“Toroslar'ın ardından doğacak güneşle bürüneceği renkleri bekliyorum. Güneş, dağları mor, mavi, yeşil, lacivert, kahverengi, koyulu açıklı tüm renklere boyayacak. Güneş, renklerini dağlara yansıtarak doğacak. Dağ sıraları arasındaki vadilerden kalkacak pus, tepelere doğru yükselecek. Günün uzantısında yitene dek. Belki de gün boyu puslu kalacak Toroslar. Sıcak ovanın, pamuk tarlalarının, antik kentlerin gerisinde.
Henüz koylar sessiz. Köy yavaş yavaş uyanmaya hazırlanıyor. Bu topraklarda güneş hep böyle doğdu. Gün bitiminde denizin, yeşil mavi denizin içine sönmüş, ama kızıllığını koruyan, yuvarlak bir ateş gibi battı. Sıcak Akdeniz akşamlarında. Geçmiş ve gelecek zamanların akşamlarında. Başka insanların, başka uygarlıklar yaşadığı, yaşayacağı çağlarda. Güneş ısıttı, ısıtacak gökyüzünü. Sahildeki kumları. Verimli ovayı. Geceleri yıldızlar bürüyor gökyüzünü. Eski çağlarda belki kumsalda da sevişti insanlar. Dalgaları ayaklarının altında duydu. Ben, ya da başkası böyle yaşadı Akdeniz'i. Böyle yaşayacak. Binlerce yılın güneşini şimdi ben bekliyorum. Sabaha karşı. Tiyatronun taş basamağına oturmuş, doğaya bakıyorum. Birkaç saat sonra köyden ayrılacağım. Büyük kente döneceğim. Uzun süre yalnız güneşin doğuşunu, batışını, bulutların rüzgârla birlikte koşu- şunu, yağmurlu, yağmurdan sonra çok ender görülen gökkuşağını ve gökkuşağının mora bürüdüğü denizleri, dilediğimce seyretmek isterdim. Oysa koşullandırılmış bir büyük kentliyim. Doğadan ayrılıp, beton alanların, asfalt yolların kıyısındaki taş yapılara, apartmanlara döneceğim.
Haziran gününün bitmek üzere olduğu dakikalarda, gökyüzü ile kaynaşıp puslanmış Boğaz tepelerine bakıyorum. Radyo
açık. İtalyan şarkıcılardan biri, gene duyarlı bir aşk şarkısı söylüyor. Belki "la luna es o es" değil, bir başkası. Çocuğum, don
lastiğini iki sandalye arasına bağlamış, ip atlıyor. Bir pazar günü
bitmek üzere. Kocamın ara sıra öksürdüğünü duyuyorum. Beyaz, küçük bir tekne, hava karardığı için pislikleri görülmeyen
Boğaz suyunda yavaş yavaş ilerliyor. Biraz ilerideki Akıntı Burnu, Boğaz suları içinde başlı başına akan bir nehir gibi. Karşıda,
çam ağaçlan gerisindeki apartmanın balkonunda oturanlar var.
Biraz solda elektrik direğinin, küçük bir apartman kesitinin ve
yeşil ağaçlann akşamla birlikte karardığım görüyorum.
Kırmızıya çalan soluk ışıklanyla, uzun bacalı, küçük Boğaz
vapuru, yeşil ışıkları suya yansıyan meyhanenin biraz önünde
Arnavutköy İskelesi'ne yanaşmak üzere
Güneyden döndüğümde, kenti iyice ısınmış buluyorum.
