Alemdağ'da Var Bir Yılan
31 Mayıs 2018
Cemal Süreya "Ama İzmir "
İzmir’de hayat beklenmez, kovalanmaz da. O zaten sizinle beraberdir.
Ufkun ötesini muştulayan bir deniz vardır.
Mutlulukla dolu, sakin bir sevişmenin tadındadır Körfez.
Körfez vapurlarının sakin gidişinde hırslarınız yok olur, kovalamayı bırakırsınız, hatta martılara gevrek atacak kadar iyilikle dolarsınız.
Ne varsa bu şehirde, bayatlamış vapur çayı bile nektar olur!..
Hafta sonları denize doğru bir göç başlar. ‘Ey hayat, biz Çeşme’ye gidiyoruz, sen de arkadan gel.’ der İzmirliler muzipçe ve ne gariptir ki hayat, uslu bir çocuk gibi onların peşinden gider. Ne garip, uçak biletinin üzerinde adımın hemen yanında yazan “izm.” harflerine sevgiyle bakıyorum.
Sabırsızım, sevgilisine kavuşacak aşıklar kadar.
Osho’dan sigara bırakma meditasyonu...
Sigarayı bırakmak istiyorsan; sigarayı bırakmayı unut!
Sigarayı bırakmak konusunda denemediğiniz yol kalmadıysa, ondan kurtulmak istiyorsanız, ama bir türlü kesin sonuca ulaşamadıysanız, sıra dışı bir yöntemle kurtulmaya ne dersiniz?
İşte Osho’dan sigara bırakma meditasyonu…
“Adamın biri bana geldi. 30 yıldır zincirleme sigara içmenin sıkıntısını çekiyordu. Hastaydı ve doktorlar ona; “sigarayı bırakmazsan, hiçbir zaman sağlıklı olamayacaksın” demişlerdi.
O bir sigara tiryakisiydi, sigarayı bırakmak elinden gelmedi. Çaba harcadı-harcamadı değil- çok çaba harcadı, çaba harcarken çok sıkıntı çekti; ama bir iki gün dayanıyor, sonra dürtü çok güçlü bir biçimde gelip onu sürüklüyordu. Yine aynı yinelenen duruma düşüyordu.
Sigara içme yüzünden, özgüvenini yitirmiş, kendine saygısı kalmamıştı. Kendi gözünde değerini yitirmiş, ve kendini dünyanın en işe yaramaz adamı olarak görüyordu, sigarayı bırakamadığını biliyordu. Bana geldi.
– Ne yapabilirim, sigarayı nasıl bırakabilirim.
– Sigarayı kimse bırakmaz. Bunu anlamalısın. Sigara içmek, şu anda yanlızca senin kararın değildir. Senin alışkanlıklar alemine girmiş bu; kök salmış. 30 yıl uzun bir zaman, bedeninde ve kimyanda kök salmış bu; her yana yayılmış. Bu kafandan verilen bir karar değil sadece, kafan bir şey yapamaz o gayet güçsüzdür. Kafa bir takım şeyleri başlatır ama kolayca durduramaz. Sigara içmeyi durduramaz, bunu sen uzun bir süre uyguladın sen çok büyüksün -30 yıl sigara içmeyi uygulamak! Sonuçta sigara içme kendiliğindenleşti, onu otomatiklikten çıkarmak zorunda kalacaksın.
-Otomatiklikten çıkartmakla ne demek istiyorsun?
-Bırakmayı kafandan çıkar. Buna gerek yok. 30 yıl sigara içtin ve yaşadın, kuşkusuz sıkıntı çektin, ama buna da alıştın. Sigara içmeden ölmektense birkaç saat önce ölmenin ne önemi var? Burada ne yapacaksın? ne yaptın? Onun için, sorun ne -şu yıl, bu yıl, pazartesi ya da salı öldün, ne önemi var bunun?
-Evet doğru önemi yok
-O zaman sigarayı bırakmayı unut gitsin; onu hiç durduramayacağız. Daha ziyade onu anlayacağız, o halde, gelecek defa bir meditasyon yap. Meditasyon tamamen kendiliğinden oluştan çıkarmakla ilgilidir. Zen mensupları çay içerek meditasyon yapabiliyorsa ve bundan bir tören yaratabiliyorsa, neden olmasın?
sigara içme güzel bir meditasyon olabilir.
Adam önce dehşet içinde “ne diyorsunuz” dedi. Sonra birden canlandı “meditasyon mu? hemen söyleyin bana, bekleyemem!” dedi.
-Cebinden sigara paketini çıkardığın zaman, yavaş hareket et, keyfini çıkar aceleye hiçbir zaman gerek yok. Bilinçli, tetikte, farkında ol; tam farkındalık içinde onu yavaşça çıkar. Sonra sigarayı paketten tam farkındalıkla çıkar -eski telaşlı biçimde, bilinçsiz, mekanik bir şekilde değil- sonra sigara paketine hafifçe vurmaya başla-ama çok tetikte durarak-. Sesini dinle; aynen Zen mensuplarının semaverin mırıltısına, çayın kaynamaya başlamasına ve…aromasına yaptıkları zaman gibi, sen de sigarayı duy ve ondaki güzelliği kokla.
-Ne diyorsunuz siz? güzellik mi?
-Evet güzeldir o.
Tütün de her şey gibi tanrısaldır. Kokla onu Tanrı’nın rayihasıdır o.
-Ne ? Şaka mı yapıyorsunuz?
– Hayır şaka yapmıyorum, şaka yaptığım zaman bile, şaka yapmam. Çok ciddiyim ben. Sigarayı tam farkındalıkla ağzına koy, onu tam farkındalıkla yak. Her eylemini törene dönüştür ve keyfini çıkart, çok sayıda eyleme böl ki böylece gitgide daha çok farkında olabilirsin. İlk nefeste elde ettiğin duman biçimindeki Tanrı’dır. Hintliler “Annam Brahm” der “yiyecek Tanrı’dır” Neden sigara içme de olmasın. Her şey Tanrı’dır. Onu ciğerlerine derinliğine doldur-bir Pranayam‘dır bu. Sonra dumanı salıver, rahatla, bir başka nefes çek-çok yavaşça sürdür bunu. Bunu yapabilirsen hayret edeceksin, yakında bu yaptığın budalalığı göreceksin. Başkaları budalaca olduğunu söylediği için değil, kötülüğünü söylediği için değil, bunu kendin göreceksin. Bu görüş sadece aklın aydınlatmasıyla olmayacak. Tüm varlığından kaynaklanacak; bütünlüğünün görüşü olacak. Günün birinde eğer sigarayı bırakırsan bırakırsın, sürdürürsen sürdürürsün. Bunun için kaygılanmana gerek yok.
Adam 3 ay sonra geri geldiğinde “sigarayı bıraktım” dedi. “Şimdi de bunu diğerlerinde de dene” dedim. Gizem budur; gizem : Otomatiklikten çıkarmaktır.
Yürürken yavaş, gözlemleyerek yürüyün. Bakarken, gözlemleyerek bakın, ağaçların daha büyük veya küçük olmaları, yeşil yapraklarını veya solmaya yakın kahverengi tonlarını, veya çiçeklerinin daha önce hiç olmadıkları kadar pembe göründüklerini göreceksiniz. Dinleyin! birisi konuşuyor, dedikodu yapıyor. Dinleyin dikkatli dinleyin. Konuştuğunuz zaman dikkatli konuşun. Bırakın uyanıklık, eylemleriniz otomatiklikten kurtulsun. Etkinliklerinizi otomatik hareket olmaktan çıkarabilirseniz, tüm yaşam bir meditasyon haline gelir. O zaman her küçük şey, bir duş alma, yemeğinizi yeme, arkadaşlarınızla konuşma meditasyon halini alır. Meditasyon bir niteliktir; herhangi bir şeye sevk edilebilir. O, belirli bir edim değildir. İnsanlar bu şekilde düşünür, meditasyonu belirli bir edim sanırlar-yüzünüz doğuya dönük oturduğunuz zaman, belirli mantraları tekrarlarsınız, bir tütsü yakarsınız, bunu belli bir zamanda, belli bir biçimde, belli bir tavırla yaparsınız. Oysa ki meditasyonun tüm bu şeylerle hiçbir ilişkisi yoktur. Bunlar onu otomatikleştirme biçimleridir, meditasyon ise otomatikleşmeye karşıdır.
Gerçekten tetikte olursanız, herhangi bir eylem meditasyondur; herhangi bir hareket size çok faydalı olacaktır.”
OSHO
Sigarayı bırakmak konusunda denemediğiniz yol kalmadıysa, ondan kurtulmak istiyorsanız, ama bir türlü kesin sonuca ulaşamadıysanız, sıra dışı bir yöntemle kurtulmaya ne dersiniz?
İşte Osho’dan sigara bırakma meditasyonu…
“Adamın biri bana geldi. 30 yıldır zincirleme sigara içmenin sıkıntısını çekiyordu. Hastaydı ve doktorlar ona; “sigarayı bırakmazsan, hiçbir zaman sağlıklı olamayacaksın” demişlerdi.
O bir sigara tiryakisiydi, sigarayı bırakmak elinden gelmedi. Çaba harcadı-harcamadı değil- çok çaba harcadı, çaba harcarken çok sıkıntı çekti; ama bir iki gün dayanıyor, sonra dürtü çok güçlü bir biçimde gelip onu sürüklüyordu. Yine aynı yinelenen duruma düşüyordu.
Sigara içme yüzünden, özgüvenini yitirmiş, kendine saygısı kalmamıştı. Kendi gözünde değerini yitirmiş, ve kendini dünyanın en işe yaramaz adamı olarak görüyordu, sigarayı bırakamadığını biliyordu. Bana geldi.
– Ne yapabilirim, sigarayı nasıl bırakabilirim.
– Sigarayı kimse bırakmaz. Bunu anlamalısın. Sigara içmek, şu anda yanlızca senin kararın değildir. Senin alışkanlıklar alemine girmiş bu; kök salmış. 30 yıl uzun bir zaman, bedeninde ve kimyanda kök salmış bu; her yana yayılmış. Bu kafandan verilen bir karar değil sadece, kafan bir şey yapamaz o gayet güçsüzdür. Kafa bir takım şeyleri başlatır ama kolayca durduramaz. Sigara içmeyi durduramaz, bunu sen uzun bir süre uyguladın sen çok büyüksün -30 yıl sigara içmeyi uygulamak! Sonuçta sigara içme kendiliğindenleşti, onu otomatiklikten çıkarmak zorunda kalacaksın.
-Otomatiklikten çıkartmakla ne demek istiyorsun?
-Bırakmayı kafandan çıkar. Buna gerek yok. 30 yıl sigara içtin ve yaşadın, kuşkusuz sıkıntı çektin, ama buna da alıştın. Sigara içmeden ölmektense birkaç saat önce ölmenin ne önemi var? Burada ne yapacaksın? ne yaptın? Onun için, sorun ne -şu yıl, bu yıl, pazartesi ya da salı öldün, ne önemi var bunun?
-Evet doğru önemi yok
-O zaman sigarayı bırakmayı unut gitsin; onu hiç durduramayacağız. Daha ziyade onu anlayacağız, o halde, gelecek defa bir meditasyon yap. Meditasyon tamamen kendiliğinden oluştan çıkarmakla ilgilidir. Zen mensupları çay içerek meditasyon yapabiliyorsa ve bundan bir tören yaratabiliyorsa, neden olmasın?
sigara içme güzel bir meditasyon olabilir.
Adam önce dehşet içinde “ne diyorsunuz” dedi. Sonra birden canlandı “meditasyon mu? hemen söyleyin bana, bekleyemem!” dedi.
-Cebinden sigara paketini çıkardığın zaman, yavaş hareket et, keyfini çıkar aceleye hiçbir zaman gerek yok. Bilinçli, tetikte, farkında ol; tam farkındalık içinde onu yavaşça çıkar. Sonra sigarayı paketten tam farkındalıkla çıkar -eski telaşlı biçimde, bilinçsiz, mekanik bir şekilde değil- sonra sigara paketine hafifçe vurmaya başla-ama çok tetikte durarak-. Sesini dinle; aynen Zen mensuplarının semaverin mırıltısına, çayın kaynamaya başlamasına ve…aromasına yaptıkları zaman gibi, sen de sigarayı duy ve ondaki güzelliği kokla.
-Ne diyorsunuz siz? güzellik mi?
-Evet güzeldir o.
Tütün de her şey gibi tanrısaldır. Kokla onu Tanrı’nın rayihasıdır o.
-Ne ? Şaka mı yapıyorsunuz?
– Hayır şaka yapmıyorum, şaka yaptığım zaman bile, şaka yapmam. Çok ciddiyim ben. Sigarayı tam farkındalıkla ağzına koy, onu tam farkındalıkla yak. Her eylemini törene dönüştür ve keyfini çıkart, çok sayıda eyleme böl ki böylece gitgide daha çok farkında olabilirsin. İlk nefeste elde ettiğin duman biçimindeki Tanrı’dır. Hintliler “Annam Brahm” der “yiyecek Tanrı’dır” Neden sigara içme de olmasın. Her şey Tanrı’dır. Onu ciğerlerine derinliğine doldur-bir Pranayam‘dır bu. Sonra dumanı salıver, rahatla, bir başka nefes çek-çok yavaşça sürdür bunu. Bunu yapabilirsen hayret edeceksin, yakında bu yaptığın budalalığı göreceksin. Başkaları budalaca olduğunu söylediği için değil, kötülüğünü söylediği için değil, bunu kendin göreceksin. Bu görüş sadece aklın aydınlatmasıyla olmayacak. Tüm varlığından kaynaklanacak; bütünlüğünün görüşü olacak. Günün birinde eğer sigarayı bırakırsan bırakırsın, sürdürürsen sürdürürsün. Bunun için kaygılanmana gerek yok.
Adam 3 ay sonra geri geldiğinde “sigarayı bıraktım” dedi. “Şimdi de bunu diğerlerinde de dene” dedim. Gizem budur; gizem : Otomatiklikten çıkarmaktır.
Yürürken yavaş, gözlemleyerek yürüyün. Bakarken, gözlemleyerek bakın, ağaçların daha büyük veya küçük olmaları, yeşil yapraklarını veya solmaya yakın kahverengi tonlarını, veya çiçeklerinin daha önce hiç olmadıkları kadar pembe göründüklerini göreceksiniz. Dinleyin! birisi konuşuyor, dedikodu yapıyor. Dinleyin dikkatli dinleyin. Konuştuğunuz zaman dikkatli konuşun. Bırakın uyanıklık, eylemleriniz otomatiklikten kurtulsun. Etkinliklerinizi otomatik hareket olmaktan çıkarabilirseniz, tüm yaşam bir meditasyon haline gelir. O zaman her küçük şey, bir duş alma, yemeğinizi yeme, arkadaşlarınızla konuşma meditasyon halini alır. Meditasyon bir niteliktir; herhangi bir şeye sevk edilebilir. O, belirli bir edim değildir. İnsanlar bu şekilde düşünür, meditasyonu belirli bir edim sanırlar-yüzünüz doğuya dönük oturduğunuz zaman, belirli mantraları tekrarlarsınız, bir tütsü yakarsınız, bunu belli bir zamanda, belli bir biçimde, belli bir tavırla yaparsınız. Oysa ki meditasyonun tüm bu şeylerle hiçbir ilişkisi yoktur. Bunlar onu otomatikleştirme biçimleridir, meditasyon ise otomatikleşmeye karşıdır.
Gerçekten tetikte olursanız, herhangi bir eylem meditasyondur; herhangi bir hareket size çok faydalı olacaktır.”
OSHO
31 Mayıs Dünya Sigara İçmeme Günü
Sinan Cemgil “Biz, ODTÜ'de İngilizce üç kelime öğrendik: Yankee go home."
Çocukluk Yılları
Türkiye’nin önemli aydınlarından Adnan Cemgil ve Nazife Cemgil’in ikinci oğulları olarak 15 Kasım 1944’de İstanbul’da dünyaya geldi. Dedesi Erzurumlu Cemal Bey Kurtuluş Savaşı sırasında Muğla Kuva-i Milliye örgütünün başkanlığını yapmıştır. Öğretmen anne-babanın çocuğu olarak iyi bir eğitim aldı.
Türk Barışseverler Cemiyeti'nin Menderes Hükümetini, TBMM kararı olmaksızın Kore’ye asker göndermesi sebebiyle protesto etmesi üzerine Adnan Cemgil’in aldığı hapis cezası Sinan’ın henüz çocuk yaşta cezaeviyle tanışmasına sebep olur. “Komünistler Moskova’ya!” bağırışlarını ise, aynı dava yüzünden Yozgat’a sürgüne gönderilen annesinin yanında duyacaktır.
Devrimci Önder
1964’de Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Mimarlık Fakültesi’ne girdiğinde siyasetle etkin olarak ilgilenmeye başlar.
