05 Şubat 2014

Aşkın Nörobiyolojisi

Aşk, tanımlanması güç bir kavramdır; bu zorluk aşkın öznelliğinden kaynaklanıyor şüphesiz… Yine de genel bir tanımlama yapmak gerekirse aşk için belli bir kişiye yönelik hissedilen kuvvetli tutku ve sevgi duygusu diyebiliriz. Aşk, bireylerin cinsel etkinlikleri ile de ilişkili bir kavramdır, çünkü kişinin arzuladığı birine duyduğu emosyonel bir bağlanma söz konusudur. Bu akıllara yeni bir yumurta-tavuk sorunsalını getirebilir zira hangisinin önce geldiği merak konusudur: Arzuladığımız için mi emosyonel bir bağlanma gelişiyor, yoksa emosyonel bağlanma sonrasında mı o kişiye yönelik arzu (burada bahsettiğimiz özellikle cinsel arzu) artmakta? Bunu yazının ilerleyen bölümlerinde netliğe kavuşturabiliriz belki…

May, aşk kavramının libido (cinsellik/şehvet), eros (üretme/yaratma dürtüsü), filia (dostluk/kardeş sevgisi) ve agape/caritas (ötekinin refahı için adanmış sevgi) olarak dört farklı türde olabileceğini ve gerçek bir aşk deneyiminin bu dördünün karışımından oluşabileceğini vurgulamıştır. Aşk ve sevgi ilişkilerini psikodinamik açıdan inceleyen Kernberg ise olgun bir cinsel sevgi ilişkisinin diğerine yöneltilmiş cinsel uyarılma, libidinal ve agresif enerjilerin yatırıldığı kendilik ve nesne tasarımlarının kaynaşmasıyla oluşan hassasiyet, diğeriyle özdeşim ve tutkulu bir özellik taşıyan cinsel/nesne ilişkisi ve süper ego yatırımlarından oluşan karmaşık bir duygusal yapı olabileceğini belirtmektedir. Psikanalitik kuramın kurucusu Sigmund Freud ise “aşk yoktur, libido vardır” der.

Yapılan tüm tariflere ve tanımlamalara karşın unutulmamalı ki aşk durağan değil, kişiden kişiye ve içinde bulunulan sürece göre değişkenlik gösterebilen bir duygudur. Dahası her aşk ilişkisinin kendine has bir dinamiği vardır ve bu dinamikler, bilinç sınırları içerisindeki faktörler kadar bilinçdışı faktörlerden de etkilenebilirler. Kişilerin geçmiş ilişkileri, çevrelerinde gözlemledikleri ilişkiler ve hatta okuduğu-izlediği aşk ilişkilerine dair örnekler de yıllar içerisinde belli bir algı oluşturur (buna sosyal öğrenme diyebiliriz), yaşanan diğer ilişkiler bu algıların da etkisiyle şekillenir. Bahsettiğimiz tüm bu faktörler, aşk duygusunun öznelliğinin altında yatan sebeplerdendir.

İnsan hayatında oldukça önemli bir yer tutar “aşk”; öyle ki çok eski tarihlerden bu yana pek çok kişi aşkı uğruna hayatından vazgeçmiştir. Peki bu denli güçlü bir duygu yaşanırken insan beyninde neler olup biter. Bunu açıklamak için biraz aşk ile ilgisi olabilecek beyin bölgelerinden, nörotransmiterlerin ve nöropeptidlerin etkisinden bahsedeceğiz.

Beyinde dopamin miktarındaki artışın ilginin belli bir şeye odaklanmasına ve amaca yönelik davranışların artmasına neden olduğu biliniyor. Aşkın da sevilen kişiye yönelik bir ilgi odaklanması olduğu düşünüldüğünde dopaminin bu işte parmağı olduğunu düşünmek hiç de zor değil. Dahası, motivasyon, ödül, enerji hali, uykusuzluk, soluk alma hızında artış, iştah azalması, dikkat ve haz sistemleri ile ilişkili olan dopaminin bu etkileri aşkın insan üzerindeki etkileri ile örtüşmekte. Dopamin artışı aynı zamanda testesteron artışına da yol açıyor. Hem kadın hem erkek için cinsel arzunun belirleyicisi olan testesteron dopamin artışı ile tetikleniyorsa, aşkın dopamini; dopaminin testesterenu tetiklediğini, dolayısıyla aşkın cinsel arzuyu körüklediğini söylemek mümkün. Belki de bu nedenle aşık olunan kişi ile yaşanan cinsel deneyimlerin, diğerlerine oranla daha derin ve akılda kalıcı hazlar yaşattığı söylenmektedir.

