02 Haziran 2018

Orhan Kemal


Sokakları, fabrikaları, tarlada iki büklüm çalışan ırgatları kelimelere döken ve onları an be an olduğu gibi yansıtabilen usta bir yazardı; memleketin her bölgesiyle hısım, sokaktaki her insanla tanıdıktı. Onların diliyle düşünüp, onların diliyle yazdı. Büyük romancılığın tılsımını gerçek insan olmakla yakalamış, toplumun sadece aynası değil aynı zamanda yol arkadaşı olabilmiş yürekli bir sanatçıydı: Orhan Kemal.

Çukurova, hem bereketin hem medeniyetin timsali,  insanı da toprağı gibi kavruk; tam da bu nedenle, efsanelerin, aşk ve mücadele hikâyelerinin membaı olma vasfıyla öne çıkan bölgelerimizdendi. Türkiye,  tarımla sanayiyi ilk kez bu bölgede birleştirdi, toprağın verdiklerini makinelerde işleyerek sınai üretime dönüştürme işi, bir yandan zenginlik getirirken diğer yandan işçi ve iş veren arasındaki uçurumu arttırdı. Sınıfsal çelişkiler çoğu zaman batı ülkelerinde  olduğu gibi büyük gerilimler ve çatışmalar yaratmadı ama bu yeni düzenin getirdiği çarpık kentleşme,  yoksulluk ve yaşam kavgası günlük hayatın alışıldık manzaraları arasında yerini aldı. Bu hercümerç içinde sıradan insanın dertlerini dile getiren, ekmek kavgasının hiç de sıradan olmayan acılarını slogana dönüştürmeden olduğu gibi aktarabilen, sistemin yükünü omuzlayan insanlar adına “biz de  buradayız” diyebilen yazardı Orhan Kemal.. İyilikle bezeli kocaman bir yürek taşıyordu ve onca zorluğun içinden geçerek ayakta kalmayı başarmıştı; bu durum o’nun Anadolu insanını samimi, gerçekçi bir dille adeta  kendinden bilerek yazıya dökmesini sağladı..

Orhan Kemal, kafa kâğıdındaki adıyla Mehmet Raşit Öğütçü büyük savaşın başladığı yılda, 1914’de Adana’nın Ceyhan ilçesinde dünyaya geldi.  Babası Abülkadir Kemali Bey hukuk tahsili yapmış, aynı zamanda siyasetin içinde yoğrulmuş bir taşra münevveriydi. İttihat Terakki’nin ülkeyi savaşa sürüklediği günlerde iktidar partisine karşı en şiddetli muhalefeti yürüten aydınlardan olan Kemali Bey, Kurtuluş Savaşı zamanında milli mücadeleyi sevk ve idare eden  Birinci Büyük Millet Meclisi’nin  üyeleri arasındaydı. Babasının bu çalkantılı zamanlardaki siyasal faaliyetlerinin getirdiği baskıların etkisi altında büyüyen Orhan Kemal’in  hayatı 1931 yılına gelindiğinde tümden değişecekti. Cumhuriyetin ilk yılları tek parti yönetimi altında,  devrimlerin yerleştirilmesi çabasıyla geçilmişken 1930’da  Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle Serbest Fırka’nın siyasi faaliyetlere başlaması,  Abdülkadir Bey’e de cesaret verdi.  Bu cesaretle Adana’da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu ve muhalefet cephesindeki yerini aldı. Çok partili hayat tecrübesinin ülkedeki karışıklıklar nedeniyle kısa sürmesi üzerine yargılanma ve ceza alma korkusuyla; bütün malvarlığını, zenginliğini Adana’da bırakarak Suriye’ye kaçtı ve böylelikle tahsilini yarıda bırakma zorunda kalan Orhan Kemal’in hayatında yeni bir dönem başladı:

“Beyrut’ta Fıstıklı tarafında oturuyorduk. Lübnan tebaası olmadığımız için, babama avukatlık yaptırmıyorlardı. Babam da annemin bileziklerini bozdurdu, on altın lira sermayeyle, Burç Meydanına çıkan aralıklardan birisinde, yüksek bir apartmanın altında, küçük bir lokanta açtı. Babam lokantaya pek uğramazdı. Yemekleri Süreyya adında bir Türk mültecisi pişirir, Niyazi’yle ben de lokantanın garsonluğuyla bulaşıkçılığını yapardık.. Ortalık yeni yeni ağarmaya başlarken, Niyazi’yle birlikte evden çıkardık. O saatte Beyrut’un yeşil tramvayları bile seyrek işlerdi. Yalnız işçiler, o, dünyanın her tarafında, herkesten az uyuyan, kadınlı erkekli çoluklu çocuklu kalabalık, onlar kümeler halinde ve yollarda olurlardı. Aralarına katılırdık… Tıpkı onlar gibi, ceketlerimiz omuzlarımızda, onların bastıkları parkelere basmak gururu içinde, iş-güç sahibi insanlardık.”