1965 yılında Bursa'daki TİP kongresinin yapılacağı Saray Sineması önünde Komünizmle Mücadele Derneği tarafından kışkırtılmış binlerce kişinin, kongre çıkışında delegelerin üzerine saldırması sonucu babası Adnan Cemgil yaralanıp hastaneye kaldırılır. Sinan, Türkiye’deki açık şiddetle bu vesileyle tanışır. 1965 yılında çıkardıkları Dönüşüm dergisini satarken arkadaşı Şirin Yazıcıoğlu ile birlikte gözaltına alınan Sinan Cemgil, aynı yıl ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü’nün (SFK) kuruluşuna katılır, bir süre genel başkanlığını yapar ve Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) de üye olur.
1967 yılında ilkokul yapma amacıyla Muş’un Korkut ilçesine giden ODTÜ kafilesinde yer alan Sinan, arkadaşlarıyla birlikte halk kültürü üzerine de incelemelerde bulunur. Bu incelemelerden geriye kalan, kafilenin diline persenk olan Çift Jandarma türküsüdür.
Sinan’ın Amerikalı öğretim görevlisinin Yıllardan beri ODTÜ'de İngilizce eğitim görüyorsunuz. Nasıl İngilizce bilmezsiniz? sorusuna verdiği yanıt bugünlere kadar gelmiştir: “Biz, ODTÜ'de İngilizce üç kelime öğrendik: Yankee go home." (Turhan Feyizoğlu, Sinan: Nurhak Dağlarından Sonsuzluğa /Nurhak'ta Bir Şafaka Vakti)
1968’le birlikte yoğunlaşan öğrenci eylemlerinde, ODTÜ içindeki mücadelesi, sevilen kişiliği ve üstün hitabet yeteneğiyle üniversitedeki hareketin doğal önderi olur. ODTÜ’de Toplumcu Gurup içinde yer alır. 1968’de ODTÜ’deki boykota ve 1969’daki ODTÜ işgaline önderlik eder.
Toprak reformunun gerçekleştirilmesi istemiyle hazine topraklarını işgal eden Elmalı köylülerini ziyaretinin Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Merkezi tarafından tepki ile karşılanması, TİP’ten istifasını getirir.
Sosyalist Devrim-Milli Demokratik Devrim tartışmalarında Milli Demokratik Devrim’i savunsa da Hüseyin İnan’la birlikte “Türk Solu” ve “Aydınlık” odaklı MDD yorumlarından ve bu çevredeki tartışmalardan uzak durur ve farklı bir yol açmak için arkadaşlarıyla birlikte harekete geçer.
1969 yılında Şirin Yazıcıoğlu ile evlenir.
Vietnam kasabı olarak bilinen Komer’in arabasını yakanlardandır. Eylemde birlikte yer aldığı arkadaşı Mustafa Taylan Özgür’ün İstanbul’da öldürülmesi üzerine Ankara’da Atatürk Anıtı önünde toplanan kalabalığa, aranıyor olmasına karşın şöyle hitap edecektir:
"Bir devrimci kardeşimiz polis kurşunu ile kahpece öldürülmüştür. Devrimci şehitlerin matemini tutacak zamanımız yoktur. Devrimcilerin postunu ucuza satmayacağız. Gün gelecek Türkiye'nin bağımsızlığı ve kurtuluşu için gerekirse hepimiz vurulacağız. Bunlar bizi korkutmuyor, üzmüyor ancak kinimiz bileniyor. Taylan Özgür'ün ardından matem tutmayacağız, mersiyeler düzmeyeceğiz. O, 24 saatini devrime adamış bir kişiydi. Yapılacak çok işlerimiz vardır, İkinci Kurtuluş Savaşının ilk kurşunlanan devrimcilerinden sonra bizler de düşebiliriz, bunu korku değil varacağımız şerefli bir nokta olarak kabul ediyoruz. Taylan, Komer'in arabasını yakarak devrim için ilk kıvılcımı atmıştı. Bu kıvılcım devam ettirilecektir. Türkiye'de CIA artık bir adam temizleme kampanyası açmıştır. Yılmıyoruz, korkmuyoruz." (Turhan Feyizoğlu, Sinan: Nurhak Dağlarından Sonsuzluğa /Nurhak'ta Bir Şafaka Vakti)
1970 yılında doğan oğluna söz verdiği gibi arkadaşı Taylan’ın adını verir.
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu ve eylemler
1970 yılında, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Alpaslan Özdoğan, Deniz Gezmiş ve Cihan Alptekin'le birlikte Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun kuruluş çalışmalarını yürütür. THKO'nun şehir gerillası eylemlerinde yer alan Sinan Cemgil, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra, arkadaşlarıyla birlikte Ankara'yı terkeder ve Elbistan civarındaki Nurhak Dağı'na çıkarak burada arkadaşlarıyla birlikte THKO'nun gerilla kampını kurar. Sinan Cemgil komutasındaki gerilla birliği, planlandığı gibi Kürecik Radar Üssü'nü basmak için harekete geçer.
Ölümü
Kürecik Radar Üssü’ne yapacakları baskın öncesinde Sinan Cemgil ve arkadaşları, İnekli Köyü muhtarının ihbarı üzerine kuşatılır. 31 Mayıs 1971’de askerlerle çıkan çatışmada atış menzili dışına çıkmış olan Sinan Cemgil, yaralı arkadaşı Alpaslan Özdoğan’ı kurtarmak için geri döner. Sinan Cemgil, Alparslan Özdoğan ve Kadir Manga ile birlikte vurularak öldürülür.
kaynak izafet.net
30 Mayıs 2018
Boris Pasternak - Öyledir Öyle Başlar
İnsan iki yaşında da öyle başlar işte
Ezgilerin karanlığına sıyrılır kucaklardan,
Cıvıl cıvıl cıvıldar, mırıldar bir süre,
Derken, üçüne doğru, sözler dökülür ağzından.
Öyledir işte, yavaşça başlarsın anlamaya,
Kapılıp bir türbinin büyük gürültüsüne,
Sen misin bu, bir başkası mı yoksa,
Yabancılaşmıştır evin, bir gölgedir annen de
Bu zalim leylâk parıltısının nedir derdi?
bu dökülen, bu inen bir park kanepesine,
Nedir ? çocukları kaçırmak gibi bir şey mi?
Öyledir işte, kuşlar öyle doluşur içine
Arttıkça artan kıvamını bulan acılardan :
Yüreğinde ulaşılmayanın özlemi, uzak yıldızlar,
Faust gibi olduğun, kafan bulandığı zaman
Öyledir, öyle başlar çingene çalgıcılar.
Uçaraktan yüce yüce gök katlarından
Çevrili alanlar görürsün, evsiz topraklar,
ve denizler bir iç çekiş kadar ansızın,
İşte tıpkı öyle doğar heceler ve uyaklar.
Yulafların üstünde, sırtüstü, yaz geceleri,
yakarır durur : her şey yerini alsın diye,
Sakınarak gözünden şafağı ve evreni
Öyle olacaktır, öyledir dalaşımız güneşle.
Öyledir, öyle başlar yaşamak, dizelerle.
Çeviren: Cemal Süreya
Voltaire " İnsanlığın en güzel görevi adalet dağıtmasıdır."
Batıl inançlar tüm dünyanın alev almasına yol açar; felsefe bu yangını söndürür.
Cennet (var) olduğum yerdir.
Eğer Tanrı var olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi.
Erdem özgürlüğü gerektirir, bir yükü taşımak aktif bir güç gerektirdiği için. Baskı yönetimi altında erdem bulunmaz ve erdemsiz bir din de bulunmaz. Beni bir kul haline getirirsen böylece ben o şey için uygun olmayan biri haline gelmiş olurum. Egemenlik dahi benim üzerimde, beni doğası seçme ve özgür iradeye dayalı dine yönlendirmek hakkına sahip değildir.
Faniler eşittir; doğum değil
Erdemdir farkı yaratan (yapan)
Gerçeği sev. Ancak hatayı affet.
Hakiki bir ihtiyacın olmadığı yerde hakiki bir hazzın var olması söz konusu olamaz.
Hoşgörü nedir? Hoşgörü insanlığın bir parçasıdır. Hepimizin hataları ve eksikleri var; karşılıklı olarak birbirimizin hata ve eksiklerini bağışlayalım, çünkü, hoşgörü doğanın ilk yasasıdır.
İnsanlığın en güzel görevi adalet dağıtmasıdır.
İnsanoğlu hiç de kötü yaratılmamıştır; ama hastalandığı gibi kötüleşir de.
Cennet (var) olduğum yerdir.
Eğer Tanrı var olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi.
Erdem özgürlüğü gerektirir, bir yükü taşımak aktif bir güç gerektirdiği için. Baskı yönetimi altında erdem bulunmaz ve erdemsiz bir din de bulunmaz. Beni bir kul haline getirirsen böylece ben o şey için uygun olmayan biri haline gelmiş olurum. Egemenlik dahi benim üzerimde, beni doğası seçme ve özgür iradeye dayalı dine yönlendirmek hakkına sahip değildir.
Faniler eşittir; doğum değil
Erdemdir farkı yaratan (yapan)
Gerçeği sev. Ancak hatayı affet.
Hakiki bir ihtiyacın olmadığı yerde hakiki bir hazzın var olması söz konusu olamaz.
Hoşgörü nedir? Hoşgörü insanlığın bir parçasıdır. Hepimizin hataları ve eksikleri var; karşılıklı olarak birbirimizin hata ve eksiklerini bağışlayalım, çünkü, hoşgörü doğanın ilk yasasıdır.
İnsanlığın en güzel görevi adalet dağıtmasıdır.
İnsanoğlu hiç de kötü yaratılmamıştır; ama hastalandığı gibi kötüleşir de.
İyi ahlak, insanlar arasında bir nezaket alışverişidir; bu alışverişte yer almayan değersizdir.
Maya Angelou - Uykusu
Bazı geceler kendini
naza çeker uyku,
uzak durur ve oralı olmaz çağrılara.
Onu yanıma çekmek için
yaptığım bütün hileler
yaralanmış gurur gibi anlamsızdır
ve daha çok ızdırap verir bana.
naza çeker uyku,
uzak durur ve oralı olmaz çağrılara.
Onu yanıma çekmek için
yaptığım bütün hileler
yaralanmış gurur gibi anlamsızdır
ve daha çok ızdırap verir bana.
Kafesteki Kuşun Şarkısı
Melih Kibar & Çiğdem Talu
Melih Kibar’ın deyimiyle, “Artık aşk aşktır ve aşk yaşanmaya başlamıştı”. Çiğdem Talu o günlerde bir televizyon programında milyonların önünde şu sözü söyler: “Hayatımı milattan önce, milattan sonra gibi, Melih’ten önce, Melih’ten sonra diye ikiye ayırıyorum.”
25 Mayıs 2018
İskenderiyeli Hypatia
Hypatia (Yunanca: Υπατία; 370–415) Yunan filozof, matematikçi ve astronomdur. İskenderiye Kütüphanesi'nde felsefe, matematik ve astronomi üzerine dersler vermiştir. Yeni Platonculuk öğretisine bağlı olan Hypatia, Atina Akademisi'nin Eudoxus'ün başını çektiği Matematik geleneğine üye idi. Hypatia doğayı; mantık, matematik ve deney ile açıklamaya çalıştı.
Hypatia, günümüze kadar ulaşmış olan sayılı kaynaktan biri olan Yunan tarihçi Socrates Scholasticus'un "Historia Ecclesiastica" adlı eserine göre; İskenderiye'nin en önemli iki figürü olan, İskenderiye Valisi Orestes ile İskenderiye piskoposu Cyril arasında anlaşmazlıklara sebebiyet verdiği ve politik işlere karıştığı gerekçesi ile 415 yılında kıptî Hristiyan bir çete tarafından taşlanarak öldürülür.
Hypatia'nın devrin en güzel kadınlarından biri olduğu ve Vali Orestes'in bizzat Hypatia'dan ders aldığı sıralarda Hypatia'ya aşık olduğu bilinmektedir. Anlaşmazlıklara ise Vali Orestes'in, İskenderiye'de Piskopos Cyril'in kışkırtmaları ile Hypatia'ya karşı hızla büyüyen nefretin önüne geçmeye çalışması olmuştur. Hypatia, İskenderiye'ye Hristiyanlığın hakim olduğu son yıllarında Piskopos Cyril, Hypatia'yı hedef göstererek İncil'den yaptığı alıntılar ile halkı kışkırtmış ve Hypatia, halk tarafından "dinsiz" ve "şeytan" olarak nitelendirilmiştir. Kısa bir süre içerisinde de Kıptî bir Hristiyan çetesi tarafından taşlanarak öldürülmüştür.
Eserlerinden günümüze ulaşabileni yoktur; fakat Sinesius ile yazıştığı mektupların bir bölümü mevcuttur.
Evlilik
Melih Cevdet’e sormuşlar ‘Evlilik nedir’
diye. Eskiden demiş, kız tarafının ve oğlan
tarafının ailesi bir araya gelir, yeni çiftin
kuracağı yuva için beraber hazırlık yapılır,
beraberce yeni ev düzülürdü. Tabi o zamanlar
evler genelde bahçe içinde müstakil evlerdi.
O yüzden buna ‘Evlenmek’ denirdi. Şimdi
ise yeni evliler apartman dairelerinde yani
katlarda oturuyorlar, bu yüzden artık evlilik
‘Katlanmaktır’ demiş.’
Victor Hugo - Bu Çiçek, Senin İçin
Doruktan senin için kopardım bu çiçeği
O sarp bayırdan hani, suya iner eteği
Kartalın bildiği yalnız ve yaklaşabildiği
Sessizce seprilmişti kayanın çatlağında.
Gölgeler yıkıyordu burnun sağrılarını
Açıkça görüyordum: bir yengi alanında
Nasıl kızıl ve parlak bir utku anıtı
Olanca görkemiyle bir anda kurulursa
İşte tıpkı öylece
Güneşin gömülüp gittiği yerde gece
Bulutlardan bir tak yapıyordu kendine.
Yelkenliler bir bir erirken uzakta
Birkaç çatı eğimli bir vadinin dibinde
Parlayıp görünmekten ürker gibiydi sanki.
Sevdiğim, senin için kopardım bu çiçeği!
Evet, rengi uçuk ve koku yok tacında
Çünkü kökü dağların bu çetin yamacında
Yalnız su yosununun acı tuzunu içmiş.
Dedim ki: garip çiçek, şu tepenin üstünden
Bulutların, yosunun ve teknenin gittiği
Uçsuz bucaksızlığa yolcu olmalıydın sen.
Git öyleyse bir kalbin
Herşyeden daha derin uçurumunda dağıl
Başka bir acun olan o göğüste sol artık
Göğün seni sular için yarttığı besbelli
Ben’se Sevda’ya adadım işte seni!
Rüzgar birbirine katıyordu suları;
Yavaş yavaş silinen
Belirsiz bir ışık kalmıştı yalnız günden
Ah! nasıl acılıydım ve nasıl da derinden! ..
Düşler içindeydim ve kapkaranlık Gece
Sonsuz titreyişlerle doluyordu içime.
Wolfgang Borchert - Deniz Kabukları
Deniz kabukları, renkli, parlak;
çocukların bulduğu.
Deniz kabukları, ince, yuvarlak;
içlerinde rüzgârın uğultusu.
Türkü söyler yüce deniz içlerinde-
görülür müzelerde ışıldadıkları;
sonra eski liman meyhanelerinde,
sonra çocuk odaları...
Deniz kabukları, ince, yuvarlak;
dinle! rüzgârın türküsü duyduğun!
Deniz kabukları, renkli, parlak;
Bir zamanlar çocuklukta bulduğun!
çocukların bulduğu.
Deniz kabukları, ince, yuvarlak;
içlerinde rüzgârın uğultusu.
Türkü söyler yüce deniz içlerinde-
görülür müzelerde ışıldadıkları;
sonra eski liman meyhanelerinde,
sonra çocuk odaları...
Deniz kabukları, ince, yuvarlak;
dinle! rüzgârın türküsü duyduğun!
Deniz kabukları, renkli, parlak;
Bir zamanlar çocuklukta bulduğun!
Dalai Lama "Değişim istiyorsanız, sebeplerini yaratın."
Her sabah uyandığında kendine şunları söylemeyi unutma: Bugün de uyandığım için şanslıyım, kıymetli bir hayatım var ve bunu boşa harcamayacağım, tüm enerjimi kendimi geliştirmek, kalbimle başkalarına da ulaşmak, herkesin iyiliğini sağlayacak şekilde aydınlanmak için kullanacağım. Başkalarına karşı iyi niyetli olacağım, başkalarına sinirlenmeyeceğim veya onlar hakkında kötü düşünmeyeceğim.
- Biz farkında olsak da olmasak da her şeyin altında tek bir soru yatar: Hayatın amacı ne? Her insan doğduğu andan itibaren mutluluğu ister, acı çekmekten kaçar. Bunu ne sosyal şartlar, ne eğitim seviyesi ne de ideolojik şartlar değiştirebilir. Varlığımızın en temelinde hepimiz sadece mutlu olmak istiyoruz. Asıl önemli olan, mutluluğu neyin getireceğini keşfetmek.
