06 Mayıs 2013

Uzun Bir Adam - İlhan Berk

Nedir sıkıntı? Neye benzetebiliriz onu? Neyle karşılaştırabiliriz? Bir sözcük olarak onu (aynı anlama gelmese bile) başka hangi sözcüğün yanına koyabiliriz. Sıkıntının tanımı bana dünyanın en güç sözcüklerinden biri olarak görünmüştür. Valéry’nin onu “derin düşüncenin kaynağı” olarak görmesineyse şaşmamak elde değil. Sıkıntının tanımının zorluğu bütün insanlarca paylaşılmamasından, bilinmemesinden geliyor. 

Ben şiirin gücünü hiçbir şeye değişmem: Değişmem, çünkü -savaş da dahil-  şiirin bütün kötülüklerin, pisliklerin üstesinden geleceğine inanırım. Bundan da hiçbir kuşkum olmamıştır. Niçin olsun ki? Şiir dediğimiz bu ele avuca sığmayan şeyin ( evet şeyin) tanımı bile yapılamamasına karşın canlı bir varlıktır.

O gün anneme İzmir’i, yani deniz gördüğümü söylemedim. Sanırım hiçbir zaman da söylemedim. Baygın yattım, onu biliyorum. Bu benim dünyayı görmeye ilk çıkışımdı. Ve deniz dedikleri artık yalnız bir sözcük değildi. Yalnız o mu? O denli ilginç olan bir sözcük daha vardı ki o benim bütün çocukluğumu büyülemişti. Dünya dedikleri şeyin de yerini alıyordu. İzmir’di bu. Deniz gibi o da çocukluğumun en büyülü sözcüğü kaldı. İzmir adını bir tabelada yazılı gördüğüm zamanki sevincim korkunçtur. Beyaz bir yüzeye yazılmıştı. Bir dikdörtgendi ve kıyıları siyah çizgilerle çevrilmişti. Bunu görünce işte dünyayı görmeye çıktığımı asıl o zaman anlayıverdim. Yerkürenin kabuğunu böyle çatlattım.

Dünyaya gelişimle ilgili hiçbir şey anımsamıyorum. Gök, her zamanki gök, evler, sokaklar, çarşılar her zamanki evler, sokaklar, çarşılar olacak. Başka türlü olsaydı anımsardım, diyorum. Belki de bakmak, görmek, işitmek beni bugünkü gibi ilgilendirmiyordu. Kim bilir? Dünyaya gelmiş olmak, bir bunu bilmek bana yetiyordu. Dünyaya gelen her şey de böyle olmalıydı. Her şey: -DÜNYADAYIZ! diyor ve benim gibi de başka bir şey bilmek istemiyordu.

Dünya dediğimiz karalar, denizler, insanlar, hayvanlar, bitkiler kentler değil de, yalnız bir ev. Sanki çocuk olmamışım ben. Bunu böyle istemiş olabilir miyim? Sanmıyorum. Çocukluğunu, bunu kim bilmek, anımsamak istemez. Çocukluk gibi güzel bir şey var mıdır bu dünyada? Yani bu dünyayı kendi malın gibi bilmek, onu öyle kullanmak, onda evinin bahçesinde dolaşırmış gibi dolaşmak, oynamak… Bunu kim istemez? Kim böyle bir dünyada çocukluk yok diyebilir? Ama bunu ben diyorum. Çocukluğunu yaşamış olanlarla benim aramdaki ayrım nedir? Öyleyse sanıyorum ki benim çocukluğum olmadı derken, babamı, bir onu düşünüyorum da böyle diyorum. Aslında benim “Babam olmadı, ben baba nedir bilmiyorum” demek yerine, “Çocukluğum olmadı benim,” diyorum. 

Babam, ben doğunca çekip gitmiş, bir daha da eve ayak basmamıştı. Bir yeniyetmeyken öldüğünü öğrenince de hiçbir şey duymadım. Bugün mezarı nerededir? Onu da bilmiyorum. Merak da etmiyorum. Bütün bunlara şaşmamak elde değil. Çocukluk nasıl unutulur? Nasıl yadsınır? İşte bunları düşünüyorum da belki de ben çocukken daha belleğim oluşmamış, kurulmamış, gelişmemişti diyorum. Böylece de bütün bir çocukluk çağı kapalı bir sandık gibi bir kıyıya atılmış ve hiç açılmamıştı. Sonra da bir gün bu sandık açıldığında, artık bu dünyada yeri olmadığı da anlaşılmış ve daha bir kıyılara atılmıştı. Sonunda da o da kendini silip atmıştı. Böyle olmalı.