Uyanıp balkona çıkınca gözlerim kamaşıyor, hemen evin içine
giriyorum. Akşamüstleri sahil yolunda yürüyoruz. Deniz kıyısındaki yalılara bakıyorum. Bu yalılardan birinde seviştiğim erkeği düşünüyorum. Sevişme bitince, aşağıdaki çiçekçiye koşar,
bir demet kır çiçeğini yatağa atardı. "Bugünün, bu saati de onlar kadar güzel", diyorum kendi kendime. Yürüyorum. Motorlarla gezenler, yelkenlilerle dolaşanlar var. Onlar mutlak başka
duygular taşıyan insanlar. Akşam güzel giysilerle deniz kıyısında dans edecekler. İstanbul'da Monako Prensliği'nde gibi yaşamaya çalışan insanlar da var. Ama o insanların dünyası beni
hiç ilgilendirmiyor. Aksine, onlardan biri olmadığım için mutluyum. Yaz aylarında bir günün uzunluğu birkaç güne yaklaşır gibi. Yokuşu çıkarken hava daha sıcak. Güneş daha da yakıcı. Alt
katta oturan Doğulu genç ben güneydeyken intihar etti. Kendi
ni denize attı... yok oldu. Kışın onu her gün görürdüm. Arka
odanm karanlığına çekilir, ön odadaki doyumsuz Vaniköy tepe
lerinin her an değişen renklerine bakmazdı bile.
Gündüzleri kapımı çalıyor. Elinde bir ekmek, bir paket de
makarna oluyor:
— Dış kapının anahtarı yok, kusura bakma, seni her gün
rahatsız ediyorum,
diyor.
Bir süre sonra yokuştan çarşıya inerken, onu mutfağında,
makarnasını haşlamış, içine Sana yağı koyarken görüyorum.
Ara sıra, bir kitap ya da dergi istemek için onlara indiğimde, ayakları çıplak, zayıf, tıraşsız ve solgun karşılardı beni. Çok
az konuşurdu.
Arkadaşlarına onun hastalandığını, yavaş yavaş acıyla eridiğini söylüyorum. Ama kimse bilmiyor, gece sokaklarda dolaşırken, kendini öldürecek bir yer aradığını. Sıcak yaz gününde
mühürlenmiş evinin mutfak camına bakıyorum. İçeride yıkanmamış bulaşıklar duruyor. Cam içinde büyük, gri bir fare oturuyor.
Köye geldiğimde ne dönüşü düşünüyorum ne de zamanla
bir bağlantım var. Dalgaların sesiyle uyanır uyanmaz sahile çıkıyorum. Dipdiri, nemli bir sabahla karşılaşıyorum. Akdeniz'de
alabildiğine yetişen çiçek ve yeşilliklerin üzerlerini su tanecikleri kaplamış. Kumlar henüz gecenin ıslaklığını taşıyor. Sahil
boyunca yürüyorum. Deniz suyu temiz. Beyaz köpükler kumlara çarpıyor. Balon tanecikleri oluşturuyor. Sonra ıslak kumlar
içinde çukurlar... Yeni dalgacıklar gelene dek. Düşüncelerimde
bir açıklık var. Doyumsuz yaşamı kucaklamak istiyorum. Bazı günler sel gibi yağmur boşanıyor. Alışmadığım yoğunlukta
Akdeniz yağmurları. Lokantada oturup kitap okuyorum. Bazı
kitaplar, gerçek yaşamdan daha duyarlı, daha büyük boyutlara
götürüyor beni. Akşamüstü yağmur diniyor. Köye yürüyorum.
Balıkçı lokantalarında şarap içiyorum. Henüz köy tenha. Kimse
tatile gelmedi. Kahvelerde köylüler televizyon izliyor, adaçayı
içiyor.
Sonra yeniden sevmek istiyorum. Masmavi gözleri var.
Onu sevmeyi bir tutku haline dönüştürüyorum. Bu sevgide
tüm sevgilerim, sevebilme gücüm var. Gelecekteki sevgileri de
yaşar gibiyim. Geçmiştekileri de.
Şimdi antik tiyatronun en üst basamağında oturmuş, henüz
koylarda deniz durgunken, güneşin dağları bürüyeceği renkleri
bekliyorum. Onun gidişini, bomboş yolda, tarlalar, tapmaklar
arasında yiten küçük arabayı izlerken, ne garip, gelecekteki sev
gilerin de, yaşamın da gidişini izler gibiyim.