- Gerçek mutluluk, zihin ve kalp arasında daha fazla bağlantı kurar. Esas olarak bedensel zevke bağlı olan mutluluk sabit değildir, bir gün oradayken bir sonraki gün orada olmayabilir.
- Aç gözlülüğün en belirgin özelliği, kişi bir şeyi elde etme İsteği hissettiğinde, onu elde ederek tatmin olmamasıdır. Bu nedenle, bir tür sınırsızlık, dipsizlik meydana gelir ve bu da belaya yol açar. Aç gözlülüğün ilginç bir yanıda her ne kadar temeli oluşturan güdü bir tatmin aramak olsa da, arzuladığınız nesneyi elde ettikten sonra hala tatmin olmamış olmanızdır. Aç gözlülüğün gerçek panzehiri hoşnutluktur.
- Ve ne kadar uğraşsak da, genellikle, kendimiz için iyi olduğunu bildiğimiz şeyi seçmeyiz. Bunun bir nedeni de “doğru seçimin” genellikle zor seçim olmasıdır. Zevklerimizden bazı fedakarlıklar yapma ile ilgili olan seçim.
- Bir insan eğer hiç kızgınlık göstermiyorsa bir sorun olduğunu düşünürüm. Muhtemelen beyni doğru çalışmıyordur.
- Hayatta en hakiki ilişki; karşındakine duyduğun sevginin, ona duyduğun ihtiyacın ötesine geçtiği sevgidir.
- Herkes mutlu ve anlamlı bir yaşamın peşinde. Bu hedefe varmak için uygulamalarımız gerçekçi olmalıdır.
- Doğruluğun gücü asla azalmaz. Kaba kuvvet ve şiddet belki kısa vadede etkili olabilir, ancak uzun vadede doğruluk her zaman galip gelecektir.
- Eğitim sistemlerimizi, tüm insanlığa karşı bir merhamet duygusu oluşturacak, hem bilgi hem de sağlıklı bir zihin sağlayacak şekilde tasarlamalıyız.
- Çocuklara bakın. Tabii ki hepsi kavga ediyordur ancak genellikle yetişkin olana kadar kötü düşüncelerini içlerinde beslemek yerine konuşarak dışarı atarlar. Birçok yetişkin, çocuklara göre daha eğitimli olma avantajına sahiptir. Ancak gülümseyen bir yüzün arkasında derin negatif duygular barındırırken eğitimin ne önemi var ki? Çocuklar böyle yapmaz. Onlar birine kızdıklarında, bunu ifade ederler ve geçip gider. Ertesi gün aynı kişiyle yeniden oyun oynayabilir.
- En sevdiklerinize bile bir gün gidebilme özgürlüğünü verin ki geri dönmek ve kalmak için bir sebepleri olsun.
- Nasıl ki sağlıklı bir yaşam için fiziki hijyeni öğretiyorsak, mental ve duygusal hijyeni de öğretmek zorundayız.
- Diğer insanları düşünmek sadece dinle ilgili bir pratik değildir, mutlu bir toplum yaratmaya yönelik atılmış bir adımdır.
- Bildiklerinizi paylaşın. Bu, daha ahlaklı olmanın bir yoludur.
- Zamanın önünde durmak mümkün değil. Bir hata yaptığımızda, zamanı geri alıp yeniden baştan başlayamayız. Yapabileceğimiz tek şey, şimdiki zamanı iyi kullanmak.
- İnsanlığı dönüştürme ve daha mutlu, daha merhametli bir dünya yaratma işini sadece eğitim ile başarabiliriz.
- Geçmişi değiştiremeyiz, ancak geleceği yeniden şekillendirebiliriz. Gençler daha mutlu, daha iyi bir gelecek yaratma şansına sahiptir.
- Mutluluk hazır bir şey değildir, sizin eylemlerinizle oluşur.
- Kendi içimizde barış yapmadan dışarıyla barışı sağlayamayız.
- Asıl hedef diğerlerinden daha iyi olmak değil, eski halinizden daha iyi olmaktır.
- Eğer kendinizi diğer insanlara yardım etmeye adarsanız, daha mutlu olacaksınız.
- Eski dostlar geçer, yenileri ortaya çıkar. Aynı değişen günler gibi. Eski bir gün geçer, yeni bir gün doğar. Önemli olan, bunu anlamlı hale getirebilmektir. Hem anlamlı bir arkadaşlık hem de anlamlı bir gün…
- Öfke iç huzurumuzu bozup sorunlara neden olabilir. Ayrıca işlerimizi düzgün şekilde yapabilmemizin de önünde set oluşturur.
-Bir kaşık, içindeki yiyeceğin tadını alamaz. Aynı şekilde, budala bir kişi bilgelikle yaklaşmadığı sürece bilge bir kişiyi anlayamaz.
- Öfkenin sorunların çözümünde hiçbir şekilde faydalı olmadığını, buna karşın sabrın ve merhametin yardımcı olduğunu anlamamız lazım.
- Gerçek kahraman, kendi öfkesinin ve nefretinin üstesinden gelebilendir.
- Zorluklarla karşılaştığımızda dürüst ve samimi kalabilmek her zaman yardımcı olur.
- Birine yapmak istediği işi yapması için iyi dilekte bulunarak yardımcı olamazsınız, harekete geçmelisiniz.
- Hepimiz doğruluk ve şefkatten kaynaklanan temel insani değerlere muhtacız.
- Sevgi ve merhamet lüks değil ihtiyaçtır. Onlar olmadan insanlık ayakta kalamaz.
- Sevdiklerinize uçmaları için kanatlar, geri dönebilmeleri için kökler verin. Ve de yanınızda kalmaları için nedenler.
- Karşılaştığımız zorluklara karşı kayıtsız kalmak, kabul edilemez bir şey. Yapmamız gereken şey sonuna kadar direnmek ve asla vazgeçmemek.
- İnsan potansiyeli herkes için aynıdır. Eğer “Ben çok değersizim” diye düşünüyorsanız, bu yanlıştır. Kendinizi kandırıyorsunuz demektir. Hepimizin belli bir düşünce gücü var, peki o zaman sizde eksik olan ne? Eğer irade gücüne sahipseniz, değiştiremeyeceğiniz hiçbir şey yok. Kendi kendinizin efendisi sizsiniz.
- İnsan kararlılığına inanın.Tarih boylu boyunca göstermiştir ki; insan iradesi bilinen tüm silahlardan daha güçlüdür.
- İster pozitif olsun ister negatif eylemlerimizin kalitesi motivasyonumuza bağlıdır.Bundan dolayıdır ki zihnimizi dönüştürmek zorundayız.
- Başarılarınızı, onları kazanmak için nelerden vazgeçtiğinizle ölçün.
- Her nefes aldığınızda kendinizi, her nefes verdiğinizde de başkalarını sevin.
- Bu da benim basit dinimdir. İbadethanelere gerek yok. Karmaşık felsefelere gerek yok. Kendi zihniniz, kendi kalbinizdir ibadethaneniz; iyi yürekliliğinizdir felsefeniz.
- Konuştuğun zaman sadece bildiklerini tekrar edersin, ama dinlersen, yeni şeyIer öğrenebiIirsin.
- İnsanlar, hayatta tatmin ve mutlu olmak için farklı yollar seçer. Onların sizinle aynı yolda olmamaları, yollarını kaybettikleri anlamına gelmez.
- Anlamlı bir hayat para veya diğer imkanlar ile ilgili değildir; kendimizi olabildiğince diğer insanlara yardım etmeye adamakla ilgilidir.
- Yüreğin sevgi ile dolu olması ve diğer insanların selametini düşünmek bir mutluluk halidir, ister dindar olun ister olmayın.
- Bu hayattaki birinci amacımız, başkalarına yardım etmek. Eğer yardım edemiyorsanız, en azından canlarını yakmayın.
- Doğru davranışları sergileyebilirsen, düşmanların senin en büyük manevi öğretmenlerin olur çünkü onların varlığı senin hoşgörü, sabır ve bilgeliğini geliştirmeni sağlar.
- Aradığımız sükunet ve mutluluğu sağlayacak tek şey,merhamet ve anlayıştır.
- Tüm acılar bilgisizlikten kaynaklanır. İnsanlar kendi kişisel tatminleri veya mutluluklarının peşinden giderken, başkalarına acı verir.
- Mutluluk hazır bir şey değildir, sizin eylemlerinizle oluşur.
- Siz ne kadar çok sevgiden beslenirseniz, eylemleriniz de o kadar korkusuz ve özgür olacaktır.
- Diğer insanların iyiliği için ne kadar çok kaygılanırsak, birbirimizle empati kurmaya o kadar yaklaşırız.
- En karanlık günlerde bile umut bulur, aydınlık günleri düşünürüm. Ben evreni yargılamam.
- Biz farkında olsak da olmasak da her şeyin altında tek bir soru yatar: Hayatın amacı ne? Her insan doğduğu andan itibaren mutluluğu ister, acı çekmekten kaçar. Bunu ne sosyal şartlar, ne eğitim seviyesi ne de ideolojik şartlar değiştirebilir. Varlığımızın en temelinde hepimiz sadece mutlu olmak istiyoruz. Asıl önemli olan, mutluluğu neyin getireceğini keşfetmek.
- Gerçek mutluluk, zihin ve kalp arasında daha fazla bağlantı kurar. Esas olarak bedensel zevke bağlı olan mutluluk sabit değildir, bir gün oradayken bir sonraki gün orada olmayabilir.
- Aç gözlülüğün en belirgin özelliği, kişi bir şeyi elde etme İsteği hissettiğinde, onu elde ederek tatmin olmamasıdır. Bu nedenle, bir tür sınırsızlık, dipsizlik meydana gelir ve bu da belaya yol açar. Aç gözlülüğün ilginç bir yanıda her ne kadar temeli oluşturan güdü bir tatmin aramak olsa da, arzuladığınız nesneyi elde ettikten sonra hala tatmin olmamış olmanızdır. Aç gözlülüğün gerçek panzehiri hoşnutluktur.
- Ve ne kadar uğraşsak da, genellikle, kendimiz için iyi olduğunu bildiğimiz şeyi seçmeyiz. Bunun bir nedeni de “doğru seçimin” genellikle zor seçim olmasıdır. Zevklerimizden bazı fedakarlıklar yapma ile ilgili olan seçim.
- Bir insan eğer hiç kızgınlık göstermiyorsa bir sorun olduğunu düşünürüm. Muhtemelen beyni doğru çalışmıyordur.
- Hayatta en hakiki ilişki; karşındakine duyduğun sevginin, ona duyduğun ihtiyacın ötesine geçtiği sevgidir.
- Herkes mutlu ve anlamlı bir yaşamın peşinde. Bu hedefe varmak için uygulamalarımız gerçekçi olmalıdır.
- Doğruluğun gücü asla azalmaz. Kaba kuvvet ve şiddet belki kısa vadede etkili olabilir, ancak uzun vadede doğruluk her zaman galip gelecektir.
- Eğitim sistemlerimizi, tüm insanlığa karşı bir merhamet duygusu oluşturacak, hem bilgi hem de sağlıklı bir zihin sağlayacak şekilde tasarlamalıyız.
- Çocuklara bakın. Tabii ki hepsi kavga ediyordur ancak genellikle yetişkin olana kadar kötü düşüncelerini içlerinde beslemek yerine konuşarak dışarı atarlar. Birçok yetişkin, çocuklara göre daha eğitimli olma avantajına sahiptir. Ancak gülümseyen bir yüzün arkasında derin negatif duygular barındırırken eğitimin ne önemi var ki? Çocuklar böyle yapmaz. Onlar birine kızdıklarında, bunu ifade ederler ve geçip gider. Ertesi gün aynı kişiyle yeniden oyun oynayabilir.
- En sevdiklerinize bile bir gün gidebilme özgürlüğünü verin ki geri dönmek ve kalmak için bir sebepleri olsun.
- Nasıl ki sağlıklı bir yaşam için fiziki hijyeni öğretiyorsak, mental ve duygusal hijyeni de öğretmek zorundayız.
- Diğer insanları düşünmek sadece dinle ilgili bir pratik değildir, mutlu bir toplum yaratmaya yönelik atılmış bir adımdır.
- Bildiklerinizi paylaşın. Bu, daha ahlaklı olmanın bir yoludur.
- Zamanın önünde durmak mümkün değil. Bir hata yaptığımızda, zamanı geri alıp yeniden baştan başlayamayız. Yapabileceğimiz tek şey, şimdiki zamanı iyi kullanmak.
- İnsanlığı dönüştürme ve daha mutlu, daha merhametli bir dünya yaratma işini sadece eğitim ile başarabiliriz.
- Geçmişi değiştiremeyiz, ancak geleceği yeniden şekillendirebiliriz. Gençler daha mutlu, daha iyi bir gelecek yaratma şansına sahiptir.
- Mutluluk hazır bir şey değildir, sizin eylemlerinizle oluşur.
- Kendi içimizde barış yapmadan dışarıyla barışı sağlayamayız.
- Asıl hedef diğerlerinden daha iyi olmak değil, eski halinizden daha iyi olmaktır.
- Eğer kendinizi diğer insanlara yardım etmeye adarsanız, daha mutlu olacaksınız.
- Eski dostlar geçer, yenileri ortaya çıkar. Aynı değişen günler gibi. Eski bir gün geçer, yeni bir gün doğar. Önemli olan, bunu anlamlı hale getirebilmektir. Hem anlamlı bir arkadaşlık hem de anlamlı bir gün…
- Öfke iç huzurumuzu bozup sorunlara neden olabilir. Ayrıca işlerimizi düzgün şekilde yapabilmemizin de önünde set oluşturur.
-Bir kaşık, içindeki yiyeceğin tadını alamaz. Aynı şekilde, budala bir kişi bilgelikle yaklaşmadığı sürece bilge bir kişiyi anlayamaz.
- Öfkenin sorunların çözümünde hiçbir şekilde faydalı olmadığını, buna karşın sabrın ve merhametin yardımcı olduğunu anlamamız lazım.
- Gerçek kahraman, kendi öfkesinin ve nefretinin üstesinden gelebilendir.
- Zorluklarla karşılaştığımızda dürüst ve samimi kalabilmek her zaman yardımcı olur.
- Birine yapmak istediği işi yapması için iyi dilekte bulunarak yardımcı olamazsınız, harekete geçmelisiniz.
- Hepimiz doğruluk ve şefkatten kaynaklanan temel insani değerlere muhtacız.
- Sevgi ve merhamet lüks değil ihtiyaçtır. Onlar olmadan insanlık ayakta kalamaz.
- Sevdiklerinize uçmaları için kanatlar, geri dönebilmeleri için kökler verin. Ve de yanınızda kalmaları için nedenler.
- Karşılaştığımız zorluklara karşı kayıtsız kalmak, kabul edilemez bir şey. Yapmamız gereken şey sonuna kadar direnmek ve asla vazgeçmemek.
- İnsan potansiyeli herkes için aynıdır. Eğer “Ben çok değersizim” diye düşünüyorsanız, bu yanlıştır. Kendinizi kandırıyorsunuz demektir. Hepimizin belli bir düşünce gücü var, peki o zaman sizde eksik olan ne? Eğer irade gücüne sahipseniz, değiştiremeyeceğiniz hiçbir şey yok. Kendi kendinizin efendisi sizsiniz.
- İnsan kararlılığına inanın.Tarih boylu boyunca göstermiştir ki; insan iradesi bilinen tüm silahlardan daha güçlüdür.
- İster pozitif olsun ister negatif eylemlerimizin kalitesi motivasyonumuza bağlıdır.Bundan dolayıdır ki zihnimizi dönüştürmek zorundayız.
- Başarılarınızı, onları kazanmak için nelerden vazgeçtiğinizle ölçün.
- Her nefes aldığınızda kendinizi, her nefes verdiğinizde de başkalarını sevin.
- Bu da benim basit dinimdir. İbadethanelere gerek yok. Karmaşık felsefelere gerek yok. Kendi zihniniz, kendi kalbinizdir ibadethaneniz; iyi yürekliliğinizdir felsefeniz.
- Konuştuğun zaman sadece bildiklerini tekrar edersin, ama dinlersen, yeni şeyIer öğrenebiIirsin.
- İnsanlar, hayatta tatmin ve mutlu olmak için farklı yollar seçer. Onların sizinle aynı yolda olmamaları, yollarını kaybettikleri anlamına gelmez.
- Anlamlı bir hayat para veya diğer imkanlar ile ilgili değildir; kendimizi olabildiğince diğer insanlara yardım etmeye adamakla ilgilidir.
- Yüreğin sevgi ile dolu olması ve diğer insanların selametini düşünmek bir mutluluk halidir, ister dindar olun ister olmayın.
- Bu hayattaki birinci amacımız, başkalarına yardım etmek. Eğer yardım edemiyorsanız, en azından canlarını yakmayın.
- Doğru davranışları sergileyebilirsen, düşmanların senin en büyük manevi öğretmenlerin olur çünkü onların varlığı senin hoşgörü, sabır ve bilgeliğini geliştirmeni sağlar.