Sokakta işçiler arasında olmaktan, lokantada  ve daha sonra bir mürettiphanede çalışıp emeğiyle ekmek parasını çıkarmaktan mutlu olsa da memleket hasretine bir yıldan fazla dayanamadı. Bir muhalifin oğlu olması hasebiyle başına gelebileceklere aldırmadan, en baştan başlamaktan korkmadan doğup büyüdüğü toprakların yolunu tuttu.  Çırçır Fabrikalarında çalıştı, dokumacılık, kâtiplik ve ambar memurluğu yaptı. İş ayırt etmeden, dürüstlükten taviz vermeden kendi yağıyla kavrulup gidiyordu. 1937 yılında Nuriye Hanım’la evlenerek yuva kurdu, 1938’de ilk çocuğu Yıldız’ı kucağına aldı. Onu kundakta bırakarak askerliğini yapmak üzere Niğde’ye hareket etti.  Hayat gailesinden okumaya fırsat bulamamış, kitapların dünyasına istediği kadar vakit ayıramamış olsa da, toplum meselelerine duyarlı bir gençti ve haksızlık karşısında sessiz kalmayı gururuna yediremeyen, vicdanının sızısını yüksek sesle haykıran bir tabiatı vardı. Açık sözlülüğü ve muhalif karakteri askerlik görevi sırasında başına iş açtı; “yabancı rejimler lehine propaganda ve isyana muharrik” suçlamasıyla yargılandı ve beş yıl hapisle cezalandırıldı. Kayseri ve Adana cezaevlerinde bir süre kaldıktan sonra Bursa Cezaevi’ne nakledildi. Burada askeri isyana teşvikten hükümlü olarak kalan şair Nazım Hikmet’le tanıştı

“Müdürün oda kapısında çevik bir gıcırtı, kapı açıldı. Nefesimi kesmiş, gözlerimi kısmışım..(..)  Bir an yüz yüze geliyoruz, sonra göz göze..Mavi mavi gülüyordu. Bu gülüş muhakkak ki bir çocuğu hatırlatıyor..Temiz, taze, sıhhatli ve dost! Bir lahza şaşkın, bekledi. Galiba ne yapması lazım geldiğini ölçtü, yahut tanış bir yüz arandı..Sonra gözüne Necati ilişti herhalde, ona doğru yürümeye hazırlanırken, Necati ona koştu ve beni tanıttı. El sıkıştık. Ayaklarının topuklarını, hazır oldaki bir er gibi birleştirerek, kendisini teşrifata zorladığı aşikâr bir tarzda ciddileşmeye çalışarak: – Ben Nazım Hikmet! dedi.”

Bu tanışmanın ardından Orhan Kemal için cezaevi adeta bir okul haline dönüştü. Nazım’ın rehberliğinde felsefe, sosyoloji, tarih okudu; yıllardır içinde bir ukde olan  ilim irfan sahibi olma, olabildiğince çok şey öğrenme özlemiyle kendisini bambaşka dünyalarda buldu. Hapishaneye girmeden önce şiir yazıyordu, şiirleri bazı dergilerde yayınlanıyordu. Nazım Hikmet, onun nazımdan çok nesre istidadının olduğunu söyleyince öyküler karalamaya başladı.  Kaleminin kıvraklığına, yaşanmışlıkları ustaca kurgulayıp kâğıda dökebildiğine kendi bile şaşırdı. Türk edebiyatının en büyük romancılarından biri bu koşullarda doğdu.

