09 Haziran 2019

Charles Dickens - İki Şehrin Hikâyesi

O günler en iyisiydi, ya da en kötüsüydü, akıl çağıydı ve aptallık çağıydı, inançlar zamanıydı ve inançsızlıklar zamanıydı. Işık mevsimiydi ve karanlık mevsimiydi, umut baharıydı ve umutsuzluk kışıydı; yaşayabilmek için her şey vardı önümüzde ve yaşayabilmek için hiçbir şey yoktu önümüzde; hepimiz doğrudan cennete gidiyorduk, hepimiz doğrudan cehenneme gidiyorduk. Kısacası o günler, tıpkı şimdiki gibi o kadar uzaktaydı ki, kimileri iyi ve kötü şeylerin üstünlük derecelerini karşılaştırdığında, o günlerin gelmiş geçmiş en iyi günler olduğunda ısrar ediyorlardı. 
 
Ingiltere tahtında bir kral oturuyordu, büyük ağızlı ve çirkin suratlı. Fransa tahtında bir kral vardı geniş ağızlı ve bir de kraliçe, güzel yüzlü. Bu iki ülkede de kristalden bile daha parlak olan; devletin özel çıkarları uğruna korunan balık ve ekmeklerine bakan soylular, var olan her şeyin değişmeden var olmaya devam edeceğini düşünüyorlardı. Bizim kralımızın yıllarıydı, bin yedi yüz-bin yedi yüz yetmiş beş. Günümüzde olduğu gibi bu güzel yıllarda da ruhsal keşifler Ingiltere'ye bırakılmıştı. Bayan Southcott bu yakınlarda yirmi beş kez kutsanmış doğum gününe katılmıştı. Hayat koruyucularına özel kahinlik yeteneğine sahip bir asker Londra ve Westminster'ın yutulması için hazırlıklar yapıldığını önceden bildirerek, bu kutsal varlığın gelişini haber vermişti... 
 
 💕
 
İnsanlar bazen karşılarındakine kalben uzak oldukları için anlamakta güçlük çekerler. Bazen her ne kadar karşımızdakine yakın olsak bile, duygularını bilmediğimiz olabilir.

Elinizden geleni yapın. Hayatı bazen boşa harcıyor olsak dahi, uğraşmaya değer.

Bizi hep soyarlar zaten. Vergi alıp dururlar ama vicdanları hiç sızlamaz. Hiç para almadan yanlarında çalışmak zorundayız. Buğdayımızı onların değirmeninde döveriz, zaten azıcık olan buğdayımızı da besledikleri kuşlara vermemiz emredilir bize. Öyle kötü durumdayız ki yaşamasak daha iyi. Babam bu dünyaya çocuk getirmenin yanlış olduğunu söylerdi, haklıymış...
 
Ortalık cehennem gibiydi. Sinekler, içleri kırmızıyla yıkanmış bardaklara yapışıyor sonra içine düşüp ölüyorlardı ama bazı sineklerin ölmesi diğerlerini hiç mi hiç etkilemiyordu. Onlar neşeli uçuşlarına devam ederken sonlarının diğer sineklere benzeyeceğini düşünmüyorlardı bile. Sinekler tıpkı saraydaki soylular gibiydi.
 
Gece vakti büyük bir şehre girdiğimde karanlıkta kümelenmiş bütün o evlerin her birinin içlerinde kendi sırlarını barındırdıklarını düşünürüm, her bir evin her bir odasında ayrı bir sır vardır ve bunların içlerinde çarpan her bir yürek de hemen yanı başındaki yüreğin bile bilmediği ayrı bir sır taşır içinde!
 
Eğer sen iyiliksever, samimi bir adam olsaydın, ona sarı saçlı kukla demene kızardım; ama sen duygulardan anlamayan birisin. İnsan resimden anlamayan birinin tabloları eleştirmesine kızmaz veya müzikten hoşlanmayan birinin eleştirileri onu alakadar etmez.
 
İşleri, gidecek yerleri yoktu onların, açlıktan başları döne döne izledikleri fenercinin hareketlerini belki onlar da başkalarına uygulamak istiyorlardı. Onlar belki de fener yerine insanların ipini çekeceklerdi.
 
Onca kalabalığa rağmen, bu nasıl bir yalnızlık!
 
Her bir evin her bir odasında ayrı bir sır vardır ve bunların içlerinde çarpan her bir yürek de hemen yanı başındaki yüreğin bile bilmediği ayrı bir sır taşır içinde.