Dopamin artışı ile tetiklenen diğer bir nörotransmiter norepinefrindir. Norepinefrin de tıpkı dopamin gibi uyarıcı bir etkiye sahiptir ve bu nedenledir ki aşık olduğumuzda uykuya ve yemeye daha az ihtiyaç duyarız. Norepinefrinin de cinsel arzuyu tetikleyici bir etkisi bulunur. Norepinefrinin bu etkisine en büyük delil amfetamin kullanıcılarıdır; amfetamin etkisini norepinefrin aracılığıyla gösteriyor, norepinefrin de testesteron düzeyinde artış meydana getiriyor ve sonuç olarak bu da kullanıcılarda artan cinsel isteğe sebep oluyor.

Seratonin, aşık olma hali ile ilgisi tartışılan Bir nörotransmiterdir. Aşık olunduğunda dopamin ve norepinefrinde meydana gelen artışa karşılık seratoninde bir azalma söz konusudur. Çalışmalar romantik aşkın özellikle erken evrelerinde görülen seratonin azalmasının obsesif kompulsif bozukluk hastalarındakine benzer düzeylerde olduğunu göstermiştir. Bu nedenle aşkın bir tür obsesyon olarak nitelendirilmesinin de bilimsel temellere dayandırılması olanaklı hale gelmiştir. Romantik aşk döneminde, hem erkek hem kadınlarda kortizol düzeyleri yüksek bulunmuş fakat bu sonuçların bir yıl süre sonunda normal seviyeye inmiş olduğu gözlenmiştir. Bu durum aşkın yerini zamanla olgun bir sevgiye ve bağlanmaya bırakması ile de açıklanabilir.

Bağlanma söz konusu olduğunda oksitosin ve vazopresin hormonlarından bahsetmeden geçemeyiz. Kadınlarda oksitosin salgısı ilk olarak doğum sırasında rahimin kasılmasına ve emzirmede süt gelmesini kolaylaştırması ile akla gelir. Oksitosinin bunlardan daha soyut bir etkisini anne-bebek arasındaki bağlanma sırasında görürüz. Yetişkinlerde, yani çiftler arasında da benzer bir bağlanma yine oksitosin sayesinde gerçekleşir. Orgazm sırasında kadınlarda oksitosin, erkeklerde vazopresin artışı olur. Oksitosin ve vazopresin ile testesteron arasında bir tür ters orantı olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki, oksitosin ve vazopresinin artması ile testesteron azalmakta; testesteronun artması ile de vazopresin ve oksitosin hormonları azalmaktadır. Testesteron düzeyi yüksek olan erkeklerin daha az evlendiği, daha sık aldattığı, daha sık boşandığı ve evli bir erkeğin ailesine daha çok bağlandığı, özellikle de yeni doğan bebeğini kucağına aldığı zaman testesteron seviyesinin en düşük düzeyde olduğu bildirilmiştir. Bu bilgiler de bağlanma-tek eşlilik-aldatma gibi konularda yeni tartışma sorularını gündeme getirebilir. Bu konuya ilişkin yapılmış bir araştırma tek eşli ve çok eşli davranış örüntüsüne sahip tarla fareleri üzerinde gerçekleştiriliyor. Birinci grup tek eşli farelerden oluşuyor ve bu grupta eşler birbirlerine sadıklar. İkinci grupta ise çok eşli fareler var ve bu fareler çiftleşmenin hemen akabinde yeni partner arayışına yöneliyorlar. Bu iki grup arasındaki fark incelendiğinde oksitosin ve vazopresin reseptörlerinin yerlerinin birbirinden farklı olduğu bulunuyor. Yine Atlanta’da bulunan Emory Üniversitesi’nde Larry Young ve ekibi tarafından gerçekleştirilen benzer bir çalışmada çok eşli farelere bir virüs enjekte ediliyor. Bu virüs, tek eşli farenin gen varyantını çok eşli farenin beynine taşıyor ve bunun sonucunda çok eşli fareler tek eşli davranmaya başlıyorlar. Bunun tam tersi olarak da tek eşli farelere sensörleri bloke eden bir ilaç verildiğinde tek eşli fareler çiftleşmenin sona ermesi ile yeni bir eşin peşine düşüyorlar. Tüm bu veriler insanlarda cinsel davranışları belirleyen genetik faktörlerin ya da reseptörlerin dağılımının sadakat ile bağlantısı olup olamayacağına ilişkin soruları akla getiriyor.

Aşk ilişkilerinin erken evrelerinde sinir büyüme faktörü (NGF) salgısında artış olduğu da gözlenmiştir. NGF salgısında gözlenen artışın yakın dönemde aşık olanlarda, uzun süreli ilişkileri olanlara veya hiç aşık olmamışlara göre anlamlı olarak daha fazla olduğu gösterilmiştir.

