14 Mart 2018

Metin Altıok 'Fil Beklemek'



Serçe kuşu yağmurlu bir günde, şimşekler çakıp gök olanca hızıyla gümbürderken, yere sırtüstü yatmış, havaya kaldırdığı incecik ayaklarıyla boşluğu dövermiş. Bu tuhaf durumu görenlerin “Neden böyle yapıyorsun?” sorusuna, “Bunca mahlûkat var yeryüzünde, gök yıkılıp üstümüze düşerse hepsi telef olacaklar. Ben de göğü tutmak için kaldırdım ayaklarımı” cevabını vermiş. Sonra içtenlikle, “Kaldırdım kaldırmasına, ama yine de korkudan yüreğimin kırk kantar yağı eriyor” diye eklemiş. Çevresindekiler, “Amma yaptın ha, sen kendin beş dirhem etmezsin. Bu kırk kantar yağ da neyin nesi!” diyerek alaya almışlar serçeyi. Serçecik şöyle bir bakmış yüzlerine, “Siz bunu anlayamazsınız” demiş. “Varın gidin işinize. Herkesin kendine göre kantarı, topuzu var.”

Güzel değil mi? Pertev Naili Boratav’ın derlediği bir Anadolu masalı bu. Geçen hafta masal üstünde düşünmüştük. Masalla başladık bu hafta. Yıllar önce okumuş ve çok sevmiştim bu masalı. Aklımda kaldığı gibi yazdım buraya. Kendimi biraz o serçeyle özdeşleştirdiğim için midir, nedir; “Herkesin kendine, göre kantarı, topuzu var” sözleri uzun süre düşmemişti dilimden. Düşmemişti, ama bir yandan da kendimle hesaplaşma aşamasında, “Serçe kadar olamadım” diyordum içimden. O zamanlar 12 Mart dönemiydi ve masaldaki gibi gök ha düştü, ha düşecekti üstümüze. Ama serçeler nedense pek görünmüyordu ortalıkta. Herkes kendini dışarıda tutarak bir şeyler bekliyordu birilerinden. Kim olduklarını bile bilmeden.

Türkiye’de her dar dönemde toplum olarak bunun tekrarı yaşanır. Herkes ağız birliği etmişçesine aynı şeyi söyler durur birbirine. “Bizim elimizden ne gelir!” bahanesidir bu. Hem Don Quijote’luğun ne gereği vardır! Böyle diye diye kendi elini kolunu kendi bağlar insanlarımız. Bir de bu düşünceye kör olası hanedeki evlad ve hayal eklenince haklılıkları tartışılmaz olur. İşte bu düşünce Türk aleminin en büyük düşmanıdır ve her görüldüğü yerde ezilmelidir. Şakayı bir yana bırakırsak; kendi gücünü tanımayan ya da küçümseyen insanın çağdaşlıktan nasibini almadığını söyleyebiliriz. Bu insan bırakın “vatandaş” olmayı, birey olmanın bile anlamını kavrayamamıştır. Böyle insanlardan oluşan bir toplumun ise çağdaş ve demokrat olması elbette beklenemez.

Eğer demokrasi halkın yönetime ağırlığını koyması demekse biz bu tepkisiz toplumla demokrasiyi daha çok bekleriz. Çünkü halkın katılımı olmadan gerçek anlamda bir demokrasiden söz edilemez. Bizim gibi gücünden habersiz teslimiyetçi toplumlarda demok/rasi değil, demek/razı olur ancak. Doğallıkla burada çuvaldızı aydınlara batırmak gerekir. “Yine mi aydın?” demeyin ya da deyin isterseniz, ama gerçek budur. Avdın sorumluluğu ve etkinliği bir toplumun lokomotifidir. Eğer “Aydının gücü nedir?” diye soracak olursanız; masaldaki serçe örneği aydın sorumluluğunun kendisinin, kendiliğinden bir güç olduğunu söylemek olasıdır. Yeter ki bir toplum oturduğu yerde ille de güç diye fil beklemesin.

Ayrıca şurası unutulmamalıdır ki, demokrasi sütten çıkmış kaşık da değildir. Eğer halkın baskısı ve denetimi olmazsa, hâkim sınıflar tarafından yürütülen bir diktatörlüğe dönüşebilir. Bu, demokrasinin doğasında her zaman var olan bir sapkınlıktır. Aslına bakarsanız demokrasilerdeki kuvvetler ayrılığı ilkesi bir hinoğlu-hinlik örneğidir. Düzenin işleyişi bakımından karşılıklı denetim yokluğu kadar kâğıt üzerindeki temel hak ve özgürlükler konusundaki güvenceyi ortadan kaldırmaya da yöneliktir.

Nitekim 92’nin Aralık ayında “Temel İçgüdü” adlı filmin müstehcenlik suçlamasıyla gösteriminin yasaklanmasına, o zaman başbakan olan Süleyman Demirel’in getirdiği yorum çok anlamlıdır. Demirel, “Eğer filmin gösterilmesini icra yasaklamışsa onu ortadan kaldırırız. Ama mahkeme yapmışsa kuvvetler ayrılığı prensibine uymak lazımdır” diyor, sorumluluğu yasamaya bırakarak yürütmeyi temize çıkarıyordu. Bu örnekte de görüldüğü gibi kuvvetler ayrılığı ilkesi, zihniyet değişimini gerçekleştirememiş toplumlarda bazen bir haksızlığa dayanarak olabilmektedir. Zaten yaşadığımız da bu değil midir?

Fil Beklemek adlı Haziran 1993’te kaleme aldığı yazısından