- Aradığımız sükunet ve mutluluğu sağlayacak tek şey,merhamet ve anlayıştır.
- Tüm acılar bilgisizlikten kaynaklanır. İnsanlar kendi kişisel tatminleri veya mutluluklarının peşinden giderken, başkalarına acı verir.
- Mutluluk hazır bir şey değildir, sizin eylemlerinizle oluşur.
- Siz ne kadar çok sevgiden beslenirseniz, eylemleriniz de o kadar korkusuz ve özgür olacaktır.
- Diğer insanların iyiliği için ne kadar çok kaygılanırsak, birbirimizle empati kurmaya o kadar yaklaşırız.
- En karanlık günlerde bile umut bulur, aydınlık günleri düşünürüm. Ben evreni yargılamam.
- Açık bir yürek, açık bir zihindir.
- Kendi içimizde barış yapmadan dışarıyla barışı sağlayamayız.
- Asıl hedef diğerlerinden daha iyi olmak değil, eski halinizden daha iyi olmaktır.
- Bir göz, diğer göz içindir. Bu da demek oluyor ki, aslında hepimiz körlerdeniz.
- Tüm iyiliklerin kökleri, şükretmenin topraklarındadır.
- Sessiz kalmak bazen verilecek en iyi yanıttır.
- Gerçek kahraman, kendi öfkesinin ve nefretinin üstesinden gelebilendir.
- Özgürlük mücadelemizde tek silahımız dürüstlüktür.
- Kuralları iyi öğren, böylece onları işe yarar bir şekilde yıkabilirsin.
- İyimser olmaya çalışın, daha iyi hissedersiniz.
- Karşılaştığımız zorluklara karşı kayıtsız kalmak, kabul edilemez bir şey. Yapmamız gereken şey sonuna kadar direnmek ve asla vazgeçmemek.
- Eğer bir problemin çözümü varsa, yapılabilecek şeyler hala bitmediyse, o zaman endişelenmeye gerek yok. Eğer çözüm yoksa, endişelenmenin de bir faydası yok. Yani, endişenin hiçbir koşulda hiçbir faydası yok.
- Mutluluğun kaynağı ne para, ne de güç. Mutluluğun kaynanığı sıcak kalplilik.
- Başarılarınızı, onları kazanmak için nelerden vazgeçtiğinizle ölçün.
- Bir şeyin her açıdan olumsuz olması imkansız veya çok nadirdir.
- Her nefes aldığınızda kendinizi, her nefes verdiğinizde de başkalarını sevin.
- İnsanlar, hayatta tatmin ve mutlu olmak için farklı yollar seçer. Onların sizinle aynı yolda olmamaları, yollarını kaybettikleri anlamına gelmez.
- Doğru davranışları sergileyebilirsen, düşmanların senin en büyük manevi öğretmenlerin olur çünkü onların varlığı senin hoşgörü, sabır ve bilgeliğini geliştirmeni sağlar
- Büyük sevgilerin ve büyük kazançların büyük riskler sayesinde elde edilebildiğini hesaba katmayı unutmayın.
- İnsanın kendi mantığında ve eleştirel yaklaşımında her zaman nihai bir otorite olmalıdır.
- Evreni düşündüğünüzde, bir insanın yaşamı zayıf bir bip sesinden farksız. Bu dünyada her birimiz geçici misafirleriz ve bir süreliğine kalacağız. Bu kısacık zamanı yalnız, mutsuz veya rakipleriyle çatışma içinde geçirmek ne kadar büyük bir budalalık.
- Bildiklerinizi paylaşın. Bu, daha ahlaklı olmanın bir yoludur.
- Bir hata yaptığınızı fark ettiğinizde, hemen düzeltmek için adım atın.
- Gelin, her bir günün ne kadar değerli olduğunu anlayalım.
- Dünya barışı, içsel barışla başlamalıdır. Barış, sadece şiddetin olmaması anlamına gelmez. Barış, bana göre, insan merhametinin ortaya çıkmasıdır.
- Merhamet dini bir şey değildir, insani bir şeydir. Lüks değildir, kendi barışımızı ve zihinsel istikrarımız, insanlığın var olması için hayati öneme sahiptir.
- Tüm temel dini geleneklerin amacı dışarıya büyük ibadethaneler inşa etmek değil, insanların içine iyilik ve merhamet inşa etmektir.
- Mevcut toplumumuzun sorunlarından biri de eğtimin bizleri daha zeki, daha becerikli yapacağını sanmamız. Günümüzde toplumumuz bunun altını çizmese de eğitim ve bilginin en önemli yönü, bizleri daha faziletli şeylere ve zihinsel disipline yönlendirmesidir. Zekamızı ve bilgimizi en iyi şekilde kullanmak için iyi kalpli değişiklikler sağlayabiliriz.
- İster insan, ister hayvan olsun, bu dünyadaki tüm canlılar hem kendi izlediği hem de dünyanın peşinden gittiği yola ve güzelliklere katkı yapmalıdır.
- Gerçekten merhametli olmak, karşınızdaki size nagtif yaklaşsa veya sizi kırsa bile aynı şekilde davranarak sağlanır.
Eski dostlar geçer, yenileri ortaya çıkar. Aynı değişen günler gibi. Eski bir gün geçer, yeni bir gün doğar. Önemli olan, bunu anlamlı hale getirebilmektir. Hem anlamlı bir arkadaşlık hem de anlamlı bir gün.
21 Mayıs 2018
Atatürk'ün 100. Doğum YILDÖNÜMÜ
ATATÜRK'ÜN 100. DOĞUM YILDÖNÜMÜ DOLAYISIYLA
Nitekim Atatürk'ün 100. Doğum Yıldönümü uluslararası simpozyumunu hazırlamak amacı ile öngörülen 1980 Türkiye İlhbahar Toplantısı Kültür Bakanlığının önayak olması ile ve UNESCO ile işbirliği yapılarak 9-11 Haziran 1980 tarihleri arasında Ankara'da tertiplenmiştir.
9 Haziran 1980'de Hacettepe Üniversitesi Salonlarında bu toplantiya UNESCO Genel Müdürü Senegalli Amadou Mahtar Bow ve Fransa, ABD, Federal Almanya, Senegal, Hindistan, Sovyetler Birliği, Arjantin ve Mısır'dan çeşitli bilim ve fikir adamları katılmış ve ayrıca bu “Házırlık Toplantısında Türk Bilim adamları ile UNESCO Milli Komisyonu mensupları da yer almıştır.
(*) Prof. Dr. İsmet Giritli, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesidir.
Bu satırlar yazarının da “Kemalizmin siyasal ideolojiler arasındaki yeri nedir?." adlı tebliği ile katıldığı bu "Atatürk Hazırlık Kollogyumu Başkanlığına Paris Üniversitesi Anayasa Hukuku Profesörü
Jacques Robert seçilmiş ve Dışişleri Bakanlığı Konferans Salonunda
devam eden toplantılardı evvelâ tebliğler okunarak tartışılmış daha
sonra da 1981 Paris Simpozyumunun konusunun tespiti ile ilgili genel
görüşme açılarak alınan sonuçlar 1981 Simpozyumuna hazırlık olarak
UNESCO'ya sunulmak üzere rapor halinde saptanmıştır.
Bu raporda dört temel konunun Atatürk'ün 100. Doğum Yıldönümü Paris Uluslararası Sempozyumuna tavsiye edildiğini görüyoruz. Bu konular sırası ile şöyle özetlenebilir: 1- Ulusal Bağımsızlık ve Sömürgeciliğe karşı savaş lideri olarak Atatürk 2 - Dünya Barışının hizmetkârı olarak Atatürk 3- Türkiye’de Modernleşmenin Demokratik niteliği ve 4 - Atatürk’ün (Manevi Mirası ve özellikle (Rasyonalizm - Akılcılık)”.
Ankara'da yapılan toplantıya katılanlar arasında özellikle Arjantin’in eski Ankara Büyükelçisi George G. Blanco Villalta dikkatleri üzerine çekmeğe muvaffak oldu. Bunun nedeni, şimdi emekli olan Büyükelçi Blanco Villatta'nın, ilk defa henüz 20 yaşlarında iken Aralık 1930’da İstanbul Arjantin Başkonsolosu olan babasının refakatinde Türkiyeye gelmesi, birkaç yıl sonra da bizzat kendisinin evvelâ Konsolos yardımcısı sonra da Başkonsolos olarak İstanbul'a tayin edilmesidir.
Türkiye'de geçirdiği yıllar esnasında Türk milletini yakından tanımak ve Türk tarihini tetkik etmek fırsatını bulan Blanco Villatta, çeşitli vesilelerle büyük Atatürk'ü tanımak olanağını bulmuş ve Kemalist Hareket ve Devrimi de yakından tetkik etmiştir.
Nitekim daha sonraki yıllarda ve 1936 dan başlayarak Büyükelçinin Türkiye'nin tarihi sanat hayatı ve edebiyatı üzerinde çeşitli konferanslar verdiğini ve Güney Amerika basınında Türkiye ve Mustafa Kemal Atatürk konusunda birçok makaleler yayınladığını görüyoruz.
Blanco Villatta'nın Türkiye üzerine yazdığı ve 1936 yılında yayınlanarak ilk kitabı "İl Pueblo Turco - Türk milleti” adını taşımakta ve bu kitapta ilk defa olarak İspanyolca dilinde Mustafa Kemal Atatürk'ün bir biyografisi yer almaktadır.
Bu raporda dört temel konunun Atatürk'ün 100. Doğum Yıldönümü Paris Uluslararası Sempozyumuna tavsiye edildiğini görüyoruz. Bu konular sırası ile şöyle özetlenebilir: 1- Ulusal Bağımsızlık ve Sömürgeciliğe karşı savaş lideri olarak Atatürk 2 - Dünya Barışının hizmetkârı olarak Atatürk 3- Türkiye’de Modernleşmenin Demokratik niteliği ve 4 - Atatürk’ün (Manevi Mirası ve özellikle (Rasyonalizm - Akılcılık)”.
Ankara'da yapılan toplantıya katılanlar arasında özellikle Arjantin’in eski Ankara Büyükelçisi George G. Blanco Villalta dikkatleri üzerine çekmeğe muvaffak oldu. Bunun nedeni, şimdi emekli olan Büyükelçi Blanco Villatta'nın, ilk defa henüz 20 yaşlarında iken Aralık 1930’da İstanbul Arjantin Başkonsolosu olan babasının refakatinde Türkiyeye gelmesi, birkaç yıl sonra da bizzat kendisinin evvelâ Konsolos yardımcısı sonra da Başkonsolos olarak İstanbul'a tayin edilmesidir.
Türkiye'de geçirdiği yıllar esnasında Türk milletini yakından tanımak ve Türk tarihini tetkik etmek fırsatını bulan Blanco Villatta, çeşitli vesilelerle büyük Atatürk'ü tanımak olanağını bulmuş ve Kemalist Hareket ve Devrimi de yakından tetkik etmiştir.
Nitekim daha sonraki yıllarda ve 1936 dan başlayarak Büyükelçinin Türkiye'nin tarihi sanat hayatı ve edebiyatı üzerinde çeşitli konferanslar verdiğini ve Güney Amerika basınında Türkiye ve Mustafa Kemal Atatürk konusunda birçok makaleler yayınladığını görüyoruz.
Blanco Villatta'nın Türkiye üzerine yazdığı ve 1936 yılında yayınlanarak ilk kitabı "İl Pueblo Turco - Türk milleti” adını taşımakta ve bu kitapta ilk defa olarak İspanyolca dilinde Mustafa Kemal Atatürk'ün bir biyografisi yer almaktadır.
Kitabın yazarının açık ifadesine göre eserine Atatürk Biyografisini
dercetmesinin birinci nedeni "Atatürk Gerçeği" ni Latin Amerika
milletlerine tanıtmak ikinci ve fakat asıl önemli amaç Armstrong tararafından yazılan ve 1933 de Paris'te Fransızca tercümesi de yayınlanan ve Atatürk'e birçok hücum ve iftiralarda bulunan maksatlı
"Bozkurt - Grey Wolf" adlı kitaptaki yalan beyan ve yakıştırmaları
cevaplandırmaktır.
Arjantin'in eski Ankara Büyükelçisi Blanco Villalta, Atatürk Hazırlık Simpozyumunda sunduğu tebliğde, Yüzbaşı H.C. Armstrong'un müttefiklerin Birinci Dünya Savaşından sonra İstanbul'u işgalleri esnasında, Britanya İrlandasında subay olarak görev yaptığını ve Mustafa Kemal Çanakkale'den başlayarak Britanyalıları ve müttefikleri yendiği ve Türkiye'den kovduğu için kendisinin gururunu tatmin etmek için Mustafa Kemel'e on yıl kadar sonra yayınladığı "Kemal Atatürk - Bozkurt adlı kitabında adeta kin ve düşmanlık kustuğunu yazmaktadır.
Büyükelçinin Türkiye üzerine yazdığı birkaç eserden sonra esas Atatürk biyografisini Atatürk'ün hayattan ayrıldığı 1938 yılının sonlarında bitirdiğini ve 550 sahifelik kitap halinde 1939 yılının başında yayınlanan bu kitabın Atatürk'ün ölümünden sonra yazılmış ilk biyografik eser niteliğini taşıdığını görüyoruz. Oysa, yakın zamana kadar Atatürk üzerine Atatürk'ün ölümünden sonra bir yabancının yazdığı ilk Atatürk biyografisinin 1964'de yayınlanan Lord Kinros’un “AtatürkBir Milletin Yeniden Doğuşu" adlı kitap olduğu zannedilmekteydi.
1939'daki ilk bası kısa zamanda tükenmiş ve derhal kitabın ikinci basısı yayınlanmıştır. 1945’de üçüncü 1966'da dördüncü ve bugünlerde beşinci basısı hazırlanan bu eserin, yerinde bir hareketle Türk Tarih Kurumu tarafından 1979'da İspanyolcadan İngilizceye tercüme edilerek, yayınlandığını görüyoruz. Latin Amerika Basınında birçok olumlu yazıların çıkmasına neden olan bu kitabın Atatürk'ün 100. Doğum Yıldönümü dolayisiyle yapılacak çalışma ve törenlerde Latin Amerika Ülkeleri bakımından çok faydalı bir temel eser oluşturduğuna şüphe yoktur.
Bu bakımdan emekli Büyükelçinin Ankarayı son ziyareti esnasında Kadirşinas Kemalist Türk Silahlı Kuvvetlerinin kendisine bir şilt vermesi çok yerinde bir hareket olmuştur.
Arjantin'in eski Ankara Büyükelçisi Blanco Villalta, Atatürk Hazırlık Simpozyumunda sunduğu tebliğde, Yüzbaşı H.C. Armstrong'un müttefiklerin Birinci Dünya Savaşından sonra İstanbul'u işgalleri esnasında, Britanya İrlandasında subay olarak görev yaptığını ve Mustafa Kemal Çanakkale'den başlayarak Britanyalıları ve müttefikleri yendiği ve Türkiye'den kovduğu için kendisinin gururunu tatmin etmek için Mustafa Kemel'e on yıl kadar sonra yayınladığı "Kemal Atatürk - Bozkurt adlı kitabında adeta kin ve düşmanlık kustuğunu yazmaktadır.
Büyükelçinin Türkiye üzerine yazdığı birkaç eserden sonra esas Atatürk biyografisini Atatürk'ün hayattan ayrıldığı 1938 yılının sonlarında bitirdiğini ve 550 sahifelik kitap halinde 1939 yılının başında yayınlanan bu kitabın Atatürk'ün ölümünden sonra yazılmış ilk biyografik eser niteliğini taşıdığını görüyoruz. Oysa, yakın zamana kadar Atatürk üzerine Atatürk'ün ölümünden sonra bir yabancının yazdığı ilk Atatürk biyografisinin 1964'de yayınlanan Lord Kinros’un “AtatürkBir Milletin Yeniden Doğuşu" adlı kitap olduğu zannedilmekteydi.
1939'daki ilk bası kısa zamanda tükenmiş ve derhal kitabın ikinci basısı yayınlanmıştır. 1945’de üçüncü 1966'da dördüncü ve bugünlerde beşinci basısı hazırlanan bu eserin, yerinde bir hareketle Türk Tarih Kurumu tarafından 1979'da İspanyolcadan İngilizceye tercüme edilerek, yayınlandığını görüyoruz. Latin Amerika Basınında birçok olumlu yazıların çıkmasına neden olan bu kitabın Atatürk'ün 100. Doğum Yıldönümü dolayisiyle yapılacak çalışma ve törenlerde Latin Amerika Ülkeleri bakımından çok faydalı bir temel eser oluşturduğuna şüphe yoktur.
Bu bakımdan emekli Büyükelçinin Ankarayı son ziyareti esnasında Kadirşinas Kemalist Türk Silahlı Kuvvetlerinin kendisine bir şilt vermesi çok yerinde bir hareket olmuştur.