1943 yılında cezası bitip, tahliye olduğunda Adana’da zor günler onu bekliyordu. Bakmakla yükümlü olduğu ailesi vardı; ekmek kelimenin tam anlamıyla aslanın ağzındaydı. Hamallık, sebze nakliyeciği, katiplik.. Ne iş bulursa çalıştı. Bir yandan hapishane günleri aklındaydı, yorgun argın işten eve geldiğinde, yazı masasının başına oturuyor, iştahla sayfalar dolduruyordu. Yazdığı öyküler dergilerde yayınlandıkça, yavaş yavaş tanınmaya başlamış, kâtiplik asıl uğraşı olmuş, üç ayrı derneğin yazı işlerini yaparak geçim sıkıntısını az da olsa hafifletebilmişti. Bu kısa sakin, huzurlu dönemde Baba Evi romanını bitirdi ve roman Varlık yayınları tarafından basıldı. Bu güzel haberin getirdiği iyimserlik fazla uzun sürmedi. 1950 yılı ortalarında çalıştığı dernekler tarafından işten çıkarıldı, Öğütçü ailesi yine maddi sıkıntıların pençesinde çıkış yolları aramaya başladı.

Romanın ilgi görmesi ve içinde hiç dinmeyen yazma isteği sonunda gözünü karartıp İstanbul’a gitmeye ve orda yazarak var olmaya karar vermesiyle sonuçlandı.  Çantasında roman taslakları, sıfırdan bir hayata başlamak üzere ailesiyle birlikte Haliç’te bir eve yerleşti. Zamanını Balat ve Fener kahvelerinde işçilerle, semt sakinleriyle sohbet ederek geçirmeye başladı. Bir yandan da  elinde kalem biriktirdiği ne varsa  kağıda döküyordu. Hayatını yazıdan başka hiçbir şeyle kazanmamaya kararlıydı, bu durum edebiyat tarihimizin en velut yazarlarından birini ortaya çıkardı. 1950 -1960 arası on yıllık zaman zarfında yirmi roman yazdı, yayınladı.  Bu romanlarda bir çoğu uzun süre çok satanlar listesinde kaldı, kuşaklar boyunca okundu, defalarca sinema ve televizyona uyarlandı. Kendi hayat penceresinden görüneni yazıyordu, akıcı bir üslup, temiz bir Türkçe kullanıyordu. Ama hiçbir zaman kelime oyunlarına, süslemenin şehvetine dalmadan sadece insana ait olanı bulup çıkarıyor, romanlarında toplumun dertlerini, sıkıntılarını, sevinç ve coşkularını gözden ırak olanı yakınlaştırırcasına okurun belleğine işliyordu. Cemile, Murtaza, 72. Koğuş ve Bereketli Topraklar Üzerinde  hem sıradan okuru hem edebiyat çevrelerini büyülemiş ve o, zamanının önde gelen yazarlarından biri olarak kabul görmüştü.

“Boşnakça bir halk türküsüydü bu. Bu türküde bir Avşar kilimindeki renklerin cümbüşü vardı. Bu türküde hasret vardı, bu türküde arzu, bu türküde aşk.. Bu türkünün motifleri Hint’de, Çin’de, Kazablanka’da, New York’da, Po Vadisi’nde, Güney Amerika Bozkırları’nda, Orta Anadolu’da da vardı. Bu türkü insanlığın hasretlerini, arzularını belirten nakışlarla işli bir türküydü…”

Kitapları ardı ardına baskılar yapıyor, sadece yurt içinde değil dış dünyada da ilgi görüyordu.  Bilhassa Doğu Avrupa ülkelerinin dillerine çevriliyor ve oralarda da okurların teveccühü ile karşılanıyordu. O dönem, telif haklarının gelişmemiş olması nedeniyle ekmeğini sadece yazarak kazananlar emeklerinin gerçek karşılığını hiçbir zaman alamıyordu.  Yazdığı onca esere,  romanlarına gösterilen yoğun ilgiye rağmen geçim sıkıntısından bir türlü kurtulamamıştı Orhan Kemal.  Yazmaktan arda kalan zamanında edebiyatçı dostlarıyla geçiriyor,  Edip Cansever, Muzaffer Buyrukçu, Ara Güler gibi isimlerle sanat, siyaset, Türkiye ve dünya hali üzerine hasbihal ediyordu. O, mizaç olarak her zaman cana yakın, görenlerin ilk bakışta, sözünden, sevgisinden emin olabileceği,  dostlarına her zaman iyilik ve emniyet  vadeden bir adamdı.

