından tüm ahlakı çıkarmak demektir. (...)
Toplumsal Sözleşme
Yanıldığımı,
çürütegeldiklerimin tümünün aslında doğru olduklarını kabul etsem de
despotizm yandaşlarının durumları daha iyi olmayacaktır, zira bir
yığını baskı altında tutmakla, bir toplumu yönetmek arasında daima çok
büyük fark vardır. Münferit bireyler tek bir kişi tarafından başarıyla
köleleştirilmiş bile olsalar, ne kadar kalabalık olurlarsa olsunlar,
benim gözümde bir halk ve onun yöneticisi değil, bir efendi ve onun
kölelerinden ibarettirler; orada bir cemiyet değil, ne kamu menfaatinin
ne de siyasi bir teşkilatın var olduğu bir yığın görürüm. (...)
Grotius
der ki: Bir halk kendini bir krala teslim edebilir. Çünkü Grotius’a
göre bir halk kendisini teslim etmeden önce zaten halktır. Böylesi bir
teslimiyet bir uygar harekettir ve toplum tarafından müzakere edilmişlik
ima eder. /oysa/ Bir halkın bir krala teslim oluşunu incelemeden önce,
bir halkı neyin halk yaptığını incelemekte fayda vardır, çünkü halkı
halk yapan eylem, bir toplumun gerçek temelidir ve krala teslimiyetten
önce gelir. (...)
Ben
insanoğlunun yabanıl yaşam sürdürmesinin engellendiği o noktaya erişmiş
olmasının, direnme gücünün, bireylerin o şartlarda yaşabilmelerini
sağlayan yetilerinden daha büyük olduğunu gösterdiği kanısındayım. Bu
durumda ilkel şartlar devam edemeyecek, ve meğerki, varoluş biçimini
değiştirsin, insan soyu yok olacaktır.
Ancak
insanlar yeni güçler doğuramayacakları, sadece var olanları birleştirip
yönlendirebilecekleri için, kendilerini korumalarının yegâne yolu,
direnci yenecek büyüklükte bir güçler birliği oluşturmak ve onu
kuvvetlendirmektir. Bu güçler, tek bir güdüyle bir araya getirilmeli,
bir koro halinde birlikte hareket etmelidirler.
Bu
güçler toplamının oluşabilmesi için birkaç insanın biraraya gelmesi
gerekir ama her insanın gücü ve özgürlüğü asıl itibariyle kendi
benliğini korumaya tahsislidir. Hal buyken, söz konusu özkaynaklarını
kendi çıkarlarına halel getirmeden, kendisini ihmal etmeden, nasıl
kullanıma açabilecektir? Bu zorluğu konumuz bağlamında aşağıdaki gibi
tanımlayabiliriz:
Sorun,
ortak gücün bütünü kadar bireyi ve bireyin malını da savunacak ve
koruyacak bir birlik biçimi bulmaktır; bu birliğin bir ferdi olan birey,
bir yandan herkesle bütünleşirken, diğer yandan da kendisine sadık
kalabilmeli, eskiden olduğu gibi özgür olabilmelidir. Toplumsal Sözleşme’nin çözümünü sunduğu esas problem budur.
Bu
sözleşmenin maddeleri (…) tek bir maddeye indirgenebilir - her bir
ortağın kendisini tüm haklarıyla birlikte toplumun bütününe
devretmesinden ibarettir; çünkü her bir bireyin kendisini tümüyle teslim
etmesi, şartların herkes için aynı olması, yani kimsenin kimseye
fazladan bir şeyler yüklemek suretiyle çıkar sağlayamaması durumudur.
(...)
Ve
nihayet, kendisini herkese teslim eden birey, hiç kimseye teslim
etmemekte, verdiğinin hakkın karşılığını birliğin her bir üyesinden geri
alabilmekte, kaybettiği her şeyin eşdeğerlisine hak kazanmakta, sahip
olduklarını korumak için artırılmış güç sahibi olmaktadır. (...)