Aylardan beri, siyasi partilerimizin itişip kakışmaları arasında
diğer birçok tasarılar arasında bekletilen “Atatürk'ün Doğumunun
100. Yılının Kutlanması ve Atatürk Kültür Merkezi Kurulması” hakkındaki Kanun Tasarısı, 12 Eylül 1980 Harekâtı üzerine Yasama görevini de yüklenen Milli Güvenlik Konseyi tarafından çok yerinde ve
köklü değişiklikler yapılarak ve sadece bir toplantıda kanunlaşmış
bulunuyor.
23 Eylül 1980'de 2302 sayılı kanun olarak kanunlaşmış bulunan Tasarının 26 Eylül 1983 tarihli Resmî Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdiğini görüyoruz. “Atatürk'ün Doğumunun 100. yılının Kutlanması ve Atatürk Kültür Merkezi Kurulması” hakkındaki 2302 sayılı kanunun amacı; Cumhuriyetimizin Kurucusu Atatürk'ün Doğumunun 190. yılı do- layisiyle Türk Devriminin, Türk ve insanlık tarihi içindeki yerini ve önemini, büyüklüğünü, bütünleştiriciliğini, milliyetçiliğini, laiklik ve eğitim anlayışını, Atatürk'ün Milli Bağımsızlık Hareketlerindeki öncülüğünü, dünya görüşünü, insanlık anlayış ve barışçılığını, devlet adamları niteliklerini belirtmek, yaymak ve yaşatmaktır.
Bu amacı gerçekleştirmek için: A-Atatürk'ün Doğumunun 100. yılı olan 1981, “Atatürk Yılı" olarak kutlanacak; bu maksatla yurt içinde ve dışında, çeşitli toplantılar, yarışmalar, törenler düzenlenip, düzenlenmesi teşvik edilecek ve desteklenecektir. B-Atatürkçü anlayışı ve davranışı her türlü yayın, yayım, kültür, sanat, eğitim araçları ile ve çalışmaları ile tanıtmak, benimsetmek için yardımcı olunacak C–Atatürkçü anlayıştan ve davranıştan hareketle, Milli Birlik, beraberlik ve bütünlük duygusunu, düşüncesini ve şuurunu geliştirici, birleştirici, toplayıcı ve kaynaştırıcı Türk Milliyetçiliğini güçlendirecek çalışmalar yapılacak, D-Atatürk'le ilgili her türlü yayın, yayım, inceleme, araştırma ve çalışma yapan resmî ve özel kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyon ve işbirliği sağlanacak. E-Atatürk’ün anısına armağan olmak üzere ve Cumhuriyetin sembolü olarak, 1981 yılında Ankara'da temeli atılacak olan Atatürk Kültür Merkezi kurulacaktır.
Kanunun 4. maddesi bu kanunda öngörülen amaca ulaşmak için, hedefleri tespit etmek ve kanunun 5. maddesinde yer alan kutlama Koordinasyon Kurulunun hazırlayacağı plan ve program tasarılarıni onaylamak ve çalışmalarının genel gözetimini yapmak üzere, Devlet Başkanı nezdinde bir Milli Komite kurmuş, Devlet Başkanı toplantıya katılmadığı takdirde Başbakanın Milli Komite Başkanlığı görevini yürüteceğini belirtmiştir. Milli Komite: Başbakan, Genelkurmay Başkanı veya Genelkurmay İkinci Başkanı, Milli Savunma Bakanı, Milli Eğitim Bakanı, Kültür Bakanı, Türk Tarih Kurumu Başkanı ile Başbakanın teklif edeceği ve Devlet Başkanının onaylayacağı en fazla 8 uzman veya Danışman üyeden oluşmaktadır.
2302 sayılı Kanun Milli Komitenin onayladığı plan ve programları uygulamak, uygulamayı denetlemek, çalışmalarda koordinasyon ve işbirligi sağlamak üzere merkezde Başbakanın veya uygun göreceği bir bakanın başkanlığında bir “Kutlama Koordinasyon Kurulu" kurmakta ve bu kurulan Devlet Planlama Teşkilâtı, Milli Savunma, İçişleri Bakanlıkları Müsteşarları ile Dışişleri Genel Sekreteri ve Maliye, Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıkları Müsteşarlarından oluşacağını, ayrıca Kutlama Koordinasyon Kuruluna bağlı olarak kutlama faaliyetlerinin konularına göre çeşitli çalışma komisyonları kurulabileceğini ifade etmektedir.
Kanunun 6. maddesine göre; illerde valilerin, ilçelerde kaymakamların ve yabancı ülkelerdeki temsilcilerin başkanlıklarında Kutlama Komiteleri kurulacak, bunların kuruluş ve çalışma usulleri kutlama Koordinasyon Kurulunca çıkarılacak bir yönetmelikle düzenlenecektir.
Kanunun 7. maddesi kamu kuruluşlarının katkısını düzenlemekte, genel ve katma bütçeli idarelerle, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu kurumlarının ülke düzeyinde kutlama faaliyetleri için Kutlama Koordinasyon Kurulunun, Belediyelerin ise, Kutlama Komitelerinin iznini alarak, kutlama törenlerini düzenleyebileceklerini, yayım yapabileceklerini ve Atatürk adına anıt niteliğinde eser inşa edebileceklerini ifade etmektedir.
Yine kanuna göre, kanunun amacını gerçekleştirmek için kanunun 2. maddesinde yazılı görev giderlerini karşılamak üzere Kutlama Koordinasyon Kurulu emrinde bir fon oluşturulacak, Atatürk Kültür Merkezinin etüd ve proje giderlerini de karşılayacak olan bu fonun kaynakları Genel Bütçeye konacak ödenekler ve gerçek kişiler ile özel hukuk ve kamu hukuku tüzel kişilerince yapılacak her türlü bağışlar ve diğer gelirlerden oluşturulacak, fona yapılacak bağış ve yardımlar, Gelir ve Kurumlar Vergisi uygulamasında gider kabul edilecek, fon en geç 1982 Mali Yılı sonuna kadar tasfiye olunacak ve fon bakiyesi Atatürk Kültür Merkezi yapımında kullanılmak üzere, genel bütçeye ödenek kaydolunacaktır.
Görülüyor ki kanun, İktisadi Devlet Kuruluşları dışındaki tüm bankaları, özel kuruluş ve dernekleri, “Atatürk Yılı'nı kendi takdir ve imkanlarına göre, en iyi şekilde kutlamak için serbest bırakmakta, kamu kuruluşlarının kutlama programlarını uygulamaları için Kutlama Koordinasyon Kurulunun iznini almalarını ve her türlü harcamaları kendi bütçelerinden karışılamalarını öngörmekte ve ayrıca Kutlama Koordinasyon Kurulunun ve ilerde kutlama komitelerinin kararlarının yerine getirilmesi için, gerekli personel ile araç ve gereçleri belirlenecek görevlere tahsis etmelerini istemektedir.
Dileğimiz; kanunun yukarıda özetlediğimiz hedef ve amaca varılmasıdır.
III UNESCO Genel Konferansı ile Yönetim Kurulunun, Atatürk'ün 100 Doğum Yıldönümü ile ilgili olarak verdiği 27 Kasım 1978 ve 17 Ekim 1979 tarihli kararların çıkmasından ve duyurulmasından bu kadar süre geçtikten sonra ve Atatürk'ün 100. yıldönümü kutlama programı, Sayın Devlet Başkanı Evren tarafından 5 Ocak 1981'de resmen açılmış olduğu halde, bazı kişi ve çevrelerin UNESCO'nun 1981 Yılını Atatürk Yılı olarak kabul ettiği haberlerinin doğru olmadığı görüşünü, hem sözle hemde yayın ile yaymaya çabaladıklarını görüyoruz.
Ciddi ve öteden beri Atatürkçü bir çizgi izleyen bir gazetemizin 30 Kasım 1980 tarihli sayısında çıkan “Atatürk Yılı" başlıklı şu yazıyı birlikte okuyalım:
“..Bir zamanlar gazetelerde haberler çıkmıştı. UNESCO 1981 yılını tüm dünyada Atatürk yılı olarak ilan etti” denilmişti. Hepimiz böyle biliyorduk. “Yetkililer de böyle biliyordu. Hem yetkililer, hemde bizler daha yakında bu haberlerin doğru olmadığını, gerçekle ilgisi olmadığını anladık.
Evet, UNESCO'ya 1981 Yılının Atatürk Yılı olması için bir öneri götürülmüştü. Evet bu öneri, UNESCO'nun yetkili kurulunda görüşülmüştü. Ama pratik nedenlerle, bu öneriyi yerinde bulmamıştı.
Gerekçesi de şuydu: “Şimdi 1981'i Atatürk Yılı ilan edersek, başka ülkelerde kendilerinin sahip oldukları büyük adamlar için, yıl dü- zenlenmesini isteyebilirler. Bunun altından kalkamayız.”
Yalnız UNESCO şunu yapmıştı: Tüm ülkelerin Milli Komitelerine yazı yazıp, Atatürk'ün 100. doğum yıldönümünü anımsatıp, isterlerse kendi çaplarında anma törenleri düzenlemeleri için telkinde bulunmuştu.
Hiçbir pozitif belgeye dayanmayan ve tamamen bir "Dedikodu" ürünü olduğu anlaşılan bu yazıyı neresinden düzeltelim?
İmzasız yazının yazarına, 1979 yılı sonunda aynı gazetede çıkan bir makalemizi bulup, UNESCO Genel Konferansının mevcut olmadığını iddia ettiği Atatürkle ilgili kararını oradan okumasını mı istiyelim?.. Yoksa gerçeği öğrenmek istiyorsa, UNESCO'nun hem Genel Konferansının, hem de Yürütme Kurulunun kararlarının İngilizce ve Türkçe metinlerini bastırıp, binlercesini dağıtan Mustafa Kemal Derneğinden bir adet edinmesini mi dileyelim?.
Bu kararların tetkikinden ve ifadesinden anlaşılacağı üzere, UNESCO Genel Konferansı, Uluslararası anlayış, işbirliği ve barış yolunda çalışmış üstün kişilerin gelecek kuşaklar için örnek olacakları inancı ile, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün doğumunun 100. yıldönümünün 1981 yılında kutlanacağını hatırlatarak, Mustafa Kemal'i UNESCO'nun ilgilendiği tüm alanlarda olağanüstü bir devrimci olduğunu ilan etmekte ve bütün belirgin hizmet ve niteliklerini anarak, Atatürk'ün kişiliğini ve eserinin çeşitli yönlerini ortaya çıkarmak amacı ile, UNESCO'nun düşünsel ve teknik planda işbirliği yapmasına ve ayrıca Paris'te Atatürk'ün 100. Doğum Yıldönümü Uluslararası Simpozyumu düzenlemeye karar vermekte ve ayrıca bu kararların icrası için, 1981-1983 yılları UNESCO'nun Program ve Bütçe Taslağına uygun göreceği her türlü hususu koyması için, Genel Direktörden istemde bulunmaktadır.
UNESCO Genel Konferansı kararı ile sömürgecilik ve emperyalizme karşı en önce açılan savaşlardan birinin ilk lideri olan Atatürk'ün tüm yaşamı boyunca, insanlar arasında hiçbir renk, din veya ırk ayırımı gözetmeden bir uyum ve işbirliği çağının doğacağına olan inancını hatırlayarak eylemleri her zaman barış, uluslararası anlayış ve insan haklarına saygı yönünde gerçekleşen Türkiye Cumhuriyeti Kurucusu Atatürk'ün kişiliğini ve eserinin çeşitli yönlerini ortaya cıkarmayı uygun bulduğunu vurgulamakta, diğer taraftan UNESCO Yürütme Kurulu ise, 1981 Yılında UNESCO Genel Merkezinde toplanacak Simpozyumdan çıkacak sonuçların üye ülkelerin modernleşmesi ve gelişmesi konusunda yapılacak çeşitli çalışmalarda katkıda bulunacağına inandığını ifade etmektedir.
İşte bütün bu beyanlar ve iki ayrı karar, UNESCO'nun Atatürk' ün 100. Doğum Yıldönümü karşısındaki tavrını ortaya koymuyor mu?. UNESCO Genel Konferansı tavsiye niteliğinde karar alan bir Danışma Organıdır. Buna rağmen UNESCO Atatürk'ün tüm ülkelerin geleceğin kuşaklarına örnek teşkil etmesi gerektiğine inandığı niteliklerini vurgulamış, teknik ve fikrî işbirliğini önererek, ayrıca merkezi Paris'te bir 100. Yıldönümü Simpozyumunun toplanmasına ve burada varılacak sonuçların modernleşme yolundaki ülkelere ışık tutacağına dair karar ve inancını bütün dünyaya ilân etmiştir.
Atatürk'ün 100. Doğum Yıldönümünün kutlanması önerisine bunun diğer ülkelerde de emsal oluşturacağı gerekçesi ile karşı çıkan bir delegeye bir başka delege “Atatürk herhangi bir Devlet Kurucusu ve herhangi bir büyük devlet adamı değildir. Atatürk Atatürk'tür” mealinde cevap vermiş ve yukarıdaki karar UNESCO Genel Konferansının 150'yi aşan üyesinin oy birliği ile alınmıştır. Hâl böyle iken, yukarıdaki haberlere benzeyen beyanların nereden ve nasıl kaynaklandığını cidden merak ediyor ve bu durum karşısında UNESCO kararlarının çıktığı zaman, dile getirdiğimiz bir dileği, bugünkü Atatürkçü yönetimin Atatürkçü Milli Eğitim Bakanına bir kere daha tekrarlıyoruz. Bu dileğimiz şudur:
UNESCO'nun Atatürk'ün kişiliğini ve eserlerini en belirgin şekilde vurgulayan bu kararları tüm devlet daireleri ve okul dersanelerine asılmalı ve çocuklarımızın tetkiklerine her zaman açık tutulmalıdır. Mustafa Kemal Atatürk'ün kişilik ve eserlerinin niteliklerini bu kadar veciz bir şekilde vurgulayan bu kararların daha şimdiden bilinmemesinden ve yeterince duyulmamış olmasından üzüntü duy- mamak mümkün değildir.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları arasında yeni çıkan “Atatürk'ün 100. Doğum Yıldönümünde Kemalist Devrim ve İdeolojisi” adlı ve rahmetli dostum Atatürkçü şair Behçet Kemal Çağlar'a ithaf ettiğim kitabımda da belirttiğim gibi, yıllar önce Mustafa Kemal Derneği yerinde bir hareketle, Büyük Atatürk'ün çağdaş dünyanın geleneklerine uygun olarak doğumunda da anmanın lüzumu kararına varmış ve kendi bulgularına göre tesbit ettiği "13 Mart" gününü Ata'nın doğum günü olarak kabul ederek onu her yıl kutlaya gelmiştir. Bizzat Büyük Atatürk'ün de doğum gününü bilmediği gözönünde tutulursa, “13 Mart’ın gerçekten Atatürk'ün doğum günü olup olmadığı tartışılabilir. Ne var ki Atatürk'ün doğumu dünya ve özellikle milletimizin tarihi yönünden çok büyük ve anlamlı bir olay olduğuna göre bu olayı kutlamanın isabetli ve gerekirse “sembolik" bir tarihin tesbiti lüzumu ortadadır.
Vatan kurtarıcısı ve Cumhuriyet kurucusu Büyük Atatürk 1881 yılında doğduğuna göre Atatürk'ün 100, Doğum Yıldönümü 1981 de yani sadece bir yıl sonra kutlanacak demektir. Atatürk sadece bir vatan kurtarıcısı ve devlet kurucusu değil, çağımızda milletlerin girişecekleri bağımsızlık ve az gelişmişlikten kurtuluş mücadelesini çok önceden planlayan ve gören bir devlet adamı olduğuna ve azgeliş- mişlikten kurtuluş metodunu ortaya koyduğuna göre 1981 yılının UNESCO aracılığı ile dünyada “Atatürk Yılı" olarak ilan edilmesi çok yerinde ve hatta “dogal’dır.
Ayrıca Mustafa Kemal'in fikir ve eylemlerine atfedilen “Kemalizm İdeolojisi" Faşizm ve Komünizmden farklı olarak doğmatik ve fanatik bir inanç ve ideoloji değil, fakat hakikat tekelini reddeden tartışme ve tenkide açık olan "pragmatik" ve "Demokratik bir dünya görüşüdür. Atatürk gibi emsalsiz bir lider yetiştirmiş bir milletin çocuklarının yabancı ve çoğu şimdiden "çağ dışı” olmuş bir takım liderlerin fikirlerinin peşine gitmesi bir "skandal" olur.
23 Eylül 1980'de 2302 sayılı kanun olarak kanunlaşmış bulunan Tasarının 26 Eylül 1983 tarihli Resmî Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdiğini görüyoruz. “Atatürk'ün Doğumunun 100. yılının Kutlanması ve Atatürk Kültür Merkezi Kurulması” hakkındaki 2302 sayılı kanunun amacı; Cumhuriyetimizin Kurucusu Atatürk'ün Doğumunun 190. yılı do- layisiyle Türk Devriminin, Türk ve insanlık tarihi içindeki yerini ve önemini, büyüklüğünü, bütünleştiriciliğini, milliyetçiliğini, laiklik ve eğitim anlayışını, Atatürk'ün Milli Bağımsızlık Hareketlerindeki öncülüğünü, dünya görüşünü, insanlık anlayış ve barışçılığını, devlet adamları niteliklerini belirtmek, yaymak ve yaşatmaktır.
