Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni
etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol
bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız
kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında
ayrım gözetmeyen, adları bir örnek bir yığın hısım akraba arasında geçen
çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı
iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım, ama yazı makinemin başına
oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı.
Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki
yalnızca gördüğü olağan şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı
öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve
imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı
büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı dikkat ve
keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar,
çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım, kitabımda
gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız.
TIK
Uzun süredir yapmak istediği, ama gerçekten yapabileceğini hiç sanmadığı
bir şeyi yaptığını belli belirsiz kavrıyor, yine de ne yaptığını
bilmiyordu…
Şu havaya bak, güneşin vızıltısına kulak ver, her şey tıpkı dünkü ve önceki günkü gibi. Bugün de pazartesi.
İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.
Kendine iyice yabancı gelen, içindeki hiçbir şeyin ve hiç kimsenin
yüreğinde en ufak bir sevgi kıpırtısı uyandırmadığı bir evde yapayalnız
kalmış, kaybolmuştu.
Dünya yuvarlak, tıpkı bir portakal gibi.
Çünkü yüzyıllık yalnızlığa mahkûm edilen soyların, yeryüzünde
ikinci bir deney fırsatları olamazdı.
Nerede olursan ol geçmişin bir yalan olduğunu, anıların dönüşü bulunmadığını, geçip giden hiçbir baharın yeniden ele geçirilemeyeceğini, aşkların en çılgınca ve en vazgeçilmez olanının ömrün sonundaki bir anlık gerçek olduğunu aklından çıkarma.
Gitme zamanı gelmişse ‘dur’ demenin, zaman geçmişse ‘dön’ demenin ve aşk bitmişse ‘yeniden’ demenin hiçbir anlamı yoktur.
Birisi kabuk tutmuş yaralarımızı okşamaya başladığında, cırt diye açılıveriyor ve kanamaya başlıyor yeniden oluk oluk. Birine teslim olduğumuzda ve içimizi döktüğümüzde, bedenimiz ve ruhumuz kan içinde kalıyor. O yüzden değil mi içimizi tutmalarımız, birine teslim olmaktan korkmalarımız, ortalıkta gergin ve tedirgin dolanmalarımız? “Anlatsam mı, anlatmasam mı?” kararsızlığımız. “Bu sevgi beni acıtır mı?” kuşkularımız.
Her zaman seni üzecek birileri olacaktır. Tek yapmamız gereken; sevginin bize vaad ettiklerine güvenmeyi sürdürmek ama kime ikinci defa güveneceğimizi de iyi seçmek.
Sadeliğin üstünlüğünü, ayrıcalığını anlayabilmesi için otuz iki savaş
çıkarması, ölümle bütün anlaşmalarını bozması, ün denilen pisliğe bir
domuz gibi bulanması ve tam kırk yıl yitirmesi gerekmişti.
Sonunda düşünceleri öylesine durulaştı ki, her şeyin önünü ardına
görebilir duruma geldi. Bir gece Albay Gerineldo Marquez'e, "Sana bir
şey soracağım, arkadaş," dedi. "Niçin savaşıyorsun?"Albay Gerineldo
Marquez, "Niçin olacak?" diye karşılık verdi. "Yüce Liberal Parti için
tabii.” "Niçin savaştığını bildiğin için şanslısın doğrusu. Bana
gelince, ancak şimdi kafama dank etti: Ben yiğitliğe kara çaldırmamak
için savaşıyorum."Albay Gerineldo Marquez, "Bu kötü işte," dedi. Albay
Aureliano Buendia, onun bu tavrından hoşlanmıştı. "Doğru," dedi. "Ama
yine de, niçin dövüştüğünü bilmemekten iyidir." Arkadaşının gözlerinin
içine baktı ve gülümseyerek sözünü tamamladı: "Ya da senin yaptığın
gibi, hiç kimse için anlam taşımayan bir şey adına savaşmaktan iyidir."
Amaranta, her an, ister uykuda, ister uyanık olsun, ister öfkeli, ister
sakin olsun, hep Rebecca'yı düşünürdü. Çünkü yalnızlık, anılarını
ayıklamış, yaşamın yüreğinde biriktirdiği özlem dolu süprüntüleri
yakmış, geriye en acı anıları bırakarak onları arıtmış büyütmüş,
sonsuzlaştırmıştı.
Yüreğin o giderilemez unutkanlığıyla değil, çok daha amansız ve hiç
dönüşü olmayan bir başka çeşit unutkanlıkla unutulmuş olduğunu anladı.Bu
unutkanlığı iyi bilirdi, çünkü ölümün unutkanlığıyla bu. İşte o zaman
ayıldı.
Düşlerinin paramparça oluşundan çok, yaralarının verdiği sızıdan acı duyuyordu.
Papaz efendi o tarihlerde bunamaya başlamıştı. Bu bunaklığı giderek
artacak ve yıllar sonra papaz, şeytanın Tanrıya başkaldırışının belki de
zaferle sonuçlandığını ve gaflet içindekileri faka bastırmak için
gerçek kimliğini gizleyerek, gökler katındaki taht'a şeytanın oturduğunu
ileri sürecekti.