Toplumsal sözleşmeyi tali unsurlarını ayıklarsak, aşağıdaki tanımlara indirgendiği görülür:
“Her
birimiz - kişiliğini ve tüm gücünü, çoğunluk iradesinin en üst yönetimi
altında umuma sunar ve her üyeyi, müşterek kabiliyetimiz içerisinde,
bütünün bölünmez bir parçası olarak kabul ederiz.”
Kontrat
yapan taraflarının bireysel kişilikleri yerine, bu birlik sözleşmesi
anında ahlaki ve müşterek hükmi şahıs oluşturur, bu hükmi şahıs, bir
meclisi oluşturan seçmen misali, çok sayıda üyeden oluşur ve
bütünlüğünü, kimliğini, hayatını ve iradesini bu sözleşmeden alır.
Herkesin birleşmesiyle biçimlenen bu hükmi şahısa, eskilerde site denirdi, şimdilerde Cumhuriyet veya siyasi teşkilat olarak adlandırılmaktadır; edilgen olduğunda mensupları tarafından Devlet ve etken olduğunda ise Hükümranlık olarak adlandırılır; kendisi gibilerle kıyaslandığında ise Güç adını alır. Hükmi şahısta birleşenlerin ortak adları halk’tır, egemen gücü paylaşanlara yurttaş, devletin kanunlarına tabi olanlara uyruk/tebaa denir. (…)
Hükümran
Hükümranı
oluşturanların çıkarları onunkilerden farklı değildir ve olamaz ve
dolayısıyla hükümran güç, tebaasına teminat vermek zorunda değildir,
zira mensuplarının hepsini üzmek gibi bir arzusu olamaz. İlerde
göreceğimiz gibi, belirgin birilerine de zarar vermeyecektir. Hükümranın
hükümran olma keyfiyeti, onun her zaman ve her şart altında olması
gerektiği gibi olması demektir.
Bununla
beraber, tebaasının hükümranıyla olan ilişkisindeki durum böyle
değildir. Çıkarlarının ortak olmasına rağmen, meğerki, sadakatlerinden
emin olacağı koşulları sağlasın, hükümran, tebaasının görevlerini yerine
getireceğinden emin olamaz.
Aslında,
her bir birey, bir insan, bir vatandaş olarak, umumun iradesinden
farklı veya tam tersi bir iradeye sahip olabilir. Kişisel çıkarları kamu
çıkarlarından çok farklı olabilir; varlığının mutlak ve doğal
bağımsızlığı müşterek davaya ödemek durumda olduğu borcunu angarya
olarak görmesine, ödememesi halinde başkalarına vereceği zararın ödemesi
halinde kendisine vereceği zarardan çok daha az olduğunu
düşündürebilir; sahici bir insan değil, örfi bir “persona ficta”
(hayali/hükmi şahıs) olan devlete karşı sorumluklarını yerine getirmeye
hazır olmadığı halde yurttaşlık haklarından yararlanmak isteyebilir.
Böylesi bir adaletsizliğin devamlılığı, siyasi teşkilatın feshini
getirir.
Demek
ki sosyal sözleşmenin boş bir formül olmaması için, genel iradeye boyun
eğmeyi reddedenlerin, mecbur tutulacakları şeklinde zımni bir taahhüt
içermesi gerekir, nitekim diğerlerine güç verecek olan da budur. Bu
taahhüde, retçilerin özgür olmaya zorlanacakları anlamına da gelir,
çünkü her vatandaşı kendi ülkesine tevdi etmek suretiyle, her türlü
kişisel bağımlılığa karşı güvence altına almaktadır. Siyasi makineyi
çalıştıran anahtar budur; meşruiyetin olmadığı durumlarda saçma, baskıcı
ve en korkunç suiistimallere müsait olan kamusal yaptırımları meşru
kılan da budur.