Bu amacı gerçekleştirmek için: A-Atatürk'ün Doğumunun 100. yılı olan 1981, “Atatürk Yılı" olarak kutlanacak; bu maksatla yurt içinde ve dışında, çeşitli toplantılar, yarışmalar, törenler düzenlenip, düzenlenmesi teşvik edilecek ve desteklenecektir. B-Atatürkçü anlayışı ve davranışı her türlü yayın, yayım, kültür, sanat, eğitim araçları ile ve çalışmaları ile tanıtmak, benimsetmek için yardımcı olunacak C–Atatürkçü anlayıştan ve davranıştan hareketle, Milli Birlik, beraberlik ve bütünlük duygusunu, düşüncesini ve şuurunu geliştirici, birleştirici, toplayıcı ve kaynaştırıcı Türk Milliyetçiliğini güçlendirecek çalışmalar yapılacak, D-Atatürk'le ilgili her türlü yayın, yayım, inceleme, araştırma ve çalışma yapan resmî ve özel kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyon ve işbirliği sağlanacak. E-Atatürk’ün anısına armağan olmak üzere ve Cumhuriyetin sembolü olarak, 1981 yılında Ankara'da temeli atılacak olan Atatürk Kültür Merkezi kurulacaktır.
Kanunun 4. maddesi bu kanunda öngörülen amaca ulaşmak için, hedefleri tespit etmek ve kanunun 5. maddesinde yer alan kutlama Koordinasyon Kurulunun hazırlayacağı plan ve program tasarılarıni onaylamak ve çalışmalarının genel gözetimini yapmak üzere, Devlet Başkanı nezdinde bir Milli Komite kurmuş, Devlet Başkanı toplantıya katılmadığı takdirde Başbakanın Milli Komite Başkanlığı görevini yürüteceğini belirtmiştir. Milli Komite: Başbakan, Genelkurmay Başkanı veya Genelkurmay İkinci Başkanı, Milli Savunma Bakanı, Milli Eğitim Bakanı, Kültür Bakanı, Türk Tarih Kurumu Başkanı ile Başbakanın teklif edeceği ve Devlet Başkanının onaylayacağı en fazla 8 uzman veya Danışman üyeden oluşmaktadır.
2302 sayılı Kanun Milli Komitenin onayladığı plan ve programları uygulamak, uygulamayı denetlemek, çalışmalarda koordinasyon ve işbirligi sağlamak üzere merkezde Başbakanın veya uygun göreceği bir bakanın başkanlığında bir “Kutlama Koordinasyon Kurulu" kurmakta ve bu kurulan Devlet Planlama Teşkilâtı, Milli Savunma, İçişleri Bakanlıkları Müsteşarları ile Dışişleri Genel Sekreteri ve Maliye, Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıkları Müsteşarlarından oluşacağını, ayrıca Kutlama Koordinasyon Kuruluna bağlı olarak kutlama faaliyetlerinin konularına göre çeşitli çalışma komisyonları kurulabileceğini ifade etmektedir.
Kanunun 6. maddesine göre; illerde valilerin, ilçelerde kaymakamların ve yabancı ülkelerdeki temsilcilerin başkanlıklarında Kutlama Komiteleri kurulacak, bunların kuruluş ve çalışma usulleri kutlama Koordinasyon Kurulunca çıkarılacak bir yönetmelikle düzenlenecektir.
Kanunun 7. maddesi kamu kuruluşlarının katkısını düzenlemekte, genel ve katma bütçeli idarelerle, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu kurumlarının ülke düzeyinde kutlama faaliyetleri için Kutlama Koordinasyon Kurulunun, Belediyelerin ise, Kutlama Komitelerinin iznini alarak, kutlama törenlerini düzenleyebileceklerini, yayım yapabileceklerini ve Atatürk adına anıt niteliğinde eser inşa edebileceklerini ifade etmektedir.
Yine kanuna göre, kanunun amacını gerçekleştirmek için kanunun 2. maddesinde yazılı görev giderlerini karşılamak üzere Kutlama Koordinasyon Kurulu emrinde bir fon oluşturulacak, Atatürk Kültür Merkezinin etüd ve proje giderlerini de karşılayacak olan bu fonun kaynakları Genel Bütçeye konacak ödenekler ve gerçek kişiler ile özel hukuk ve kamu hukuku tüzel kişilerince yapılacak her türlü bağışlar ve diğer gelirlerden oluşturulacak, fona yapılacak bağış ve yardımlar, Gelir ve Kurumlar Vergisi uygulamasında gider kabul edilecek, fon en geç 1982 Mali Yılı sonuna kadar tasfiye olunacak ve fon bakiyesi Atatürk Kültür Merkezi yapımında kullanılmak üzere, genel bütçeye ödenek kaydolunacaktır.
Görülüyor ki kanun, İktisadi Devlet Kuruluşları dışındaki tüm bankaları, özel kuruluş ve dernekleri, “Atatürk Yılı'nı kendi takdir ve imkanlarına göre, en iyi şekilde kutlamak için serbest bırakmakta, kamu kuruluşlarının kutlama programlarını uygulamaları için Kutlama Koordinasyon Kurulunun iznini almalarını ve her türlü harcamaları kendi bütçelerinden karışılamalarını öngörmekte ve ayrıca Kutlama Koordinasyon Kurulunun ve ilerde kutlama komitelerinin kararlarının yerine getirilmesi için, gerekli personel ile araç ve gereçleri belirlenecek görevlere tahsis etmelerini istemektedir.
Dileğimiz; kanunun yukarıda özetlediğimiz hedef ve amaca varılmasıdır.
III UNESCO Genel Konferansı ile Yönetim Kurulunun, Atatürk'ün 100 Doğum Yıldönümü ile ilgili olarak verdiği 27 Kasım 1978 ve 17 Ekim 1979 tarihli kararların çıkmasından ve duyurulmasından bu kadar süre geçtikten sonra ve Atatürk'ün 100. yıldönümü kutlama programı, Sayın Devlet Başkanı Evren tarafından 5 Ocak 1981'de resmen açılmış olduğu halde, bazı kişi ve çevrelerin UNESCO'nun 1981 Yılını Atatürk Yılı olarak kabul ettiği haberlerinin doğru olmadığı görüşünü, hem sözle hemde yayın ile yaymaya çabaladıklarını görüyoruz.
Ciddi ve öteden beri Atatürkçü bir çizgi izleyen bir gazetemizin 30 Kasım 1980 tarihli sayısında çıkan “Atatürk Yılı" başlıklı şu yazıyı birlikte okuyalım:
“..Bir zamanlar gazetelerde haberler çıkmıştı. UNESCO 1981 yılını tüm dünyada Atatürk yılı olarak ilan etti” denilmişti. Hepimiz böyle biliyorduk. “Yetkililer de böyle biliyordu. Hem yetkililer, hemde bizler daha yakında bu haberlerin doğru olmadığını, gerçekle ilgisi olmadığını anladık.
Evet, UNESCO'ya 1981 Yılının Atatürk Yılı olması için bir öneri götürülmüştü. Evet bu öneri, UNESCO'nun yetkili kurulunda görüşülmüştü. Ama pratik nedenlerle, bu öneriyi yerinde bulmamıştı.
Gerekçesi de şuydu: “Şimdi 1981'i Atatürk Yılı ilan edersek, başka ülkelerde kendilerinin sahip oldukları büyük adamlar için, yıl dü- zenlenmesini isteyebilirler. Bunun altından kalkamayız.”
Yalnız UNESCO şunu yapmıştı: Tüm ülkelerin Milli Komitelerine yazı yazıp, Atatürk'ün 100. doğum yıldönümünü anımsatıp, isterlerse kendi çaplarında anma törenleri düzenlemeleri için telkinde bulunmuştu.
Hiçbir pozitif belgeye dayanmayan ve tamamen bir "Dedikodu" ürünü olduğu anlaşılan bu yazıyı neresinden düzeltelim?
İmzasız yazının yazarına, 1979 yılı sonunda aynı gazetede çıkan bir makalemizi bulup, UNESCO Genel Konferansının mevcut olmadığını iddia ettiği Atatürkle ilgili kararını oradan okumasını mı istiyelim?.. Yoksa gerçeği öğrenmek istiyorsa, UNESCO'nun hem Genel Konferansının, hem de Yürütme Kurulunun kararlarının İngilizce ve Türkçe metinlerini bastırıp, binlercesini dağıtan Mustafa Kemal Derneğinden bir adet edinmesini mi dileyelim?.
Bu kararların tetkikinden ve ifadesinden anlaşılacağı üzere, UNESCO Genel Konferansı, Uluslararası anlayış, işbirliği ve barış yolunda çalışmış üstün kişilerin gelecek kuşaklar için örnek olacakları inancı ile, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün doğumunun 100. yıldönümünün 1981 yılında kutlanacağını hatırlatarak, Mustafa Kemal'i UNESCO'nun ilgilendiği tüm alanlarda olağanüstü bir devrimci olduğunu ilan etmekte ve bütün belirgin hizmet ve niteliklerini anarak, Atatürk'ün kişiliğini ve eserinin çeşitli yönlerini ortaya çıkarmak amacı ile, UNESCO'nun düşünsel ve teknik planda işbirliği yapmasına ve ayrıca Paris'te Atatürk'ün 100. Doğum Yıldönümü Uluslararası Simpozyumu düzenlemeye karar vermekte ve ayrıca bu kararların icrası için, 1981-1983 yılları UNESCO'nun Program ve Bütçe Taslağına uygun göreceği her türlü hususu koyması için, Genel Direktörden istemde bulunmaktadır.
UNESCO Genel Konferansı kararı ile sömürgecilik ve emperyalizme karşı en önce açılan savaşlardan birinin ilk lideri olan Atatürk'ün tüm yaşamı boyunca, insanlar arasında hiçbir renk, din veya ırk ayırımı gözetmeden bir uyum ve işbirliği çağının doğacağına olan inancını hatırlayarak eylemleri her zaman barış, uluslararası anlayış ve insan haklarına saygı yönünde gerçekleşen Türkiye Cumhuriyeti Kurucusu Atatürk'ün kişiliğini ve eserinin çeşitli yönlerini ortaya cıkarmayı uygun bulduğunu vurgulamakta, diğer taraftan UNESCO Yürütme Kurulu ise, 1981 Yılında UNESCO Genel Merkezinde toplanacak Simpozyumdan çıkacak sonuçların üye ülkelerin modernleşmesi ve gelişmesi konusunda yapılacak çeşitli çalışmalarda katkıda bulunacağına inandığını ifade etmektedir.
İşte bütün bu beyanlar ve iki ayrı karar, UNESCO'nun Atatürk' ün 100. Doğum Yıldönümü karşısındaki tavrını ortaya koymuyor mu?. UNESCO Genel Konferansı tavsiye niteliğinde karar alan bir Danışma Organıdır. Buna rağmen UNESCO Atatürk'ün tüm ülkelerin geleceğin kuşaklarına örnek teşkil etmesi gerektiğine inandığı niteliklerini vurgulamış, teknik ve fikrî işbirliğini önererek, ayrıca merkezi Paris'te bir 100. Yıldönümü Simpozyumunun toplanmasına ve burada varılacak sonuçların modernleşme yolundaki ülkelere ışık tutacağına dair karar ve inancını bütün dünyaya ilân etmiştir.
Atatürk'ün 100. Doğum Yıldönümünün kutlanması önerisine bunun diğer ülkelerde de emsal oluşturacağı gerekçesi ile karşı çıkan bir delegeye bir başka delege “Atatürk herhangi bir Devlet Kurucusu ve herhangi bir büyük devlet adamı değildir. Atatürk Atatürk'tür” mealinde cevap vermiş ve yukarıdaki karar UNESCO Genel Konferansının 150'yi aşan üyesinin oy birliği ile alınmıştır. Hâl böyle iken, yukarıdaki haberlere benzeyen beyanların nereden ve nasıl kaynaklandığını cidden merak ediyor ve bu durum karşısında UNESCO kararlarının çıktığı zaman, dile getirdiğimiz bir dileği, bugünkü Atatürkçü yönetimin Atatürkçü Milli Eğitim Bakanına bir kere daha tekrarlıyoruz. Bu dileğimiz şudur:
UNESCO'nun Atatürk'ün kişiliğini ve eserlerini en belirgin şekilde vurgulayan bu kararları tüm devlet daireleri ve okul dersanelerine asılmalı ve çocuklarımızın tetkiklerine her zaman açık tutulmalıdır. Mustafa Kemal Atatürk'ün kişilik ve eserlerinin niteliklerini bu kadar veciz bir şekilde vurgulayan bu kararların daha şimdiden bilinmemesinden ve yeterince duyulmamış olmasından üzüntü duy- mamak mümkün değildir.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları arasında yeni çıkan “Atatürk'ün 100. Doğum Yıldönümünde Kemalist Devrim ve İdeolojisi” adlı ve rahmetli dostum Atatürkçü şair Behçet Kemal Çağlar'a ithaf ettiğim kitabımda da belirttiğim gibi, yıllar önce Mustafa Kemal Derneği yerinde bir hareketle, Büyük Atatürk'ün çağdaş dünyanın geleneklerine uygun olarak doğumunda da anmanın lüzumu kararına varmış ve kendi bulgularına göre tesbit ettiği "13 Mart" gününü Ata'nın doğum günü olarak kabul ederek onu her yıl kutlaya gelmiştir. Bizzat Büyük Atatürk'ün de doğum gününü bilmediği gözönünde tutulursa, “13 Mart’ın gerçekten Atatürk'ün doğum günü olup olmadığı tartışılabilir. Ne var ki Atatürk'ün doğumu dünya ve özellikle milletimizin tarihi yönünden çok büyük ve anlamlı bir olay olduğuna göre bu olayı kutlamanın isabetli ve gerekirse “sembolik" bir tarihin tesbiti lüzumu ortadadır.
Vatan kurtarıcısı ve Cumhuriyet kurucusu Büyük Atatürk 1881 yılında doğduğuna göre Atatürk'ün 100, Doğum Yıldönümü 1981 de yani sadece bir yıl sonra kutlanacak demektir. Atatürk sadece bir vatan kurtarıcısı ve devlet kurucusu değil, çağımızda milletlerin girişecekleri bağımsızlık ve az gelişmişlikten kurtuluş mücadelesini çok önceden planlayan ve gören bir devlet adamı olduğuna ve azgeliş- mişlikten kurtuluş metodunu ortaya koyduğuna göre 1981 yılının UNESCO aracılığı ile dünyada “Atatürk Yılı" olarak ilan edilmesi çok yerinde ve hatta “dogal’dır.
Ayrıca Mustafa Kemal'in fikir ve eylemlerine atfedilen “Kemalizm İdeolojisi" Faşizm ve Komünizmden farklı olarak doğmatik ve fanatik bir inanç ve ideoloji değil, fakat hakikat tekelini reddeden tartışme ve tenkide açık olan "pragmatik" ve "Demokratik bir dünya görüşüdür. Atatürk gibi emsalsiz bir lider yetiştirmiş bir milletin çocuklarının yabancı ve çoğu şimdiden "çağ dışı” olmuş bir takım liderlerin fikirlerinin peşine gitmesi bir "skandal" olur.
Fakat toplumumuzun bu hazin duruma sürüklenmesinde dış
propaganda kadar, Kemalizmi Cumhuriyet kuşaklarına yeterince anlatamamamızın ve benimsetemememizin kabahat payı büyüktür. Kanaatimizce Atatürk'ün 100. doğum Yıldönümünü kutlama çalışmaları
her şeyden önce Kemalist İdeolojisinin kapsamını ve totaliter ve
doğmatik ideolojilere nazaran çağdaşlık ve üstünlüğünü ortaya koyma amacına yönelmelidir.
Mustafa Kemal'in 1881 yılında doğduğu kesindir. Fakat onun
doğum günü aynı kesinlikle bilinmez. 1881 yılında Mustafa Kemal'in
doğumunun 100. yıldönürnü kutlanırken bu büyük olay 1981'in esas
itibar ile hangi gününde kutlanacak, Atatürk'ü, hiç olmazsa doğumunun 100. Yıldönümünden itibaren, diğer dünya büyükleri gibi doğum gününde coşku ile anmak istediğimiz zaman hangi gün esas
alınacaktır?