1960’lı yıllar Türkiye’de siyasi hareketliliğin hiç olmadığı kadar yoğun yaşandığı; sağda ve solda birçok siyasi partinin 1961 anayasası ile birlikte mecliste kendine yer bulabildiği bir zaman dilimiydi. Bunun dışında sokaklar hareketli, üniversiteler her zamankinden canlıydı.  Orhan Kemal, aynı hız ve şevkle yazmayı sürdürüyor, romanları peş peşe kitapçı vitrinlerindeki yerini alıyor, kısa zamanda başta üniversite gençliği olmak üzere birçok toplum kesiminin gündemine oturuyordu.  Hanımın Çiftliği, Eskici ve Oğulları, Gurbet Kuşları bu dönem en bilinen en sevilen Orhan Kemal eserleri oldu. Gurbet Kuşları’nı Halit Refiğ’le birlikte senaryolaştırdı. Refiğ’in filmi seyirciden büyük ilgi gördü. Bu deneyimle beraber Senaryo yazarlığı da Orhan Kemal’in vazgeçmediği uğraşlarından biri haline geldi.

Toplumcu dünya görüşüne bağlılığıyla bilinen yazar, düşünceleri yüzünden hapis yatmış, bir çok kereler kovuşturmaya uğramış olmasına rağmen, doğru bildiğini söylemekten hiçbir zaman geri durmadı. Türkiye İşçi Partisi’nin sık sık katıldığı toplantılarından birinde tutuklandı. “Hücre çalışması ve komünizm propagandası’ yapmak suçuyla hakim karşısına çıktı. Sultanahmet cezaevinde üç buçuk ay tutuklu kaldıktan sonra suç unsurunun oluşmadığına hükmedildi ve serbest kaldı. O kendi kuşağından birçok münevver gibi,  düşünceleri nedeniyle kovuşturmaya uğramaktan, hapis yatmaktan kurtulamamış, özgür, herkesin barış içinde yaşadığı bir ülke, bir dünya hayalinin karşılığında zaman zaman özgürlüğünden mahrum kalmıştı.

“Yeryüzünde insanlar ve insanların uydurma hukuku, bu uydurma hukukun tapu senetleri yokken bu topraklar gene vardı. İnsanlardan çok önce var olan bu topraklar, insanlardan önce, şimdikinden çok daha şen ve esendiler herhalde. O zamanlar da topraklar üzerinde sert rüzgarlar eserdi. Kim bilir nerelerden aldıkları tohumları bu şen ve esen topraklara getirip saçar, şen ve esen topraklar da onları bağırlarına sımsıkı alarak, yağmur ve güneşin yardımıyla çimlendirirlerdi. Çimlenen tohum boy atar, toprağın yüzüne çıkar, ürününü vererek yeryüzünü mutlu bir kardeş sofrası halinde bezerlerdi.”

Cezaevinden çıkıp yeniden özgürlüğüne kavuştuktan bir süre sonra sağlık sorunları yaşamaya başladı. 1969 yılında bir kalp krizi geçirdi, atlattı. Ama yıllar geçtikçe yorgunluğun, mücadele dolu hayatın etkilerini daha fazla hissediyordu, dört çocuğunu ve eşini yarı yolda bırakmaktan gizliden gizliye endişe duyuyordu. Hakkındaki suçlamalar kalktıktan sonra pasaport alma hakkı elde etmişti. Bir kez olsun Edirne’den dışarı çıkmak, Bulgaristan Yazarlar Birliği’nin davetine icabet edip Sofya’da Türk ve Bulgar okurlarıyla buluşmanın mutluluğunu yaşamak istiyordu. Eşi Nuriye Hanım’la birlikte yola çıktı.

Sofya’ya vardıktan bir süre sonra otel odasında fenalaştı ve hastaneye kaldırıldı. Hastanede geçirdiği iki günün  ardından 2 Haziran 1970’de hayata veda etti. “İnsan dediğin birden  ölmeli, Her şey birdenbire olmalı… Böyle ölmek isterim… Kimseye muhtaç olmadan…”  demişti ve her şey  dilediği gibi oldu. Ondan, nesiller  boyu yaşayacak bir külliyat, onurlu bir hayat kaldı geride: “Eşe Dosta Selam, inandığım doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir…”

İsmail Sancak