Yaşam, mutlak tutkularla dolu. Yaşamı sevmekle birlikte
ölüme alışmak da büyüyor, gelişiyor. Güzellikler kazamyor. Bu
sevgiyi nasıl rahatlıkla uğurluyorsam, yaşamı da o denli rahat,
o denli güzel uğurlamalı. Sevgilerimi doyumla devretmeliyim.
Esintilerin yumuşaklığı, Akdeniz yağmurunun yoğunluğu gibi.
Birkaç saat sonra kente doğru yola çıkacağım. Toroslar'ı geçeceğim. Kilometrelerce uzayan dümdüz asfalt yolda ilerleyeceğim gün boyu. Kentten kente boş, etkili, sürülü tarlaları renkli
haşhaş çiçeklerinin açtığı tarlaları geçeceğim. Evimi değişmemiş ve tozlu bulacağım. Daha önceleri, yaz ayları akşamüzerlerinde arkadaşlarımla Café Boulevard'da buluşurduk. Bu yaz
gene eski yazlara mı benzeyecek? O akşamüzerleri, yalnızlıkla
geçiştirilmiş uzun yaz günlerinin, bir şeyler yaşanmak istenen-
gene de olağanüstü bir şeyin yaşanamayacağı önceden bilinen,
akşamüzerleriydi.
Kahvede arkadaşlar birbirini bekliyor. Onları seviyorum.
Hepsi ülkenin acılarını duyan, düzenin değişmesi için çaba harcayan insanlar. Yeni türeme, insanlıktan yoksun karaborsacı
zenginler karşısında garip bir birlik var aramızda. Bir araya gelince daha güçlüyüz. Bu yaz akşamlarında, kahvenin caddeye
taşan masalarında, giderek büyüyen grubumuzdaki insanlarda
garip bir duygu var. Sanki herkes daha güzel bir yaşamın gelip bizi bulmasını bekliyor. 12 Mart dönemi geçti. Ama bu dönemin acısı içimize kaya gibi oturmuş, varlığımızla bütünleşmişti.
Terörün gücü, yıllar yılı sızmaya, yayılmaya çalışacak ve bizleri daha çetin günlere sürükleyecek. Esintili yaz akşamlarında,
küçük yaşantılara hazırlanırken, bir yandan da bu acıları içten
duymamak olanaksız.
Tedirginlik her zamanki gibi var. Büyüyor. Küçülmüyor. Sonra arkadaşlarımızdan birkaçı arka arkaya
ölüyor. Henüz kırk yaşlarında insanlar. Daha güzel yaşamlara
duyulan özlem ve bekleyişi onlarla birlikte gömüyoruz. Daha
güzel yaşam diye bir şey yok. Daha güzel yaşamlar ötelerde
değil. Daha güzel yaşam başka biçimde değil. Güzel yaşam burada. Taksim Alam'nda. Turşu, pilav, simit, çiçek, kartpostal
satan, ayakkabı boyayan siyah kalabalık içinde. Trafik tıkanıklığmdan yürümeyen arabalar, egzoz kokusu, alana yayılan sidik
kokusu, gözlerimiz, duygularımız önünde açılan bu kara kalabalıktan başka yerde, daha başka biçimde bir güzel yaşam yok.
Güzel yaşamın sınırları, ölen, gömülen arkadaşlarımızın yaşadığı kadar.
Gani'nin evi hâlâ mühürlü. Camında gene aynı fare oturuyor.
"Yalnızca bu mahallenin güzellikleri, yaşamak, yaşamın tadına varmak için yeterli. Onu ölümden alıkoymaya yetmeliydi
bu doğal veriler", diye düşünüyorum.
Kuruçeşme geçildi mi, deniz kıyısındaki evler Şölen Lokantası'nda biter.
Burada Arnavutköy başlar. Deniz kıyısı boyunca
eski demir korkuluklar uzanır. Yeniden başlayan yalılara dek.