Bugüne kadar Atatürk'ün doğum günü olarak ortaya atılan iki
ayrı tarih “19 Mayıs” ve “13 Mart’tır. 13 Mart tarihi de 19 Mayıs
gibi özel bir değer taşır: Mustafa Kemal 13 Mart'ta Harbiye Okuluna
girmiştir. Gerçekten Manastır Askeri idadisini 1898'de bitiren Mustafa
Kemal, İstanbul'da Harbiye Okuluna girmek üzere 1899’un Mart
ayının ilk yarısında Selanik'ten varupa biner. 13 Mart Pazartesi günü
Mustafa Kemal İstanbul'dadır. O gün Pangaltıda Harbiye Okuluna
giderek kaydını yaptırır. Genç harbiyelinin apolet numarası (1283)dür.
1881 yılının hangi gününde olduğunu matematiksel kesinlikle
tesbit edemediğimiz yeni doğan çocuğun kulağına Hafiz Ahmet efendi tarafından okunan isim o zaman duyulmamakla birlikte tarih bu
ismi memlekete ve dünyaya Çanakkale siperlerinden duyuracaktır.
Kısaca demek istiyoruz ki, Mustafa Kemal tarihteki ortaya çıkışını Harbiye'ye 13 Mart'ta kaydolmakla katıldığı askerlik mesleğine
ve bunun sonucu olan "kahraman" ve muzaffer komutanlığına borcludur.
Çanakkale'deki Türk Zaferini tahlil eden Lord Kinross'un da
belirttiği gibi, Mustafa Kemal Tabiye bilgisinin temellerini kavradığı
kadar askerlerinin ruhunu da anlamıştı. Böylece Mustafa Kemal ile
Mehmetçik biraraya gelerek Gelibolu Yarımadasını kurtarmışlardı.
İngiliz resmi tarihçesinin devimi ile : Tek bir tümen komutanının
üç ayrı seferde kazandığı başarıların sadece bir savaşın gidişi üzerinde değil, bütün bir seferin akibeti ve hatta bir milletin kaderi üzerinde bu derece derin bir etki bırakması tarihte eşi çok az görülmüş bir
olaydır
Ayni askeri deha kendini Milli Mücalede Anadoluda’da göstermiş
ve bu mücadelenin zaferle sonuçlanmasında bir kere daha Mustafa
Kemal'le Mehmetçik destanlar yaratmıştır.
30 Ağustos 1980 günü TV de saat 17.05 den itibaren gösterilen
bir programda 30 Ağustos ve Milli Mücadeleyi yorumlayan mahmur
edalı ve sesli bir “Doç. Dr.’in içinde yeraldığı TRT Yayın Progra-
mına da ters düşerek Milli Mücadelemize “Kurtuluş Savaşı" adını
vermenin çok iddiali olduğu, "Direniş Savaşı" denmesi gerektiği görüşünü savunduğunu hayretle izledik.
Sayın yorumcuya göre “Kurtuluş Savaşı" deyimi zaten İkinci
Dünya Savaşından sonra bağımsızlıklarına kavuşmak için savaş veren sömürge halklarının mücadelesine verilen isimmiş...
Oysa Milli Mücadelenin anlam ve önemini kavramamış ve herşeyden önce bu kutsal savaşın heyecanını duymamış görünen bu
yorumcunun bu görüşü gerçeklere tamamen aykırı idi.
Türk İstiklal Savaşı bir taraftan Anadolunun ve Trakyanın düşman işgalinden kurtarılması, diğer taraftan ülkenin Osmanlı İmpara-
torluğunu müesseselerinden ve hatta geleneklerinden kurtarılmas:
amacı yönünden tek değil, adeta çifte bir “Kurtuluş Savaşı"dır.
Mustafa Kemal Liderliğinde Türk Ulusu Milli Mücadelede sö-
mürgecilik ve Atatürk'le ilgili olarak verdiği “27 Kasım 1978 tarihli
kararında vurgulanmış ve Atatürk'ün başlıca niteliklerinden birinin
"özellikle Sömürgecilik ve Emperyalizme karşı en önce acilen savaşlardan birinin ilk lideri" bulunmak olduğu belirtilmiştir.
30 Ağustos 1922 de zafer ile sonuçlanan Milli Mücadele dolayı-
siyle Mustafa Kemal 4 Ekim 1922 deki tarihi konuşmasında
Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Savaşını anlattıktan sonra şunları
söylüyor: "...Üç yıldan beridir yolunda çalıştığımız yüce ve kutsal
amaç tüm ulusun genel ve ortak çabalı yardımları ile Tanrı'yı şükür
gerçekleşiyor.. Bizi istediklerimizdan alıkoyacak ortada hiç bir engel
kalmamıştır. Ayrıntılı olarak anlattığım gibi, düşman ordusu tümü
ile yok edilmiştir. Yunan, ordusunun en son erinden dahi Anadolumuz temizlenmiştir. Kahraman Ordumuzun süngülerinden canlarını
kurtaranlar sonsuza dek küçük düşecek bir çabuklukla ancak kaçmışlardır. Bu kaçaklar, asker değil, fakat haydutlar, kıyıcılardır. Biraz
önce de söylediğim gibi her geçtikleri yerde savunmasız bir durumda bulunan kadınlarımızı, çocuklarımızı, yaşlılarımızı kesmişler ve
yakmışlardır. Bir çok bayındırlı yerlerimizi ateşlere vermişler ve yıkıntıya çevirmişlerdir. Bu kıyımın ve vahşetin etkisini tüm dünya
insanlığı ve uygarlığı umarım ki duyacaktır.
...Düşmanın elleri ile yıkılmış ve ulusumuz tarafından her köşesini kurtarmak için seve seve can verilmiş ve çocuklarımızın kanları ile sulanmış olan yurdumuzun çevresinde artık barışın tatlı güneşi gecikmeyecektir.
Arkadaşlar ulusumuz tek bir insan gibi, gösterdiği sarsılmaz birlik ve çaba ile bu başarıyı kazanmıştır.
Ulusumuzun barış işlerinde de barıştan sonraki işlerde de eşit
yardım ve çaba ve birlik göstererek bu zaferi tamamlayacağına kuşkum yoktur. Bu zafer bize, bir olanak veriyor. Biz bu olanağı ülkemizin ulusumuzun aydın mutlu ve müreffeh geleceği için kullanacağız.
”
Bizzat Atatürk'ün bir Bağımsızlık Savaşı olan Milli Mücadeleyi
“Kurtuluş Savaşı” anlamına aldığını gösteren bir çok beyanları vardır. 1919’da “ulusun bağımsızlığı tehlikeye girdiği zaman ulus ordularını kendi toplar ve yalnız bir hareket tarzı kabul eder, o da kurtuluş uğrunda sonuna kadar kanını dökmektir. "1922’de de Atatürk
“Kurtuluş için, bağımsızlık için önce ve sonra düşman ile, bütün varlığımızla vuruşarak,onu yenmekten başka karar ve çare yoktur ve
olamaz" demiştir.
Temennimiz “Atatürk'ün 100. Doğum yılını idrak ettiğimiz bu
günlerde TRT'nin Milli Mücadele ve Atatürk ile ilgili konuların
işlenmesinde ve yorumcularını seçilmesinde personeline gerekli uyarıları yapması ve direktifleri vermesidir.
Sınırlarımızda Irak-İran Savaşı patlak verdiği zaman bu savaşın
nasıl seyredip nasıl biteceğini tahmin etmeğe çalışan ve bu konuda
ne düşündüğümü soran bir dostuma, doğrudan doğruya cevap vermek yerine, Büyük Komutan ve Büyük Devlet adamı Atatürk'ün askerî görüşlerinden bahsetmeyi daha uygun buldum.
Gerçekten Atatürk'ün gerek Büyük Nutkunda, gerekse çeşitli
zaman ve yerlerde yaptığı konuşmalarda ve verdiği demeçlerde, askerî görüş ve ilkelerini açıkladığını biliyoruz. Büyük Komutan harbi
ve savaşmayı zaruri ve hayatî olmadıkça uygun kabul etmemiştir. O
ancak öldürmek isteyenlere karşı ölmemek, özgürlük ve bağımsızlığını korumak için harbi kaçınılmaz kabul ederdi.
Daha 1919’da “Ulusun bağımsızlığı tehlikeye girdiği zaman, ulus
ordularını kendi toplar ve yalnız bir hareket tarzı kabul eder. O da
kurtulus uğrunda sonuna kadar kanını dökmek"tir demistir. "Kurtuluş için, bağımsızlık için düşmala bütün varlığımızla vuruşarak onu
yenmekten başka karar ve çare yoktur” diyen Atatürk savaş sebebi
konusunda da şunları söylemiştir: "Şu veya bu sebepler için ulusu
harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zarurî ve hayati olmalıdır.
Gerçek kanaatim şudur: Ulusumuzu harbe götürünce vicdanımda
azap duymamalıyım.” “öldüreceğiz" diyenlere karşı "ölmeyeceğiz"
diye harbe girebiliriz. Fakat ulusun hayatı tehlikeye girmeyince harp
bir cinayettir”.
Atatürk 30 Ağustos 1924’de Büyük Zaferin Üçüncü Yıldönümünde Dumlupınar'da yaptığı konuşmada savaşı şöyle tanımlamıştır:
"Harp, muharebe, hele meydan muharebesi yalnız karşı karşıya
gelen iki ordunun çarpışması değildir, ulusların çarpışmasıdır. Ulusların bütün varlıkları ile bilim ve teknik alandaki seviyeleri ile, başarıları ile, ahlakları ile, kültürleri ile, faziletleri ile kısacası göz ile
görülür bütün güçleri ve varlıkları ile, her türlü araçları ve olanakları ile çarpıştığı bir sınav alanıdır. Bu alanda çarpışan ulusların gerçek giüçleri ve değerleri ölçülecek demektir. Sonuç yalnız göze görünür güçlerin değil, bütün güçlerin özellikle ahlaktan ve kültürden
gelen güçlerin üstünlüğünü ortaya koyar. Bu nedenledir ki meydan
muharebesinde yenilen taraf ulusça ve ülkece bütün güçlerince ve
varlıklarınca yenilmiş, alt edilmiş sayılır. Böyle bir sonucun ne korkunç olabileceğini kestirebilirsiniz. Dağılıp çökme yalnız savaş içindeki orduda kalmaz. Asıl o orduyu çıkaran ulus bu korkunç sonuca
uğramış olur. Tarih başlarındaki Haçlılarla hırsını yenemeyen politikacılar elinde bir takım boş ve yersiz isteklere oyuncak olmuş istilacı ulusların, istilacı orduların uğradığı bu tür korkunç sonuçlarla
dopdoludur.”
İkinci Dünya Savaşında dünya askerî literatüründe ortaya çıkıp
işlenen “topyekün savaş” kavramını Atatürk'ün çok daha önceleri
Ekim 1927 de okuduğu “Büyük Nutuk’ta şu şekilde tanımladığını
görüyoruz.
"Bilirsiniz ki harp ve muharebe demek iki ulusun yalnız iki ordusunun değil, iki ulusun bütün mevcutları ile ve bütün maddi ve
manevi güçleri ile karşı karşıya gelmesi ve birbirleri ile vuruşması
demektir. Bu nedenle bütün Türk Ulusunu cephede bulunan ordu
kadar fikren, hissen ve fiilen ilgilendirmeliydim. Ulus fertleri, yalnız,
düşman karşısında bulunanlar değil, köyde, evinde, tarlasında bulunan herkes silahla vuruşan muharip gibi, kendini görevli duyarak bütün varlıklarını mücadeleye verecekti, Bütün maddi ve manevi varlığını vatan savunmasına vermekte yavaş davranan ve görmezlikten
gelen uluslar harp ve muharebeyi ciddiye almış ve başarabileceklerine inanmış sayılmazlar."
Atatürk 17 Şubat 1923 de İzmir İktisat Kongresini açarken ise
şöyle demiştir: “Ulus tüfeksiz, topsuz, araçsız, parasız işe başlayıp
dünyanın en güçlü ordularından birini kurabilmiş ve bu ordu daha
kuruluş halindeyken Birinci İnönü, İkinci İnönü ve Sakarya Muharebelerini ve sonunda... Kutsal yurdumuzu çiğneyen düşman ordularını
son erine kadar yok etmiştir.”
Doğu ve Güney komşularımız olan iki dost ve kardeş ülke İran
ve Irak’ın birbirlerini sadece askeri yönden değil ekonomik bakımdan da tahribe yönelik savaş ile ilgili haberleri okuyup resimleri görenlerin, büyük Komutan Mustafa Kemal Atatürk'ün barışseverliğini ve zaruri olmayan savaşları cinayet olarak niteleyen görüşünü
hatırlamamalarına imkân yoktur.
Mustafa Kemal'e göre ancak bir ulusun özgürlük ve bağımsızlığı
tehlikeye düştüğü zaman silaha başvurulabilir. Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin Birinci kuruluş yıldönümü ile ilgili olarak 22 Nisan 1921 tarihli “Hakimiyeti Milliye" Gazetesinde çıkan bir mülakatında gazetecinin “Paşa Hazretleri, Türk ulusu'nun bütün dünyaya gösterdiği bu temiz ve soylu direnme düşüncesi yüksek kişiliğinizde önce
nasıl doğdu?" sorusuna Mustafa Kemal'in verdiği cevap şudur: "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben ulusumun ve büyük
atalarımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir
adamım. Çocukluğumdan bu güne kadar aile, özel ve resmi yaşamımin her dönemini yakından tanıyanlarca bu aşkım bilinmektedir.
Bence bir ulusta onurun saygınlığın, namusun ve insanlığın varlığı
ve kalıcı olabilmesi, kesinlikle o ulusun bağımsız ve özgürlüğüne sahip olması ile ayakta durur... Ben yaşayabilmek için kesinlikle bağımsızlık bence bir yaşam sorunudur. Ulus ve ülkenin çıkarları gerektirdiği zaman insanlığı oluşturan uluslardan herbiri ile, uygarlık gereği
olan dostluk ve politik ilişkilerini büyük bir duyarlılıkla değerlendiririm. Ancak benim ulusumu esir etmek isteyen herhangi bir ulusun da, bu isteğinden vazgeçinceye kadar uzlaşmaz düşmanıyım”.
5 Ağustos 1921’de kendisine Başkomutanlık verilmesini öngören
kanun ile ilgili olarak Mustafa Kemal şunları söylüyor: “Efendiler
yoksul ulusumuzu tutsak etmek isteyen düşmanları, Tanrının yardımı
ile kesin olarak yenilgiye uğratacağımıza dair güven ve inancım bir
dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu inancım yüksek heyetinize karşı, tüm ulusa karşı ve tüm dünyaya karşı açıklarım”.
Sakarya Meydan Savaşı'nın kazanılması üzerine de, 19 Eylül
1921'de Başkomutan Mustafa Kemal TBMM'de şunları söylüyor:
"Haklarımızı sağlayıncaya kadar silahımızı elden bırakamayiz. Ancak bundan bizim aşırı savaş yanlısı olduğumuz sanılmasın. Böyle
bir anlayış kadar büyük haksızlık olamaz. Biz tam tersine herkesle
barış yapmak istiyoruz. Barış yolu ile haklarımızı almak için her
yola baş vurduk...Biz döğüşçü değiliz, barışçıyız. Bir an önce barışın kurulmasını görmek ve ona yardım etmek isteriz...Yüce Heyetinizin başkanı olarak bildirmeliyim ki, biz savaş değil, barış istiyoruz. Barış yapmaya hazırız...Eğer Yunan ordusunun bizi haklı olan
davamızdan vazgeçireceği düşünülüyorsa imkansızdır."
Yine Atatürk 18 Nisan 1922'de TBMM'de şöyle diyor: "Arkadaşlar yüce meclisinizin, bilinen güçlükler içinde yaratmayı başardığı
ordular, gerçekte Viyana Surlarına dayanan eski Osmanlı Ordularından biri değildir. Ancak kendisinde bulunan yüksek insancıl ülkü
bakımından, onlardan daha üstün nitelikte ve değerde bir çelik parçasıdır. TBMM hükümetinin ordusu topraklar ele geçirmek, ya da
devletler yıkmak, devlet kurmak için şunun bunun elinde ihtiras aracı olmaktan arınmıştır”
30 Ağustos 1922'de Büyük Zafer'in kazanılması üzerine Mustafa Kemal İngiliz gazetesi “Daily Mail’in İzmir’deki muhabirine 26
Eylül 1922’de şu demeci verir: “Artık muharebenin sürdürülmesine
neden kalmamıştır. Ben gerçek biçimde barış isterim. Son taarruzu
yapmaya isteğim yoktu. Fakat Yunanlıları Anadolu’dan kovmak için
başka çıkar yol bulamadım...Zaferde gösterdiğimiz ölçülülük, Yunanlıların yıkıcılıkları ile çelişmektedir. İngiliz Ulusu’nun artık Türkiye ile ticaret ve dostluk ilişkilerine gireceğine güveniyorum."