Cebimde parayla pek eve döndüğüm, paramla kendime bir şeyler aldığım yok usumda. Para hep elime değer kalırdı. Bakardım paralara ve çok severdim. Ustamın yine dükkânda olmadığı bir gün, sattığım bir ciğerin parasını tam cebime atıyordum ki ustam çıkageldi ve benim parayı cebime koyduğumu gördü. Hiçbir şey demedi, baktı öyle yüzüme, ben de parayı çıkarıp yerine koydum. Kızarıp bozardığımı iyice anımsıyorum. O akşam eve süklüm püklüm gittim. Ciğerci çıraklığım da böylece son bulmuştu. Bir daha o sokaktan geçmedim. Hepsi bu. Para çalmıştım ve atılmıştım. Bugün bunu anımsarken hiçbir utanç duymuyorum, neredeyse doğal bile buluyorum. Sanırım o zamana değin parayı bilmiyordum, insanların istediği şeyi, istediği şeye çeviren bu büyülü, o denli de güçlü şeyi, ben de bilmek isterdim elbet. Hem niçin çalışıyordum? Para hep elime değecek ve hiç kullanamayacak mıydım? Ama yazık ki başaramamıştım işte, yine elimde gidip gelmişti, o kadar. Bir daha elime ne zaman para geçti, ne zaman onu istediğim bir şeye çevirdim, o büyüyü tattım? Bilmiyorum. Yazık!

Ben çocuk olduğum dünyayı alevler içinde buldum. Beş yaşındaydım ve Manisa yanıyordu. Bütün kent bir gömlekle dağa çıkmıştı. Askerlerimiz aşağıda düşmanla çarpışıyordu. Silah sesini ilk o zaman duydum. İlk topu, ilk uçağı da o zaman gördüm. Düşman sözcüğünü de ilk o gün öğrendim, bir daha da unutmadım. Düşman yangın, top, tüfek demekti; daha çok da ölüm.

Benim çocuk dünyamdaki annem konuşmazdı. Göllere, kımıltısız, duru göllere benzerdi. Sessiz bakardı ve gülerdi. Soran, sorular soran hep ben olurdum. Yanıtlarını o verirdi bütün sorularımın. Ondan en çok duyduğum sözcükse “Allah”tı. Ben de ona en çok Allah’ı sorardım:
-Anne, Allah hiç bize gelmez mi?
-Gelir elbet!
-Ama ben onu hiç görmedim.
-Onun geldiği zamanlar sen hep uykudaydın.
-Bir daha geldiğinde beni uyandır, olur mu?
İncecik ellerini başıma kor “Olur” derdi. Onu işte böyle hep soru yağmuruna tutardım ve hiç kızmazdı. Annemi süslenmiş, kaşlarına, gözlerine sürmeler, rastıklar çekmiş, dudaklarını boyamış, saçının bir telini akıtmış, yeni esvaplar giymiş hiç görmedim. Küçük evimizde işini büyük sessizlik içinde yapardı. Dünya dediği de evimizdi. Sokak onun için dünyanın öbür ucundaki bir yerdi, gereği de pek yoktu. Uzun beli kuşaklı entarisiyle odanın içinde gider gelir, bu da ona yeterdi sanki. Annem için dünyada olmak demek böyle bir şeydi. Annem böyleydi.

 Böyle görüyorum işte kendimi, bir yazıya vurmuş, bir yazı olmuş beni.

Dört erkek kardeştik: Hüseyin, Tevfik, Halil İbrahim ve ben. Hüseyin ağabeyim çocukluğum, gençliğim demek. Ve en çok şu dizelerde var o:
Şiir:
Uzun biri ve tabancasıyla gider gittiği yere ve
her sabah atı bağlanır
Ve dip odalı evler gibi sinirli gergin ve karanlık.

Benim hiç oyuncaklarım olmadı derken, ben bu dünyada çocuklar gibi oynamadım, koşmadım, atlamadım, yüzmedim, ağlamadım gülmedim demek istemiyorum elbet. Yalnız dünün, bugünün çocukları gibi, benim tahta atlarım, kurşun askerlerim, toplarım, silahlarım, taşbebeklerim, su kovalarım, küreklerim, bilyelerim olmadı demek istiyorum. Öte yandan, çocukluğumu düşününce oyuncaklarımın olup olmaması da pek önemli değilmiş gibi geliyor bana. Bir çocuk için oyuncağın ille de pahalı, güzel, değerli olması diye bir şey yoktur biliyorum. Çocuğun oyuncak dediği yeryüzündeki her şeydir: Bir yaprak, bir tahta, bir taş parçası, kırık bir sandalye, bir cam, bir ağaç dalı da oyuncaklarıdır onun. Oyuncak çocuğun “benim” diyebileceği her şeydir. Bunun için de sokağa çıkması yeter. Sokaksa evden çok çocuklarındır.