Uygar Devlet
Yabanıl
yaşamdan uygar devlete geçiş, içgüdüyü adaletle ikame etmek ve
davranışlarına eskiden olmayan ahlaki kısıtları vermek suretiyle,
insanoğlunda kayda değer değişiklikler oluşturur. Görevin çağrısı fiziki
dürtülerin ve haklı iştihaların yerini aldığında, o zamana kadar sadece
kendini düşünmüş olan insan, farklı ilkeler doğrultusunda hareket
etmeye ve eğilimlerine teslim olmadan önce aklını kullanmaya
zorlandığını fark eder. Her ne kadar bu durumda kendisini doğadan gelen
bazı avantajlardan mahrum bırakmış olsa da, bunun karşılığında çok büyük
başka avantajlar elde eder, yetkinlikleri kamçılanır ve gelişir,
fikirleri genişler, duyguları ulvileşir ve tüm ruhu yücelir. Bu yeni
durumun suiistimalleri onu çoklukla terk ettiği aşağılara çekmezse eğer,
onu oradan ilelebet ayıran ve onu aptal ve hayal gücü kıt bir hayvan
olmak yerine akıllı bir varlık ve bir insan haline getiren o mutlu âna
sürekli olarak şükredecektir.
Şimdi
de münasip maddelere döktüğümüz hesabı çıkaralım: İnsanoğlu toplumsal
sözleşmeyle kaybettiği doğal özgürlüğünü ve elde etmeye çalıştığı ve
elde etmeyi başardığı her şeye ilişkin sınırsız hakkını kaybeder;
kazancı, uygar özgürlük ve tüm sahip olduklarının mülkiyet hakkıdır.
Birini diğeriyle kıyaslarken hata yapmamak için, sadece bireyin gücüyle
sınırlı olan doğal özgürlüğü, kamusal iradenin sınırladığı uygar
özgürlükten ayırmak zorundayız ve sadece güçten veya ilk işgal eden
olmaktan kaynaklanan mülkiyet hakkı ile ancak müspet bir tasarruf hakkı
ile sahiplenilebilecek mülkiyeti birbirinden ayırmalıyız.
Bütün
bunların dışında ve üstünde, insanoğlunun uygar devlette elde
edebileceği ahlaki özgürlüğün tek başına onu sahiden kendi efendisi
yapacağını eklemeliyiz; zira iştihanın itici gücü köleliktir, buna
karşın kendimiz için koyduğumuz kanuna itaat nizamı özgürlüktür. (…)
Egemen Gücün Sınırları
İlkemize
hangi açıdan yaklaşırsak yaklaşalım, aynı sonuca varırız: Toplumsal
sözleşme vatandaşlar için kurduğu eşitliğin icabı olarak, hepsi
kendilerini aynı şartlara uydurur ve bu nedenle hepsi aynı haklardan
yararlanırlar. Böylece, anlaşmanın doğasından kaynaklanarak,
hükümranlığın her ameli, yani kamu iradesinin tüm sahih amelleri bütün
yurttaşları eşit olarak bağlar veya kayırır; böylece hükümran sadece
milleti tanır ve onu oluşturanlar arasında herhangi bir ayrım yaratmaz.
(…)
Bundan
yola çıkarsak, mutlak, kutsal ve dokunulmaz olan egemen gücün, kamusal
anlaşmaların sınırlarına tecavüz etmediğini ve etmeyeceğini ve her
insanın söz konusu anlaşmaların takdir ettiği ölçülerde mal ve özgürlüğü
istimal etme iradesine sahip olduğunu, hükümdarın bir tebaasına
diğerinden daha fazla yükleme yapmak hakkına asla sahip olmadığını,
çünkü böyle bir durumda meselenin özelleşeceğini ve onun salahiyetini
aşacağını görürüz.