İlk yalının altında sabahları balıkçılar durur. Taze balık satarlar. Kıyı şeridi renk renk sandallarla doludur. Lodosla birlikte
sandallar su yüzeyinde sallanır. İskelenin önüne çıküdı mı, ya-
hlarm ön cepheleri görülür. Bazısı yeniden yapılmış, eski güzelliğini yitirmiş, bembeyaz boyanmış, bazısı eskimişliği içinde,
otantik tahta oymalarıyla daha gizli bir güzelliği yansıtır. Pencereleri küçük saksılarda açan sardunyalar süsler. İnsan başmı
kaldırdı mı, tepeleri, tepelerdeki yeşil ağaçlan, ağaçlar içinde
yer yer yiten, yer yer beliren tahta, eski evleri görür. Doğanın
güzelliği, yeni yapılmış çirkin, beton apartmanların biçimsizliğini bile biraz siler. Sokakları bürüyen sarmaşıklar, bazı yokuşlarda yerlere dek iner. İskelenin karşısından çarşıya girilir.
Çarşı,
iskeleye dikey inen dar sokaklann koşutlarıyla birleştiği yollarda yer alır. Burada manavlar, eski İstanbul evlerinin birinci katlarından, kaldmmlara renk renk taşarlar. Rum antikacılar, terziler, ayakkabı tamircileri, balıkçılar, midyecilerle her gün dipdiri
bir yaşam içindedir çarşı.
Akşamüzerleri sokaklarda midye kızartılır, sahilde dizilen
meyhanelere müşteriler dolmaya başlar.
Yamaçlara yeşil, beyaz, mor ve sarı gelir bahar. Papatyalar
açar. Güneş, yer yer sıcaktır. Rüzgâr hemen hiç durmadan eser.
Tepelerin gerisinde, ağaçlar arasından toprak bir yol, Ortaköy
sırtlanna dek uzar. Buralardan sahile inen apartman siteleri aralarında, gecekondu mahalleleri vardır. Mezarlık geçildiğinde,
bahçeleri gelişigüzel taş duvarlarla örülü eski Rum yapıları, İtalya köylerindeki evleri andırır.
Tepelerde, üniversite öğrencileriyle yürüyüp, politik tartışmalar yaptığımız olur.
Bir ülkede kafeterya açılmasını bile revizyonizm diye adlandıran, katı, gerçekle bağdaşmayan bir toplumcu düşüncenin savunucuları. İleride bürokrat ya da teknokrat ve küçük burjuva
aile babalan olacaklar. Devrimcilikleri gençlik, üniversite yılla-
nnda kalacak. Batı kültürüyle, çağların yadsınmayacak bu kültürüyle toplumcu kültürü gereğince bağdaştıracak bir kuşak da
yetişecek elbet.
Bir yol, Boğaz'm Rumeli kıyısındaki en yoksul semtlerden
biri olan Kuruçeşme'ye iniyor. Kuruçeşme'de kırmızı büyük kilise ve önündeki taş alan gene küçük Avrupa kentlerinin kilise
alanlarını anımsatıyor. Evlerin bahçelerinde karalahana ekili.
Güneş, Vaniköy tepelerinin ardından doğmadan önce,
deniz yüzeyi grileşir. Sonra ufku kırmızı, mor renkler bürür,
ağaçlar ilkin birer koyu gölge olur. Sonra yeşilleri ortaya çıkar.
Güneş, ılık kırmızılığıyla doğduğunda, balıkçılar artık balıktan
dönmüştür.
İlk güzle birlikte lüfer avına çıkar sandallar. Gece karanlığında parlayan lambalanyla deniz üzerindeki bir fener alayını
andırırlar. Ay bütünken, sandal içindeki insanlann gölgelerinde, şapkaları bile belirlenir.
Günün her saatinde değişen doğal
ışıklar, yeni görünümler sunar insana. Kışın karlı günlerde, sular artık mavi ya da lacivert değil, açık yeşildir. Martılar karşı
kıyıya sürülerle uçarken, bulutlar beyazlıklarıyla vadilere iner.
Bir masal dünyası gibi.
Biraz sonra o gelecek. Müthiş bir yağmur yağıyor. Terasta
her şey ıslak. Caddede sıkışan trafiğin sesi duyuluyor. Şimdi terasla barı ayıran büyük camların önünde oturuyoruz.
— Bu teras yazları çok güzeldir,
diyorum.
