Şiiri Şiirle Ölçmek, modern şiirimizin en özgün ve üretken şairlerinden
biri olan Edip Cansever’in (1928-1986) bütün yazılarını, söyleşilerini
ve soruşturma yanıtlarını ilk kez bir araya getiriyor.
Cansever’in yazılarında, poetikasını belirleyen, yaşama ve şiire bakış açısını ortaya koyan, şiirini anlamamızı sağlayacak pek çok ipucu bulunur. Örneğin, Türk şiirinde az rastlanan “dramatik monolog” türünü neden tercih ettiğini göstermesi bakımından en önemli yazılarından biri olan “Şiiri Bölmek”te, Cansever, hep birilerine ya da bir şeylere uyum göstererek yaşadığımızı, sonuçta kişiliğimizi yitirdiğimizi vurgular. Ona göre, direnmekle çevreye uymak arasında şaşkına dönen ve çeşitli rollere bölünen bireyin şiirde hakkıyla temsili, şiirin de anlatıcılara bölünmesiyle, yani dramatik bir şiirle mümkündür.
Okuyucu, “Düşüncenin Şiiri”, “Soyut Somut”, “Şiiri Şiirle Ölçmek”, “Tek Sesli Şiirden Çok Sesli Şiire” ve “Tragedya Üzerine Notlar” gibi yazılarda, ayrıca şaire yerinde soruların yöneltildiği söyleşilerde ve Erdal Öz’e yazdığı mektuplarda da Cansever şiirinin düşünsel temellerine açılan pek çok kapıyla karşılaşacaktır.
- - - - - -
"Yalnızlık, Yenilik ve Katılaşanlar Üzerine"
İnsanın
insandan başka dayanağı yok. Yalnızlık bile,başka insanların varlığı
bilindikçe bir anlama kavuşuyor. Öyleyse bizim yalnızlık dediğimiz şey,
bir kendini ayırmadan (tecrit etmeden) çok, kendine yönelme, kendini
daha yakından inceleme yetisi olmalı. Buysa şiire çok yatkın bir durum;
olup bitenlerin hesabını kendimizden sormak gibi bir şey...Örneğin biri
bir kötülük mü yapıyor, o kötülüğü yapanı sonraya bırakırcasına
kendimize kızmak, kendimizi suçlu bulmak erdemi gibi.
Sevindirici bir olay, yaratıcı bir söz, yadsınmayacak bir güzellik için de aynı şey; ne varsa kendimizde oluşturuyoruz ilkin. Güzelin, çirkinin, iyinin, kötünün düşsel kahramanları olmak özümüzde var bizim.
Şair kısmı buna katılmadan, bu kahramanlığı sindirmeden edemiyor işte. Övgüye de yönelse yergiye de, karşısına çıkan ilk varlık “ben” oluyor. Böylece her şeyde kendine benzer bir şeyler bulduğu gibi,yazdığı şiirlerde de herkesin kendine benzer bir şeyler bulmasına alan hazırlıyor o. Bence böylesi bir yalnızlık çok doğal ve olumludur, övülmeye değer.
Ama “ben”e sığınmaktan çok daha kolay olan bir durum daha var: Tanrıya sığınmak, her şeyi Tanrıdan bilmek! Oysa bu kısa yoldan erince kavuşmak, sorumluluğu üstümüzden atmak değil de nedir? Bir de din kavramını genişletin; çeşitli öğretilerin de sarsılmaz, değişmez bir dayanak olduğunu düşünün! O zaman insanı öteki yaratıklardan ayırdeden düşüncenin nasıl durduğunu, nasıl katılaşıp kolaylaştığını, yeniliklerin nasıl düşmanca izlendiğini görüp şaşıracaksınız.
Şiir yazıyorsanız marazi bir yalnızlıkla, düşünür yanınız ağır basıyorsa güçsüzlükle örneğin yurt yönetimiyle uğraşıyorsanız kötülükçülükle (hainlikle) suçlanacaksınız. Ama bu durumda bile serinkanlılığınız yok olmayacak. Çünkü siz şairseniz onları, onların yaşamlarını, yaşamlarındaki çıkmazları da anlıyor,değerlendiriyorsunuz demektir.
Ne var ki serinkanlı olmak çatışmaktan kaçmak anlamına gelmesin. Neden mi? Düşüncenin durması demiştik. Düşüncenin durması demek,hayatın da durması demektir; yani çatışmanın yok olması...Bakışlarımızı şiire yöneltirsek, insan düşüncesinin durmadığını tanıtlayan belgelerden birinin de şiir olduğunu anlayıveririz hemen. Şairin yeniliksiz edemeyeceğini savunmak da işte bu yargıya bağlı. Öyle ki, başka varlıklarda olduğu gibi, şiirin de kendine özgü bir doğal-değişim kanunu vardır, demek yanlış olmaz.
Ayrıca yeniliği ne türlü ele alırsak alalım, bu şairin her zaman için bir çatışma durumunda olduğunu gösterir; yalnızlığı, çok yanlılığı oranında bir çatışma...
