Çorak, yararsız bir yaşam sürdüren öz-güven ve öz-saygı yoksulu bu kişiler, itibar ve mevki hayaliyle, gurur ve imanın infilak edici ikamelerini elde etmek için yanıp tutuşmaktalar.
Güç az sayıda insanı bozduğu halde, zayıflık çok sayıda insanı bozar. Nefret, kin, kabalık, tahammülsüzlük ve kuşku, zayıflığın meyveleridir. Zayıfların küskünlükleri kendilerine yapılan haksızlıktan değil, sahip oldukları yetersizlik ve güçsüzlük duygusundan dolayıdır. Zayıfların gönlünü onlarla servetimizi paylaşarak alamayız. Bizim cömertliğimizi onlar tahakküm olarak hissederler. St. Vincent Paul, tilmizlerini uyararak, fakirlere karşı "onlara ekmek vermiş olmanızı affetme" lerini sağlayacak şekilde davranmasını istemiştir. Umudumuzu, gururumuzu ve hatta nefretimizi onlarla paylaşmak suretiyle de zayıfların gönülerini kazanamayız. Zayıfların derdine deva olacak hediyemiz, onların kendi kendilerine yardım yeteneklerini harekete geçirmek olacaktır. Ekmeği, şerefi, özgürlüğü ve gücü kendi çabalarıyla elde edebilmeleri için gerekli teknik, toplumsal ve politik becerileri onlara nasıl aktarabileceğimizi öğrenmeliyiz.
Taklitçiler, taklit ettikleri modelin üstesinden gelmeyi –onu aşmayı, geride bırakmayı ve daha iyisi bütünüyle ortadan kaldırmayı- arzularlar. En son zikrettiğimiz şey tarih içerisinde bazen ilk tercih edilen olmuştur: Taklitçiler işe modeli tahrip etmekle başlamış, daha sonra taklit etmeye koyulmuşlardır. Yenilgiye uğramış veya ölmüş bir modeli taklit etmenin çok daha kolay olacağı açıktır.
Bireyin en hayati ihtiyacı kendi değerini kanıtlamaktır, bu da genellikle eyleme karşı doymaz bir açlık hissedilmesi anlamına gelir. Çünkü, beceri ve yeteneklerini değerlendirmek ve geliştirmek suretiyle bir değerlilik duygusu elde edebilenlerin sayısı oldukça azdır. Çoğunluk, kendilerinin değerliliklerini bir şeyle meşgul olmak suretiyle ispatlar. Bir şeylerle uğraşarak yaşanılan hayat, gayesi olan bir hayata en yakın hayattır. Fakat, eylem vasıtasıyla kendini kanıtlamayı veya daha kolay olan kendini meşrulaştırmayı seçen birey dengesiz ve huzursuzdur. Zira, değerliliğini hergün yeniden kanıtlamak zorundadır. Onun, “çılgınca faaliyete ve bir şeyler yapmaya can atmak” için tuhaf bir kader nazariyesinin dile getirdiği belirsizliklere ihtiyacı yoktur.
Rönesans, sıkı örülü bir toplumun bir uyanış, bir yeniden uyanış gerçekleştirerek bireyselleşmesiydi. Reform hareketi ise bu bireyselleşmenin bir yan ürünü –bireyselleşmeye karşı bir tepki- idi. Bireysel varoluşun getirdiği yükü, endişeyi ve ayrışmayı dayanılmaz bulan pek çok insan vardır. Bu, kişisel ilerleme imkanlarının görece sığ, bireysel çıkar ve umutların ise peşlerinde koşulmaya değmez göründüğü durumlar için özellikle geçerlidir. Bu tür insanlar, bireysel varoluşa er ya da geç sırtlarını döner, bir kutsal dava, bir lider veya bir hareketle özdeşleşmek suretiyle bir amaca ve değer sahibi olma duygusu edinmeye çalışırlar. Böylesi bir özdeşleşmeyle elde ettikleri inanç ve gurur, onla için, ulaşılmaz durumdaki öz-güven ve öz-saygının yerini tutarlar. Reform Hareketi, özerk bir varoluşun yükünden kurtulmak için başlatılan bir hareket olmuştur.,
Kendi varlığını kendi gayretleriyle meşrulaştırmak zorunda olan birey, kendisinin ebedi tutsağıdır.
Değişim Sancısı 2
En ezici yasalara şikayette bulunmaksızın ve adeta ruhsuzca destek vermiş olan bir halk, sırtlarındaki yük hafiflediğinde bu yasaları hiddetle fırlatıp atar.