Aşk ilişkilerindeki belirleyici rolünden sıkça bahsettiğimiz cinsel uyarılma ve şehvet duyguları sırasında aktive olan beyin bölgeleri hipotalamus, anterior singulat girus, striatum ve nucleus accumbenstir. Bazal ganglionlarda bulunan striatumun bir parçası olan nucleus accumbens haz ve ödül merkezidir ve nucleus accumbense bağlantılar amigdala, dorsolateralprerontal korteks (DLPC) ve ventral tegmental alandan (VTA) gelmektedir. VTA, dopamin üreten hücrelerin bulunduğu beyin bölgesidir ve aşk duygusu ile birlikte harekete geçtiği zaman daha çok dopamin üretilmesine neden olur. Daha fazla dopamin üretilmesi ve artan kaudat çekirdek aktivitesi ise aşık olunanı elde etmek gibi hedefe-ödüle yönelik davranışları artırmaktadır. Beynin ortasında “C” şeklinde yer alan kaudat çekirdek aşkla ilgili önemli beyin alanlarından bir tanesidir. Ödülün algılanmasını, hedef alınmasını ve elde edilmesi için gereken motivasyonun harekete geçirilmesini sağlamaktadır. Kaudat çekirdek aynı zamanda ilginin odaklanması ile ilgili görevlere de katılmaktadır.

Seksüel davranışlar, beyinde talamusun altında bulunan ve üçüncü ventrikülün tabanını oluşturan önbeyin bölgesi hipotalamus tarafından kontrol edilir. Özellikle ön ventral hipotalamus ve erkeklerde korteks priformis seksüel davranışlarla ilgili işlevleri yürüten bölgelerdir.

Vazopresin ve oksitosin de çekirdeklerden oluşmuş bir yapıya sahip olan hipotalamusun kontrolündedir. Nucleus supraopticus ve nucleus paraventricularis çekirdekleri aracılığıyla vazopresin ve oksitosin salınımları düzenlenir.

Seksüel duygularla ilgisi bulunan başka bir beyin bölgesi de amigdaladır. Amigdala, beyinde temporal lobun merkezinde konumlanmış çekirdekler grubudur ve 100’e yakın çekirdekten oluşmaktadır. Emosyonların denetimi amigdala tarafından gerçekleştirilir ve tüm memelilerde sağ amigdala sola göre %16 daha büyüktür. Bu da, sağ hemisferin emosyonlara sola göre daha duyarlı oluşunu açıklayabilir. Amigdala çekirdeği bünyesinde koku, tat, dokunma ve görsel uyaranlara yanıt veren spesifik hücre grupları vardır fakat görsel uyaranlara yanıt veren hücre sayısı daha fazla miktardadır. Erkek amigdalasının, dişi amigdalasından %20 büyük olduğu da bilinmektedir. Görsel cinsel uyaranlara karşı erkek amigdalası, özellikle de sağ amigdala çok hızlı aktive olurken dişilerde daha yavaş olmak üzere sol amigdala aktive olmaktadır. Bu bilgi erkeklerde röntgencilik ve pornografinin daha yaygın görülmesini ve kadınların görsel cinsel uyaranlar karşısında erkekler kadar hızlı uyarılmıyor oluşunu açıklayabilir. Tüm merkezi sinir sistemi (MSS) içinde erkek amigdalası, vizüel cinsel uyaranlara karşı ilk aktive olan ve en çok aktive olan yapıdır, buna karşın cinsel birleşme ve ejakülasyon sonrası tüm MSS’de aktivasyonu ilk sonlanan yapı da erkek amigdalasıdır. Dişilerde ise cinsel birleşme sonrası amigdala aktivasyonu diğer MSS yapıları ile birlikte sonlanır. Bu da erkeklerin cinsel birleşme sonrasında kadınlara göre daha az partnerine sarılıp yatma ve daha az partnerine dokunmaya devam etme eğiliminde olduklarını açıklayabilir.

Söz konusu aşk olunca ortaya atılan milyonlarca teoriden söz etmek mümkün. Elde edilen bilimsel verilere yenilerini ekleyerek aşkın doğasına ışık tutabilir ve bu konudaki bilgi kirliliğinden arınma şansına sahip olabiliriz. Bu belki de ilişkilerdeki algılarımızı, partnerlerimizin davranışlarını ve ne istediğini, daha da önemlisi kendi isteklerimizi ve isteklerimizin kökenini anlamamıza; bu doğrultuda olaylara yön verme konusunda daha fazla irade sahibi olmamıza olanak tanıyarak aşk ilişkilerine daha fazla “farkındalık” katmayı sağlayabilir. 


Melis Demircioglu-Nörobilim