— Artık burada oturuyoruz, ara sıra. Çiçeklerin gerisinde
yatlar duruyor. Onların da ardında Boğaz. Kandilli'ye karşı, akşam olana, serinlik çökene dek burada oturuyoruz.
Biraz ötedeki meyhaneye yürürken, yağmurdan ıslanıyoruz. Meyhane iyice değişmiş. Eski tahta tabanlan arasından deniz
görünürdü. Şimdi yerler beton, avizeler, naylon perdeler,
formika masalar yozlaşmış bir kültürü simgeliyor.
— Her yerde bu korkunç iç mimari, otogarlarda, köylerde,
kasabalarda, Boğaz kıyısında bile!
— Şu üzerlerinde diş macunu adları yazılı plastik kül tablalarına bak!
diyor.
İlk kez karşı karşıya oturuyoruz. Yalnız politika konuşuyoruz. İkimiz de birbirimizle ilgili tek sözcük kullanmıyoruz. İçimizde garip bir sevinç var. Yağmuru, Boğaz'ı, meyhaneyi, politikayı, yaşanması güç bu büyük kenti nasıl da seviyorum.
Onunla yatarken, sanki aradan geçen uzun yıllarda ne bir
erkek, ne de o büyük acılar var. Dipdiri kalmış bir sevgi, bir istek var yalnız. Yıllar, olaylar beni hiç yıpratmamış, aksine duygularıma yön vermiş. Güzelin, bir insanı sevmenin, bir insanın
tenini okşamanın, bir insanla birleşmenin kutsallığını, bu kutsallığın tadına varmayı öğretmiş bana.
Yatmaların hepsi aynı
güzellikte değildir. Düşünüldüğünde insanın tüm bedenini titreten, boşalmaya vardıran yatmalar vardır.
Birbirimizden hep uzağız. Her gece birlikteymiş gibi yatıyoruz. Hep birlikte olmak istiyor gibi yatıyoruz.
"Erkeği böyle düşündüm. Şimdi onunla yattığım gibi. Onu
seviyorum. Onu sevmeyi öğrendim."
Birkaç saat sonra gün başlayacak. Herkes kendi biçiminde
günü yaşamaya yönelecek.
Onunla boşalmak öylesine doyumsuz ki, sanki bu ülkede
güneş doğudan doğuyor ve gerçekten batıdan batıyor.
Sabaha doğru yeniden yatıyoruz. Beni bekleyen ve bedenimi uyuşturan sıcaklığını tüm ıslaklığımda duyduğum insan.
Yaşamın en güzel anı. Denizlerle, kumsallarla, rüzgârla, yeryüzü ve gökyüzüyle birlikte varoluşu derinden duyduğum an. İki
insanın birleşmesiyle kutsallaşan bu an. Sonsuzluk. Varoluşun
tüm zamanlarını uzlaştıran bu an. İki insanın birleşmesindeki
sonsuzluk özü olmalı insan yaşamının. Özü olmalı güneşin.
Özü olmalı sevişmeyi duyan ve duyuran gücün. Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri gökyüzünü bürüyen
yıldızların. Akdeniz'in üzerini kaplayan mavi gökyüzünün özü
olmalı bu birleşme. Bu ıslaklık. Sonsuza dek varan, yaşatan, sonra yaşamı uzaklara, Akdeniz'in kıyılarda beyazlaşan dalgaları
ya da yeşil durgunluğu gerisindeki ufuklara iten gücün.
Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri bürüyen yıldızların. Ve dolunayın. Ve dolunayla birlikte uykusuz
kalan insanların. Dolunayla birlikte uykusuz kalman gecelerin
soluk, sisli sabahlarmda ölümü bekleyen insanların.
(Ölüm de bir günlük olay değil mi?)
Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri bürüyen yıldızların. İki insanın sarılarak geçirdiği bu sarsıntı özü
olmalı evrenin. Sonsuza dek varan, var eden, yaşatan, yaşamı
ileri çağlara doğru devreden bu birleşme...
Ağustos 1978 - Ağustos 1979