Öz-saygıya sahip olan birey, kendi kusurlarına olduğu kadar komşusunun kusurlarına karşı da hoşgörülü olmaya çalışacaktır. Kendini üstün görüş kendinden memnuniyetsizliğin bir tezahürüdür. Kendi değersizliğimizin farkındaysak, doğal olarak, başkalarının kendimizden daha kibar olmalarını bekleriz. Kendimizden talep ettiğimizden fazlasını onlardan talep eder ve adeta onlarda hayal kırıklığına uğramayı umarız. Öz-saygının yokluğunda kabalık kalabalıklaşır. Öz-saygıdan mutlak anlamda yoksun bireyler sevdikleri şeylerden coşkuyla nefret etmeye ve nefret ettikleri şeyleri çoşkuyla sevmeye hazır bireylerdir.
Ebedi teyakkuz hali özgürlüğün bedelidir ve ancak özgürlüğü her gün yeniden fetheden kişi özgürlüğü hak eder.
Var olmak için verilen umutsuzca mücadele, devingen olmaktan çok durağan bir etkidir. Hayati gereklilik arz eden şey için telaş içinde gerçekleştirilen arayış, az çok yeterli bir şey bulduğumuzda sona erer. Gereksiz şeyler için sürdürülen arayışın ise sonu yoktur. İnsanın en olağanüstü ve en muazzam gayreti ihtiyaçlar peşinde değil de sadece gereksiz şeyler peşinde koşarken göstermiş olmasının nedeni budur.
Değişim Sancısı - 3
İnsanlar zorunlu olarak öylesine delidirler ki, adeta, deli olmamak deliliğin bir başka biçimidir.
İnsan tabiatının düşselliği, kısmen insanın tamamlanmamışlığından kaynaklanmaktadır. Mütehassıs organlardan yoksun bir varlık olarak insan, bir anlamda, bir yarı-hayvandır. Kendisini teknolojiyle tamamlamak zorunda olan insan, bunu gerçekleştirirken adeta bir yaratıcıdır – bir anlamda bir yarı-tanrıdır. Ayrıca, belli bir çevreye organik adaptasyondan mahrum olduğu için de, çevresini kendisine adapte etmek ve dünyayı yeniden yaratmak zorundadır. Kendini tamamlamak, fiziksel varlığının sınırlarını aşmak için sürekli çalışma, insanın yaratıcılığının enerji santrali ve gayritabiiliğinin kaynağıdır. Zira, insanın tabiatın sınırsız uysallığından ve sabitliğinden kurtulması, kendini tamamlama süreci içerisinde gerçekleşir.
Mutlak iktidar bir toplum değil bir hayvanat bahçesi ortaya çıkarır – bu hayvanat bahçesinin, D’Argenson’un deyimiyle, “bir mutlu insanlar koleksiyonu” olması mümkün olsa da.
Yeteneksizler ve uyumsuzlar, tüm alanlardaki yenilikleri teşvik ve kucaklama hususunda da yüksek ölçüde bir maceraperestlik sergilerler. Köklü toplumsal reformları destekleyenler, iş hayatında ve sanayide yeni atılımlar gerçekleştirenler, çölleri terbiye etmeye kalkışanlar veya edebiyat, sanat, müzik gibi alanlarda yeni ifade tarzları bulmaya çalışanlar genellikle başarılı insanlar değildir. Başarılı insanlar genellikle oldukları yerde kalır ve nasıl yapılacağını bildikleri şeyi daha çok ve daha iyi yapmaya devam ederler. Yeni olana atılış, çoğunlukla, savunmasız konumdan bir kaçış ve yeteneksizliği gizlemek için bir manevradır. Bir öncü rolü üstlenmek, kişinin, kendisini, yeteneksizliğin ve beceriksizliğin kabul edilebilir ve hatta kaçınılmaz olduğu bir konuma sokması demektir. Çünkü deneyim ve teknik bilgi yeni olanın üstesinden gelmede fazla etkili değildir ve bütünüyle yeni olanın kötü biçimli ve çirkin olması beklenir.
Kelimeler, düşünceyi şekillendirir, duyguyu harekete geçirir ve eyleme yol açarlar; öldürür ve diriltir, hasta eder ve iyileştirirler. “ Söz adamları” – rahipler, peygamberler, entellektüeller – tarih içerisinde askeri liderlerden, devlet adamlarından ve iş adamlarından daha belirleyici bir rol oynamıştır. Kelimeler ve büyü, özellikle de mevcut yaşam biçimlerinin çözülmekte olduğu ve insanın bilinmeyenle boğuşmak zorunda kaldığı bunalım zamanlarında belirleyicidir.