26 Kasım 2012

Funda Soysal - Tante Rosa’dan Sevgi Soysal'a Yolculuk

    


 Ölüm, bazen öyle zamansız ve acıdır ki, koyu bir gölge olup siner kısa da olsa dolu dolu yaşanmış bir yaşamın ve o yaşamdan geride kalanların üstüne. Ne yazık, Sevgi Soysal’ı kırk yaşında aramızdan ayrıldığı 1976’dan beri hep ölümüyle anımsadık. Ama artık bundan sıyrılıp, onun gibi ölüme karşı, “Aslolan hayattır,” diyebilmek, o kısa ömründe ürettiklerine sahip çıkabilmek, onları olsun hayata döndürebilmek gerek. İşte buradan yola çıkarak, Sevgi Soysal’ı bir yazar olarak yaşatmak,sürüp giden yaşamın içine yine katmak düşüncesiyle İletişimYayınları ile birlikte bütün eserlerini yeniden yayımlamaya başladık. 

Böyle bir işe girişirken, ilk olarak hangi eserle başlanacağı,yani ilk adımın ne olacağı önemli bir soru oldu. Sonunda Tante Rosa’da karar kılındı. Bu, Sevgi Soysal’ın ilk kitabı değil,ne de en başarılı, en bilinen romanı. Ama Tante Rosa, Sevgi Soysal ile ilk kez buluşacak okura, onu tanıtmak için en doğru kitap olabilir. Sevgi Soysal’ın anneanne ve teyzesinden başlayıp kendisinde biten bir kadınlık çizgisi diye nitelendirdiği,Tante Rosa’nın yaşamından kesitler veren bu on dört kısa hikâyede, yazarın kimi yerde hak verircesine anlayışlı davranıp,kimi yerde acımasızca dalga geçtiği Rosa’yla kurduğu yoğun ilişki, Tante Rosa kadar Sevgi Soysal’ı da tanıtır okuyucuya.Bu ilişkiden, kadınlık denen bir ortak payda çıkar ortaya; kabullenmek için değil, farkında olmak için. Böylece okuyucu,genelde 1970’li yıllardan, 12 Mart döneminin simge yazarı olarak tanınan Sevgi Soysal’ı, başına 12 Mart işleri açılmadan önceki, kadınlıkla uğraşan yazar haliyle tanıma fırsatını bulur. Bunun ise, zamanı hiç geçmez. O yüzden, ilk olarakTante Rosa...

 Tante Rosa, 1968’de ilk kez Dost Yayınevi tarafından yayımlandığında, edebiyat çevrelerince ilginç bulunur, ama pek anlaşılamaz. Nedense, hep vurgulanan Tante Rosa’nın yabancılığı ve aykırılığı olur. Memlekette romancıları bekleyen onca sorun,romanlaştırılacak onca memleket kadını ve memleket kadınında onca başka sorunu varken, neden Almanya’da yaşayıp ölen,arkasına bakmadan kocasını ve hele de çocuklarını terk ediveren, orospuluğa bile özenen bir Tante Rosa sorusu yankılandırılır dört bir yandan. Yazarın annesinin Alman olması, romanının da yabancılaştırılmasını kolaylaştırır. Kadınlıkla, hele de yabancı bir kadınlıkla karşılaşmak sanki ürkütücüdür. 

Tabii 1968’lerin Türkiyesi’nde Tante Rosa’nın yadırganması tuhaf değil; ama masum da değildir bu yadırgayış. Doğrudur,Sevgi Soysal’ın çizdiği Tante Rosa portresi ancak modern bir toplumda varolabilecek bir kadındır. Tante Rosanın yaşadığı toplumda kadın, istemediği bir düzeni bırakıp gidebilir, kendi yaşamını yeni baştan defalarca kurabilir. Gerçekte, kadına böyle bir yaşam alanı tanımayan bir toplum için Tante Rosa,Alman olduğu için değil, özgürlüğünü sahiplenen bir kadın olduğu için yabancıdır. Ama bu yabancılığı vurgulamak, TanteRosa’da asıl anlatılanın, nerede ve ne zaman yaşıyor olursa olsun, her kadının içinde varolabilecek “kadınca bilemeyişler”in hikâyesi olduğunu gözardı etmek olur. Tante Rosa’da, okuyan her kadına tanıdık gelen bir kadınlık hali vardır; Tante Rosa,sanki kadınlığın kimliğe bürünmüş halidir. Sevgi Soysal, bukadınlık denen şeyi, anlatılması, romanı yazılması gereken birşey olarak gördüğü için mi yadırgandı acaba diye bu günden geriye doğru sormamak, neredeyse imkânsız gibi gibidir. 