4 Ekim 1922’de Mustafa Kemal Meclis Kürsüsü’nden şunları söylüyor: “...Geçen yıl Ağustosun beşinci günü, bu kürsüden, beni Başkomutan atamış olduğunuz zaman teşekkürlerimi sunarken demiştim
ki "Ülkemizi çiğnemek üzere ülkemize giren Yunan ordusu’nu kutsal
Ocağımızda boğacağız" bu sözümde yanılmamış olduğumu olaylar
kanıtladı sanırım. Gerçekten Yunan ordusu kutsal toprağımızda tümü
ile boğulmuştur...Arkadaşlar ulusumuz tek bir adam gibi gösterdiği sarsılmaz birlik ve çaba ile bu başarıyı kazanmıştır. Ulusumuz bariş işlerinde de, barıştan sonraki işlerde de, eşit yardım ve çaba ve
birliği göstererek, bu zaferi tamamlayacağına kuşkum yoktur. Bu
zafer bize bir imkân veriyor biz bu imkânı ülkemizin, ulusumuzun
aydın, mutlu ve müreffeh geleceği için kullanacağız."
CHP'nin 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında toplanan İkinci Büyük Kongresi'nde verdiği Büyük nutukta Mustafa Kemal şöyle diyor:
“İslâmcılık, Turancılık, Politikasının başarılı olduğuna ve dünyada
uygulama alanı bulabildiğine tarihte rastlanmamaktadır... Dünyanın
bugünkü genel koşulları ve çağların beyinlerde ve karakterlerde biriktirdiği gerçekler karşısında hayal kurmak kadar büyük hata olmaz.
Tarihin sözü budur, bilimin, aklın, mantığın sözleri böyledir... Ulusa anlattım ki bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak
ödevi ile yükümlü olarak tasarlanan bir Halifenin görevini yapabil-
mesi için Türk Devleti ve onun bir avuç insanı, Halifenin buyruğuna bağlı tutulamaz...Ulusumuz yüzlerce yıl bu boş görüşten hareket ettirildi. Ancak ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen Çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu evlatlarının sayısını biliyor musunuz? dedim. Yeni Türkiye’nin ve Yeni Türk halkının artık kendi yaşam ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi
yoktur.
Nihayet Mustafa Kemal 1 Kasım 1930'da TBMM'yi açarken şunları söylüyor: Dış Pilitikamızda barış ve ilişkiler amacı içtenlikle izlenmektedir. Umarım ki uluslararası ilişkilerde, dostluklara gerçekten bağlı olan ve hiç bir ulusun karşısında bulunmayan açık ve sağlıklı tutumumuz gittikçe daha iyi anlaşılmaktadır.
Atatürk biyografisi "Tek Adam’ın başarılı yazarı merhum Şevket Süreyya Aydemir'in de söylediği gibi, Mustafa Kemal'in zuhurunda Çanakkale Savaşları, kadar tayin edici bir merhaledir. Mustafa
Kemalin zuhuru Çanakkale Muharebeleri ile başlar. "Tek Adam
kendi ham maddesini kendinde, asıl Çanakkale Muharebelerinde buldu. Bu ham madde; İrade, karar gücü, dayanma gücü, kararlarında
isabet, nefsine inanış ve gerektiği anda sorumluluktan kaçmamak vasıflarıdır. O, bunları orada denedi ve yoğurdu. Bu yoğuruş bu kadar
kanlı olsa da..
O zamanlar Sofya Ataşemiliteri olan Mustafa Kemal'in Dünya
Savaşına katılmamıza karşı olduğunu biliyoruz. Fakat kendisi gibi
düşünmeyenleri, günün birinde eleştirmek için olduğu yerde kalmak
onun yaradılışına uymuyordu. Orduda ısrarla görev istedi ve sonunda 3. Kolordu için Tekirdağ'ında kurulmasına çalışılan 19. Tümene
20 Ocak 1915'de Komutan atandı. Bu, Yarbay olan bir subay için
onur verici bir görevdi. Mustafa Kemal Çanakkale Destanını yaratan 19. Tümeni, göreve 2 Şubat 1915 te başlayarak Tekirdağ da hazırladı.
Ingiltere ve özellikle Deniz Bakanları Churchill, Ruslara Türk
Boğazlarından yardım sağlanması için Çanakkale'de bir cephe açılması girişiminde bulunmuş, fakat 18 Mart 1915 Deniz Savaşı, 360
tonluk Nusret Mayın gemisinin karanlık limana döşediği 26 Mayının,
kıyı topçumuzla gezgin bataryalarımızın korumaları ve savaşmaları
sonucunda, düşman donanmasından üç zırhlı batırılarak, üç zırhlı da savaş dışı çıkarılarak zaferimizle sonuçlanmış, o sıralarda Maydos
(Eceabat) bölgesi Komutanı olan Mustafa Kemal, bu zaferi sahilden
izleyerek, kara savaşı için azim ve inancını bilemiştir.
İngilizler 18 Mart yenilgisi üzerine, donanmalarını, karadan çıkarma ile destekleme kararını aldılar. 25 Nisan sabahı Müttefik Kuvvetleri Mustafa Kemal'in önceden tahmin etmiş olduğu yerden çıkarma yapmaya başladılar. 109 savaş, 308 Taşıma Gemisi ve özel
çıkarma taşıtı ile yapılan bu çıkarma karşısında ve kalabalık bir
düşmanın önünde çekilen bir küme Türk askeri ve Conk Bayırına
doğru yollanan at üstündeki Mustafa Kemal arasında şu “Tarihi konuşma” cereyan eder. "neden kaçıyorsunuz. Düşman geliyor ve
cephanemiz kalmadı. Düşmandan kaçılmaz, süngüleriniz var ya."
Askerlerin süngü takıp yere yatmalarını emreden Mustafa Kemal'in bu müdahalesi karşısında düşman da yere yatar. Anzakların
bu tereddüdünden faydalanan Mustafa Kemal 57. Alayı, kendisi atı
ile en önde olmak üzere, doğrucu savaşa sürüyor, verdiği bir günlük
emirde, “Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum” diyordu.
Düşmanı deniz kıyısına kadar süren ve fakat yorguluktan bitkin
halde bulunan “Mehmetcik'e Mustafa Kemal, “Karşımızdaki düşmanı hepimizin ölümü pahasına da olsa, denize dökmek zorundayız”
diyor, öleceklerini bilen ve fakat yine de yılmayan erler, ellerinde
Kuranlar ve dudaklarında Tanrı'nın adı olduğu halde saldırıyorlardı.
Mustafa Kemal Türk askerinin bu iman gücünü keşfetmişti.
İngiliz topları da Türklere karşılık veriyor Mustafa Kemal'in deyimi ile "Conk Bayırını cehenneme çeviren bir mermi yağmuruna
tutuyorlardı. “O ilk hücumun kahramanlarından pek azı kalmıştı.
Sırtlar ceset doluydu. Bir çoğu hâlâ hücum emri beklercesine tüfeklerine sımsıkı sarılmış olarak ölmüşlerdi. Komutanlardan biri Mustafa Kemal’e “Kuvvetleriniz nerede?." diye sorunca "işte bu yatan
ölüler cevabını almıştı. Mustafa Kemal korkusuzca ateş altında du-
rarak, emirler veriyordu. Bir ara bir şarapnel parçası göğsüne isabet
etti. Yaverlerden biri "Vuruldunuz" diye bağırınca Mustafa Kemal
yaverin ağzını kapayarak, "Yok öyle şey" diye cevap verdi. Şarapnel
parçası göğüs cebine çarparak cebin içindeki saati parçalamış ve göğsünde sadece büyükçe bir kan çukuru bırakmıştı.
Mustafa Kemal sonradan "Conk Bayırı ve “Anafartalar" çarpış-
malarını tarihin en çetin savaşları olarak niteledi. Biri Çanakkale'ye
neden büyük bir anıt dikilmediğini sorduğu zaman, “En büyük anit
Mehmetçiliğin kendisidir" diye cevap verdi. Bu yerlerin Türkiye sı-
nırları içinde kalması onun sayesindedir." dedi.
İngiliz Savaş Kabinesi, 7 Kasım 1915’de Çanakkale'yi boşaltma
kararı vermişti. Düşman Aralık 1915’te Anafartalar-Arıburnu. Ocak
1916'da da Settülbahir Bölgelerinden çekildi. Mustafa Kemal hem
dahiliğinin ışığını yakmış, hem de yurdunun ve ordusunun onurunu
kurtarmıştı. Gerçekten Mustafa Kemal Çanakkale savunmasının ruhuvdu. Ne var ki, "Harp Mecmuasının birinin kapağına konulacak
resmini bile Harbiye Nazırı Enver Paşa baskıdan geri aldırdı. Buna
rağmen, Mustafa Kemal'in başarısı memleketin her tarafına yayılmış,
şöhreti, bütün vatanı tutmuştu.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Mehmetcik anıtının başında şehitleri anmak için Çanakkale'ye giden Bakanlardan birine Atatürk, "Çanakkale'de yalnız bizim şehitlerimiz yok. Kahraman düşman savaşçılarını da saygı ile anacaksın" der ve bizzat kendisinin hazırladığı
nutuk metninde şunları yazar: "Bu memlekette kanlarını döken kahramanlar!... Burada bir dost memleketin toprağındasınız. Huzur içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız.
Uzak divarlardan evlatlarini harbe gönderen analar, gözyaşlarınızı
dindiriniz, evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Bu nutuk yabancı basında duyulur duyulmaz, aylarca özellikle
Avustralya ve Yeni Zelanda’dan sevgi ve minnet mektupları yağmışti.
Bilidiği gibi, Kemalizmin başlıca hedefi, yeni ve modern bir devlet ve toplum yaratmaktır. Bu hedefe ulaşmada kullanılan yöntemin
tümüne “Modernleşme” veya “Çağdaşlaşma” diyoruz. Böyle bir atıİımda ise, öğretmen ordusunun yer ve önemi kendiliğinden anlaşılır.
Nitekim Mustafa Kemal'in Büyük Zaferini kutlamak üzere İstanbuldan Bursa'ya giden öğretmenlere, daha 27 Ekim 1922 günü Bursa’daki Şark Tiyatrosunda yaptığı konuşmada özetle şunları söylediğini biliyoruz:
“İsterdim ki, çocuk olayım ve sizin aydınlık saçan öğrenim döneminizde bulunayım. O zaman milletim için daha yararlı olurdum.
Fakat gerçekleşme imkanı bulunmayan bu arzumun yerine başka bir
istekte bulunacağım: Bugünün çocuklarını yetiştiriniz. Onları ülkeye, ulusa yararlı üyeler yapınız. Bunu sizden istiyor ve rica ediyorum.. Bilirsiniz ki milletimiz büyük bir felaket geçirdi. Devletimiz
bir yok olma tehlikesi ile karşılaştı. Varlığımız aleyhine birçok cinayetler işlendi. Çok çalıştık, bu güne ait başarıları elde ettik.
...Fakat bugün varmış olduğumuz nokta, hakiki kurtuluş noktası
değildir. Bir ulusun felakete uğraması demek, o ulusun hasta, hastalıklı olması demektir. Bundan dolayı kurtuluş toplumdaki hastalığı
bulmak ve iyileştirmekle olur. Yoksa aksine hastalık sürekli olur ve
iyileşemez hâle gelir.
...Fikirler, anlamsız, mantıksız safsatalarla dolu olursa, o fikirler hastalıklıdırlar. Bunun gibi toplum hayatı akıl ve mantıktan yoksun, yararsız ve zararlı bir takım inan ve geleneklerle dolu olursa,
felçli olur. İlk olarak fikir ve toplum kuvvetlerinin kaynaklarını temizlemekten başlamak gereklidir. Ülkeyi, ulusu kurtarmak isteyenler
için hamiyet, iyi niyet, fedakarlık çok önemli ve gerekli olan niteliklerdendir. Fakat bir toplumdaki hastalığı görmek, onu iyi etmek toplumu yüzyılın gereklerine göre yükseltmek için bu yetenekler yeterli
değildir. Bu niteliklerin yanında bilim ve teknik (Fen) lazımdır. Bilim ve teknik girişimlerinin faaliyet merkezleri ise okuldur...Okul
genç dimağlara insanlığa saygıyı, ulus ve ülkeyi sevmeyi,bağımsızlik onurunu öğretir... Kadın ve erkek öğretmenlerimiz, şairlerimiz,
edebiyatçılarımız, yazarlarımız sürekli olarak ulusa felaket günlerini
ve onun gerçek sebeplerini açık ve kesin olarak anlatacaklar ve okutacaklar.. Kesinlikle bilmeliyiz ki, iki parça halinde yaşayan uluslar zayıftır, hastalıklıdır. Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz
öğretimin sınırı ne olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz. 1— Ulusuna, 2 — Türkiye Devletine, 3 — Türkiye Büyük Millet Meclisine düşman olanlarla mücadele nedenleri ve araçları ile ci-
hazlanmış olmayan uluslar için kalim hakkı yoktur. Mücadele gereklidir. Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın. zaferi için yalnız ortam hazırladı. Gerçek zaferi siz kazanacak ve sürdürecek ve mutlaka başarılı olacaksınız..
Bilindiği gibi Atatürk öğretim sorunlarına çok önem verir, "Ulusları kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir" derdi. 22 Eylül 1924 günü Samsun'da öğretmenlerle yaptığı bir diğer ve çok önemli konuşmada Atatürk şu sözleri söylüyordu. " Dünyada herşey için uygarlık için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. Belirtmeliyim ki ilk aşı, ana baba kucağından sonra okuldaki yetiştiricilerin dilinden, eğitiminden alınır. Bunun sonradan gelişebilmesi, ulusa ve yurda duyulacak derin ve sıcak ilgiyi diri tutacak düşünceler ve duygularla beslenmesine bağlıdır. Bir insanın yurduna ve ulusuna yararlı olmasını istediği bir işe başlarken, aklına ilk gelmesi gereken bir düşünce: Ulusun gerçek eğilimine bunun uyup uymadığını hesaba katmak olmalıdır. İşte bunun içindir ki, esin kaynağı, güç kaynağı ulusun kendisidir diyorum.
...Eğitimdir ki, ulusu ya özgür, bağımsız, ünlü ve yüce bir toplum halinde yaşatır ya da onu tutsaklığa ve yoksulluğa sürükler. Eğitim sözüne herkes kendine göre kendi amacına uygun bir anlam verebilir. Söz derinleşince eğitimin erekleri, amaçları değişir. Dinsel eğitim, ulusal eğitim, uluslararası eğitim vardır. Bütün bu eğitimlerin erekleri, amaçları da başka başkadır. Ben burada yalnız Yeni Türkiye Cumhuriyetinin yeni kuşaklara vereceği eğitimin, ulusal eğitim olduğunu bütün kesinliği ile belirttikten sonra, ötekilerin üzerinde durmayacağım bile..
Ulusal eğitim ile geliştirilen, olgunlaştırılan bu kafaları bir yandan da paslandırıcı, uyuşturucu, gereksiz, saçma sapan, inanışlar ve düşüncelerle doldurmaktan da özenle sakınmak gerekir.
30 Ağustos 1924 günü Atatürk Dumlupınar'da yaptığı konuşmada, ise şöyle diyordu: Bir ulusun ruhu ele geçirilmedikçe, bir ulusun yüce istemi gevşeyip kırılmadıkça o ulusa boyunduruk vurulamaz. Yüzyılların doğurduğu bu ulusal inanışa, güçlü ve sürekli bu ulusal dayanışa hiç bir güç karşı duramaz.
Yurt artık bayındırlık istiyor, varlık ve genlik istiyor. Bilgi ve teknik, yüksek uygarlık, özgür düşünce, anlayış istiyor. Şeref, namus, bağımsızlık ve gerçek varlık, yurdun bu isteklerini bütünü ile ve olanca hızı ile yerine getirmek için artsız, arasız çalışmamızı istiyor. Türkiye'de, Türk'ten başka bir şey düşünmemek, anca bu davranışlardır ki, her türlü esneklik ve mutluluk ereklerine ulaşabiliriz. Ulusumuzun ereği, ulusumuzun ülküsü, bugünkü ileri dünya içinde tam anlamı ile uygar bir toplum olmaktır"
30 Ağustos 1924 günü Atatürk Dumlupınar'da yaptığı konuşmada, ise şöyle diyordu: Bir ulusun ruhu ele geçirilmedikçe, bir ulusun yüce istemi gevşeyip kırılmadıkça o ulusa boyunduruk vurulamaz. Yüzyılların doğurduğu bu ulusal inanışa, güçlü ve sürekli bu ulusal dayanışa hiç bir güç karşı duramaz.
Yurt artık bayındırlık istiyor, varlık ve genlik istiyor. Bilgi ve teknik, yüksek uygarlık, özgür düşünce, anlayış istiyor. Şeref, namus, bağımsızlık ve gerçek varlık, yurdun bu isteklerini bütünü ile ve olanca hızı ile yerine getirmek için artsız, arasız çalışmamızı istiyor. Türkiye'de, Türk'ten başka bir şey düşünmemek, anca bu davranışlardır ki, her türlü esneklik ve mutluluk ereklerine ulaşabiliriz. Ulusumuzun ereği, ulusumuzun ülküsü, bugünkü ileri dünya içinde tam anlamı ile uygar bir toplum olmaktır"
İsmet Giritli
Istanbul Uni Hukuk Fakultesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)