Uygar Din
Toplum
bağlamında ele alındığında, kamusal veya özel olan din, bireyin dini ve
yurttaşın dini olmak üzere ikiye bölünebilir. Tapınakları, mihrapları,
ayinleri olmayan, tümüyle yüce Tanrı’nın katıksız, deruni kültü ve
ahlakın ebedi yükümlülükleriyle sınırlı olan ilki İncil’in dinidir ki,
bu katıksız ve sade, gerçek tektanrıcılık (teizm), doğal ilahi hak veya
yasa olarak adlandırılabilir. Diğeri, tek bir ülkede toparlanmış olanı,
dine kendi tanrılarını, kendi vâsilerini verir; kendi dogmaları, kendi
ayinleri ve yasayla emredilmiş harici kültleri vardır; ona göre bu dini
takip eden o tek ülkenin dışında kalan tüm dünya imansızdır, yabancıdır
ve barbardır; bireyin görev ve hakları sadece onun mihrabı kadar
genişleyebilir. (…)
İkinci
din, ilahi ibadeti, yasa sevgisiyle birleştirdiği ve ülkeyi
vatandaşlarının taptığı bir obje haline getirdiği için iyidir.
Vatandaşlarına devlete yapılan hizmetin koruyucu tanrılarına yapılan
hizmet olduğunu öğretir. Bu, prensten başka bir papa ya da yargıçlardan
başka rahiplerin olamayacağı bir teokrasidir. Birinin ülkesi için
ölmesi, bu yüzden şehitlik olur; yasalarına itaatsizlik dinsizlik
sayılır ve suçlu olan birini toplumsal lanete maruz bırakmak, onu
tanrıların öfkesine mahkûm etmektir: Sacer estod [tanrıların öfkesi].
Diğer
taraftan, yalanlar ve yanlışlar üzerine kurulu olduğu, insanları
kandırdığı, onları her şeye inanan, batıl itikat sahibi yaptığı,
tanrılığın hakiki kültünü boş törenlerde boğduğu için kötüdür. Zalim ve
dışlayıcı olduğunda, halkı kan içici ve müsamahasız bir hale getirip
yangın ve katliam püskürtürse, kendi tanrılarına inanmayan herkesi
öldürmeyi kutsal bir davranış olarak görürse, yine kötüdür. Sonuç, böyle
bir halkın doğal bir savaş durumuna geçirilmesi, güvenliğinin derin bir
tehlikeye atılmasıdır.
Hal
böyle olunca, geriye kalan, bireyin dini ya da Hıristiyanlıktır – ama
bugünün Hıristiyanlığı değil, ondan tamamıyla farklı olan İncil
Hıristiyanlığı. Bu kutsal, yüce ve gerçek dinle birlikte tek bir
Tanrı’nın çocukları olarak tüm insanlar, birbirlerini kardeş olarak
tanırlar ve onları birleştiren toplum, ölümde bile dağılmaz. (…)
Siyasi
teşkilatla belirli herhangi bir ilişkisi olmayan bu din, yasalara
ilişmez, onları daha da güçlendirecek bir şey yapmaz; böylece toplumu
birleştiren en büyük bağlardan biri münferit mülkiyet söz konusu
olduğunda işlemez. Yalnız bu da değil, yurttaşların kalplerini devlete
bağlamak şöyle dursun, onları dünyevi şeylerin tümünden çekilecek
şekilde etkiler. Toplumsal ruha bundan daha ters düşen bir şey
tanımıyorum. (…)
Hıristiyanlık
bir din olarak tamamen ruhanidir, sadece semavi şeylerle uğraşır;
Hıristiyan’ın ülkesi bu dünya değildir. Vazifelerini yerine getirdiği
doğrudur ama bunu çabalarının başarısı ya da başarısızlığını umursamadan
yapar. Kendisini ayıplayabileceği hiçbir şey olmadığı sürece, dünyadaki
şeylerin iyi ya da kötü gitmesini fazla önemsemez. Eğer devlet
başarılıysa, bundan duyduğu mutluluğu herkesin önünde sergilemesi çok
zordur, zira ülkesinin zaferinden gurur duymaktan korkar; eğer devlet
zayıf düşerse, Tanrı’dan kullarına elini uzatması için niyaz eder. (...)