Ortaokuldayken çekilmiş başka bir fotoğrafta papyon takıyorum. Son sınıfta olmalıyım. Bütün sınıf ayakta. MANİSA ORTAOKULU  yazılı bir tabelanın önünde durmuşuz. Okul şapkamı sola eğmişim. Gözlerim kara, pırıl pırıl.  Temiz giyinmişim, en güzel arkadaşlarımla bir sıradayım. Yakışıklıyım. Saçlarım briyantinli, parlak, ortadan ayırmışım, üstümden özen akıyor. Bir elim pantolon cebinde, öbür elimle ceketimin yakasını tutmuşum. Ellerimi böylece belki de ilk kez koyacak bir yer bulmuşum (ellerim beni çocukluğumdan beri hep uğraştırmıştır, nereye koyacağımı bir türlü bulamamışımdır, hâlâ da öyleyim.

 Yazı yazmaktan ne anlıyorum? Beni ortaya koymasını, bana tanık olmasını dedim. Bir kişi, bir birey olmak istemekten başka ne demektir bu? Evet, yazmaktan anladığım bu işte: Bir birey olmak.

Hiçbir zaman iyi bir öğrenci oldum diyemem. Yazmak tutkusu ilkokulda yapıştı yakama, bir daha da bırakmadı. Bütün öğrenimim boyunca da bana musallat oldu. Beni her şeyimden, ailemden, arkadaşlarımdan, dünyadan uzaklaştırdı. İçime kapattı. Bu yüzden yalnız çocukluğum değil, gençliğim de durgun geçti. Yazmanın dışında bir şey düşünemez, görmez olmuştum: Varsa yoksa şiir. Ders çalışmak bir cehennemdi benim için. Öğrenciliğimi anımsadıkça korkular basar bana. Bu hâlâ düşlerimde bile sürer, korkularla uyanırım. Hiçbir dersi, hiçbir öğretmeni sevmedim. Bu yüzden hiçbir dersi dinlemezdim. Dersler benim için tam kendimi dinleme yeriydi. Her şeyden bir kurtuluştu sanki.

Gövdeden çıkmayan bir sözcükle yazılmaz. Sözcükler, “arzunun bu karanlık nesneleri”, gövdenin yörüngesine düşmeye görsünler, tepeden tırnağa arzuyu kuşanırlar. Yazıya giren her sözcük -en masumları bile- yazmak eyleminin arenasına girdiklerinde, gövdenin cehenneminden kurtulamazlar. Gövde çünkü aşkla yapar her şeyi. Arzusuz gövde ölü doğmuş gövdedir. Yani herhangi bir sözcüğü değiştirmeyen, onu gövdesinde duymayan, ona başkaldırmayan (iktidar, mülk, işkence), ya da onunla olumlu olumsuz ilişkiye girmeyen gövde yoktur. Vücuduma baktığımda bütün bunları görüyorum.

Yüzümü bilmiyorum ben.  Oysa herkes yüzünü avucunun içi gibi bilir: Ben bilmem. Hem sık sık aynaya bakarım ben. Sıkar yüzüm beni. Öte yandan çocukluğumdan beri yüzüm biricik ilgi alanım olmuştur. Kimin olmamıştır? Bugün de bundan kurtulmuş değilim. Bu böyle ama, öyle bir yere vardım ki yüzümü unutmak istiyorum artık. Yüz ki kimliktir; belki de bu kimlik sıkıyor beni. Değil mi ki her yere onu taşıyoruz ve ondan kurtuluş yoktur. Bundan sıkıcı ne olabilir? Hem yalnız yüz mü? Ad da yüz gibi bağlamıyor mu bizi? Onu da her yere götürmüyor muyuz? Adımızı bırakmaya alışık değiliz. Korkunç bu.

Yüz ölüm taşır: Radikal, kışkırtıcı, kaotik. Gene yüzüme dönersek bütün yüzler gibi benim yüzüm de kendinden başka hiçbir şeye benzemez: Benzersizdir yüz.  Her şeydir. Yüzü kurcalamalı. Yüzüm üstüne bu yazıyı bitirirken son olarak gene ona bakıyorum: Gülüyor bana.

Anlatıya kavuşmuş her şey ölüdür’ü Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum kitabımda söyledim. Gene de öyle diyorum. ‘Okunmayan kitap var olamaz.’ Bu gün de böyle düşünüyorum. Her şey yerinde doğrulanır. Fırtına fırtına olduğunu bilmez. Bilse de değişmez. Bilmeye değer şeyin öğretilemeyeceğini de bilelim: Us her şey değildir.

Büyük bir şiir hiç mi hiç anlam kokmaz, yoksa da dolaylı kokar. Şiiri us yürütmez çünkü. Şiirde us hiç mi hiç işe yaramaz: yarar: aksak bir us olarak yarar.

Ben şiirin gücünü hiçbir şeye değişmem: Değişmem, çünkü -savaş da dahil-  şiirin bütün kötülüklerin, pisliklerin üstesinden geleceğine inanırım. Bundan da hiçbir kuşkum olmamıştır. Niçin olsun ki? Şiir dediğimiz bu ele avuca sığmayan şeyin ( evet şeyin) tanımı bile yapılamamasına karşın canlı bir varlıktır.