Küçük mutluluklar denilen şeyleri doğru dürüst
değerlendirmesini bilirseniz, bunların aslında büyük, hem de çok büyük
mutluluklar olduğunu anlarsınız. Örneğin, bütün bir yaz gününü, Anadolu
yollarında toz toprak içinde külüstür bir otobüste geçirdikten sonra,
akşamleyin küçük bir kıyı kasabasına varmışsınız. Ucuz bir pansiyonda
soğuk bir duş yapıp, kumsaldaki kır gazinosuna gidiyorsunuz. İki
ayağınız suya değecek biçimde masanızı denize doğru çekiyorsunuz.
Garson, beyaz peynirinizi, kavununuzu ve rakınızı getirdikten sonra, hiç
kimse görmeden usulcacık ayakkabılarınızı çıkarıp, bütün gün sıcaktan
pişen ayaklarınızı bileğinize kadar serin denize sokuyorsunuz. Ve güneş
karşınızda batarken rakınızı yavaş yavaş içiyorsunuz. Sorarım size,
büyük bir mutluluk değil mi bu küçük mutluluk?
Bunca felâket, bunca
zulüm, bunca haksızlıkla dolu bir dünyada köpekler gibi mutsuz olmanın
kolaylığını bildiğim için, mutsuzluklarıyla övünenlere fena halde
bozulurum. Mutsuz olmak bir marifet değildir. Çektiğin acıları gözler
önüne sermemek, büyük kişisel mutlulukların peşinden koşmak ayıbından
vazgeçip, küçük mutluluklara sığınmak, onlarla yetinmektir asıl marifet.
Bu küçük mutlulukları tadabilmeniz için, beylik anlamda mutlu olmanız,
aile çevresinde huzurlu bir yaşantınız, başarıyla yürüttüğünüz bir
işiniz, toplumda önemli bir mevkiniz, bol paranız filân olması şart
değildir. Hattâ bunlar, küçük mutluluklara zaman ayırmanızı
engelleyebilir bana kalırsa. Beş duyunuzun olması ve bu beş duyunun tam
kapasite çalışması, yani sahiden görebilmeniz, sahiden işitebilmeniz,
sahiden kokla-yabilmeniz, sahiden dokunabilmeniz ve ağzınıza koyduğunuz
şeyin tadını sahiden alabilmeniz, küçük şeylerin sizi mutlu etmesine
yeter de, artar da. Örneğin, işyerinizde gün boyunca çeşitli
aksiliklerle boğuşmuşsunuz. Akşam evinize dönerken trafik
sıkışıklığından ötürü sinirleriniz büsbütün bozulmuş. Sonunda oturacak
yer bulamadığınız kalabalık vapurdan itile ka-kıla çıkıp, perişan bir
halde Kadıköy'e varıyorsunuz. Evinize doğru yürüyünce, kafeslerdeki
kuşların ve çiçeklerin satıldığı yerin yanından geçerken, bir güvercinin
uçtuğunu görüyor, Çingene kızlarının sattığı karanfillerin kokusunu
alıyorsunuz. Melih Cevdet'in o çok sevdiğiniz şiiri aklınıza geliyor
hemen: Bir çift güvercin havalansa, Yanık yanık koksa karanfil.
Ezbere
bildiğiniz şiiri mırıldanıyorsunuz yürürken. Bu arada muhabbet
kuşlarının cıvıltısını duyuyorsunuz; denize bakıyorsunuz, batan güneşe
bakıyorsunuz; pembe, yeşil, uçuk mavi bulutlan görüyorsunuz. Ve havanız
tümüyle değişiyor. Fransızların douceur de vivre dediği duyguyu, yani
yaşamanın tatlı keyfinin verdiği küçük mutluluğu tadıyorsunuz. Ne yazık
ki, çoğumuzun farkına bile varamadığı bu önemsiz görünen ama aslında çok
güzel şeyleri göremezseniz, koklayamazsanız, duya-mazsanız, yandınız
gitti demektir. Sinir içinde evinize dönüp yaşamı kendinize de,
çevrenize de zehir etmekten başka çareniz kalmaz o zaman.
Küçük
mutluluklar, yaşamın bizi fazlasıyla yıpratmasını engeller ama, büyük
felâketlerle, büyük acılarla karşılaşırsak, hiçbir işe yaramaz
diyeceksiniz. Felâketlerin en büyüğüne uğrayan, yani sevdiği birinin
ölümünü gören insanın karşısında iki seçenek vardır: Ya kendisi de hemen
ölecek ya da felâkete katlanıp yaşamaya karar verecektir. Birinci
seçenek ikincisinden çok daha kolaydır. Çünkü kendini öldürmek için
anlık bir cesaret yeter. Oysa bir felâketle birlikte ömür boyu yaşamayı
göze alabilmek için gerçekten yiğit olmak gerekir.