Ama
Hıristiyan bir cumhuriyetten bahsederek hata ediyorum; bu iki terim
birbirlerini dışlar. Hıristiyanlık, sadece kölelik ve bağlılığı vaaz
eder. Ruhu despotizme öylesine elverişlidir ki, bu tür bir rejimden
daima fayda sağlar. Gerçek Hıristiyanlar, köle olmak için
yaratılmışlardır. Bunu bilir ve önemsemezler; bu kısa hayatın onların
gözündeki değeri pek azdır. (…)
Şimdi,
her vatandaşın bir dini olması toplum için çok önemlidir. Çünkü bu,
onların görevlerini sevmelerini sağlar; öte yandan, o dinin dogmaları,
devleti ve mensuplarını, sadece ahlak ve dindarların görev bilinci
bağlamında ilgilendirir... Bu nedenle, imanın, maddeleri hükümdar
tarafından belirlenmesi gereken tümüyle sivil/dünyevi bir açılımı
vardır; bu maddeler dogmalar olmamakla birlikte, bireyin iyi bir yurttaş
ya da sadık bir tebaa olması için gerekli toplumsal duyarlılıklardır.
Kimse bunlara inanmaya zorlanamamakla birlikte, inanmayanlar devletten
sürebilirler, ancak dinsiz oldukları için değil, anti-sosyal oldukları
için. (…)
Sivil/medeni
bir dinin dogmaları az, basit, herhangi bir açıklama veya yoruma gerek
olmadan anlaşılacak şekilde kaleme alınmış olmalıdır. Güçlü, akıllı ve
hayırsever bir Tanrılık (Deity), önsezi ve basiret sahibi olmak, gelecek
hayat, adillerin sevinci, hainin cezası, sosyal sözleşmenin ve
yasaların kutsallığı; bunlar pozitif dogmalardır. Negatif dogmaları bir
tanede topluyorum, bu müsamahasızlıktır ki bu reddettiğimiz ibadetlerin
bir parçasıdır.
Medeni
dogmaları, ilahi müsamahasızlıktan ayıranlar, bence yanılmaktadırlar.
Bunlar ayrılamazlar. Lanetli olduklarını düşündüğümüz insanlarla bir
arada barış içerisinde yaşamamız mümkün değildir çünkü onları sevmek,
onları cezalandıran Tanrı’dan nefret etmek olur: şu halde onları ya
ıslah etmek ya da onlara eziyet etmek durumundayız. İlâhi
müsamahasızlığın kabul gördüğü her yerde, sivil bir etkisinin de olması
kaçınılmazdır ve böyle bir etki oluşur oluşmaz, hükümdar, hükümdar olma
vasfını fani dünyada kaybeder, gerçek efendiler haline gelen rahiplerin
vezirleri katına indirgenirler.
Mademki
sadece tek bir millete mahsus bir din yoktur ve olamaz, başkalarına
müsamaha gösteren, dogmaları yurttaşlık görevleriyle çelişmeyen tüm
dinlere müsamaha gösterilmelidir. Ancak, “Kilisenin dışında kurtuluş
yoktur,” demeye cüret eden -meğerki, Kilise’nin kendisi devlet,
piskoposlar da prens olsunlar- Devlet’ten sürülmelidir. Böyle bir dogma,
sadece bir din hükümeti için iyidir; diğerleri için öldürücü olur. IV.
Henry’nin Romalılara ait dini kabul etme nedeni, her dürüst insanın,
özellikle de aklı başında prenslerin bu dini terk etmelerini
sağlamalıdır.
* Jean Jacques Rousseau’ya ait The Social Contract & Discourses eserinden alınmıştır, çeviren G. D. H. Cole, yayınlayan E. P. Dutton & Co., Inc., New York. s.3-5, 7-8, 10-16, 26, 110-15.