Yazarın böylesi erken bir zamanda bu bilinci kazanmasının ardında elbet kendi aile ve yaşam deneyimlerinin etkisi vardır.Tante Rosa’yı Almancaya çeviren Sevgi Soysal’ın annesi AliyeYenen, bu kitabı bir Alman’ın değil, ancak büyürken ailesindeki Alman kadın akrabaları ilginç bularak gözlemleyenSevgi Soysal’ın yazabileceğini söyler. Tam da bu yüzden, asıl önemli olan, Sevgi Soysal’ın bu kadın varoluşunu Tante Rosa gibi bir kitapla yazınımıza yansıtmış olmasıdır. Bu açıdanTante RosaTürkiye için erken öten bir horoz gibidir. SevgiSoysal’ın, Tante Rosa’yı, Türkiye’ye yabancı bir ortamda kurgulayışının gerisinde, kendi yaşam deneyimleriyle bu ötüşün erken, bedelinin de ağır olduğunun bizzat farkında olmasının yattığı dahi söylenebilir.

 Öte yandan, Tante Rosa’yı okurken, yazarın böyle ciddi bir iddiayı dile getirdiğini fark etmeyebilirsiniz de. Tante Rosa, karakteriyle büyüleyici bir kadındır. O büyüleyiciliğin ardında, her kadının içinde yatan bir farklılaşma isteği peşinde çoğu kadının cesaret edemeyeceği kadar koşabilmesi, koşarken düştüğünde, çoğu kadında olmayan bir kendini sevme neşesiyle tekrar kalkabilmesi, yenilgi ve yanılgılarını çoğu kadın gibi başkalarının demesiyle değil, kendi iç sesiyle yargılayabilmesi yatar. Tante Rosa’nın yaşamı bir başarısızlık öyküsü gibi gözükse de, içindeki prensesin ölmesine izin vermeyen Rosa’ya acımak ve gülmek kadar, hayran olmamak da zordur. Tante Rosa’nın iç sesi ve Sevgi Soysal’ın alaycı dili, kitap boyunca bu ikilemleri bir sonuca bağlanmadan dile getirir ve okuyucuyu,özellikle de kadın okuyucuyu, kendi varoluşuyla baş başa bırakarak aradan çekilir.

 Sevgi Soysal’ın onu hiç tanımamış kızı olarak benim ekleyebileceğim tek şey, yokluğunun nasıl bir kayıp olduğunu ölmeden iki ay önce çekilen ve bu kitabın kapağından size bakanfotoğrafının bile anlatabileceği annemi, kitaplarıyla, en çok da Tante Rosaile tanıyıp sevmiş olduğumdur......Tante Rosa’dan Sevgi Soysal'a Yolculuk Funda Soysal

 

 

İlk yayımlandığında "yerli" olmamakla eleştirilen Tante Rosa, Sevgi Soysal'ın, sinemaya da uyarlanan en özgün eseridir. Bir roman bütünlüğüne sahip olacak şekilde birbirine ustalıkla bağlanmış on dört hikayenin ana konusu kadınlık ikilemleridir. Sevgi Soysal'ın, o kendine özgü ironisiyle anlattığı Tante Rosa, yaşamın kurallarına ve sınırlandırmalarına başkaldıran, ancak kadınlığına hapsolduğu için hep yenilen biridir. O, "bütün kadınca bilmeyişlerin tek adıdır."