Çünkü şiirde yenilik yapmak; bir yanlı kalmaya, bir yanlı düşünmeye, bu durumların da yarattığı bir yanlı saldırganlığa karşı çıkmak özelliğini taşır.
Şairi o bir türlü mistikler diyen adlandırabileceğimiz kişilerden ayıran özellik de budur sanırım. Ayrıca kişi karşı koymayı bilmedikçe şiir de bilmez. Ama burada şu da öne sürülebilir: Çeşitli öğretilere bağlı kurullar, o kurulların yönetmenleri de karşı koymuyorlar mı? Elbette!. Doğrusu bu mantık da hiç yanlış değil. Öylesine yanlış değil ki bir yerde onlara bile katılabilirsiniz. Ama katılamadığınız zaman da onlar gibi saldırgan olamazsınız, elinizden gelmez bu. Elinizden gelen doğrularınızı karşılaştırmak, bundan çıkaracağınız sonuca katlanmaktır.
Gelgelelim onları bu us yoluna çekemezsiniz bir türlü. Onlar kendi kalıpları dışındaki her düşünceyi düşmanlık sayarlar; nerde, ne biçimde olursa olsun soysuz eğilimlerinizden, değerlilikten yoksun şiirler yazdığınızdan söz açarlar.
Kısacası size yüklenmeden edemezler. Çünkü yapıtlarıyla onlara ilk ağızda karşı çıkanlar, gene de şairlerdir de ondan. Bu da onları öfkelendirmeye, düşmanlıklarını arttırmaya yeter.
Öfkeyse düşünceyi büsbütün durdurur; insanı kin ve tutku makinesi haline getirir.
Anlaşmak, bu yoldan bir sonuca varmak olasılığı (ihtimali) kendiliğinden yok olur. Diyebilirim ki, şairler, o bir çeşit mistiklerden daha az düşsever, bir bakıma daha az coşkundurlar. Çünkü şiirin niteliğine kinle düşmanlık sızamaz; şiirin yapısından insan, ne türlü olursa olsun insan vardır da ondan. Bir de bütün bunların karşıtını, yani şair olarak durmadan övüldüğünüzü düşünün! Bu durumda sevinecek misiniz, yoksa yerinecek misiniz?
Bana kalırsa, güzelliğin tanımını bulmuş gibi kendinizden ürkeceksiniz.
Çünkü durmadan övülmek, çevrenizle, içinde bulunduğunuz toplumla ilişkiler kurmak değildir. Bana kalırsa bu, toplumda erimenin, toplum içinde kaybolmanın ta kendisidir. Üstelik sinmenizden pay çıkaracak olanlara sebepsiz bir rahatlık bağışlamaktır. Kısacası karşı koymayı beceremeyenlerin düştüğü bir çıkmazdır bu. Burada tarihsel bir saptamadan söz açmak istiyorum.
Lessing, Yunanlılarla Troialılar arasındaki savaşta önemli bir nokta yakalamış, anlatıyor: “Birbirlerine düşman olan ordular, silahlarını bırakmışlar,ölülerini yakmakla uğraşıyorlar, ve bu esnada her iki taraf da sıcak gözyaşı döküyor. Yalnız Priamos Troialılarına ağlamayı yasak eder.
Dacier (Fransız hellenist ve latinisti),fazla yumuşayacaklarından ve ertesi sabah savaş için fazla cesaret gösteremeyeceklerinden kaygılanıp ağlamayı yasak ettiğini söyler. Peki, ama soralım: Neden sadece Priamos bundan kaygılansın? Neden Agamemnon da Yunanlılarına aynı yasağı koymasın. Şair daha derin düşünüyor: O, bize sadece yetişmiş olan Yunanlıların hem ağlayıp hem de cesaret gösterebileceklerini, yetişmemiş olan Troialıların ise cesur olabilmek için önceden her türlü beşerî duyguyu içlerinde boğmaları gerektiğini öğretmek istiyor.” Görüldüğü gibi, Troialıların durumu övünülecek bir durum değil.
Yunanlılara gelince, onlar olgunluğun, yetişkinliğin,bilgece davranışın örneğini veriyorlar, Yunan toplumuna özgü bir değerlilik bu. Şairin davranışı da Yunanlıların davranışından farklı değil. O da düşüncelerinin, varmak istediği güzelliğin savaşını yapıyor bir yandan. Yapıyor ama hoşgörüden ayrılmayarak, düşmanlığa boş vererek yapıyor.
Bu arada insanlığından en ufak bir şey olsun yitirmiyor; acılarını, mutsuzluklarını,korkularını, kısacası insansı zayıflıklarını saklamadan yürüyor yolunda. Karşındakini düşman bellemeyerekten savaşmanın erdemini düşünün! Öyle sanıyorum ki, bizi savaşsızlığa, gerçek güzelliğe götürecek olan tek yol da budur.
16.05.1960,Yeditepe