25 Şubat 2013

Akademi Hatıraları - Bedri Rahmi Eyüboğlu

Nihayet yıllardan beri delicesine özlediğim mektebe kavuştum.
Bir haftadan beri İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi resim kısmında
talebeyim. Öğleye kadar atelyede heykellerden desen çiziyoruz.
Öğleden sonra nazarî dersler var.

Atelye hocamız Nazmi Ziya Bey. Kırkbeş elli yaşlarında görünüyor.
Derse beyaz gömleği, kocaman piposuyla geliyor. Hiç bağırıp
çağırmıyor. Ona Trabzon'da, kartpostalları karelere bölerek
yaptığım yağlıboya resimleri gösterdim:

--Hepimiz böyle başladık. Müzelerimiz, sanat neşriyatımız olmadıkça daha sittin sene hep bu, böyle gidecek. Bugünden itibaren bu kopyeleri bırak. Karşıda duran Yunan heykellerine bak. Şu Milo Venüsünün kalçalarındaki ahenge bak. Şu boya bosa, şu kumaş kıvrımlarının su gibi akışına bak.

Milo Venüsüne bakmasına bakıyordum ama... Bembeyaz bir duvar önünde bembeyaz bir alçı heykel, kılım bile kıpırdamıyor heykelin karşısında. Fakat bunu hocaya söylemek aklımdan bile geçmiyor. Atelyemi, hocamı, akademiyi o kadar seviyorum ki. Atelyenin her yanına serpilen bu buz gibi heykellere ısınabilmek için gözümü, gönlümü açıyorum.

Atelyede yirmi kişi kadarız. Yarısı kız. Hayatımda ilk defa kızlarla aynı atelyede çalışıyor, aynı dershanede yan yana ders dinliyorum. On sekiz yaşına kadar Anadolu'da dolaşan gördüğü en büyük şehir, Kütahya, Artvin ve Trabzon'dan ibaret olan bir delikanlı için kızlarla dolaşmak ne kadar güzel şey. İnsanın içi bir hoş oluyor. Nazarî dersler içinde en sevdiğim dersler estetikle mitoloji, bir türlü ısınamadığım da anatomi ve menazır.

Estetikle mitolojiye Ahmet Haşim geliyor... Son dersinde bize Ogüst Kont'tan bahsedecekti. Bilmem nereden açıldı, uzun uzadıya yolda gördüğü bir sıpayı anlattı. Dünyada sıpadan güzel bir mahluk olamazmış!... Sıpanın kulakları kadar yumuşak kulak, gözleri kadar gözler göz bulunmazmış!...

Sonra Amerikalı bazı kadınların giyimlerine geçti. 
 
--Mübarekler ne kadar güzel renkler seçiyorlar, kadın değil papağan dersin. En göz alıcı renklerden korkmuyorlar. Çingene pembesi üstüne acı badem yeşili. Cesaretlerine bayılıyorum... --dedi.

Haşim'in derlerine mimar talebeler de geliyor. Mimarlara yalnız bu derslerde rastlamak mümkün. Aralarında yaşını başını almış delikanlılar var. Ekseriya arka sıralarda oturup dalga geçiyorlar. Bunlardan bir tanesini Haşim geçen gün fena halde azarladı. Bir renk adı arıyor, bir türlü bulamıyordu:

--Bir pembe, hani şu hepimizin bildiğimiz bir pembe canım... --diyor, arkasını getiremiyordu. En arka sıralardan dalga geçmesiyle maruf bir mimar,

--Tozpembesi! --dedi.

Haşim rahatladı, mimara teşekkür etti. Ama sen misin teşekkür eden, mimar işi azıttı, yanındakine yüksek sesle bir şeyler anlatmaya başlayınca Haşim köpürdü:

--Sus be adam! --dedi --Şu toz pembesini bize bu kadar pahalıya satma!... 
 
Sonra rüzgâr ilâhı, Hermes'i anlatmağa başladı. Derken dershanenin bozuk yaylı kapısı kendiliğinden hafifçe gıcırdayarak açıldı. Derse geç gelenlere fena halde içerleyen Haşim hırsla başını kapıya çevirdi. Saygısızı fena halde haşlamaya hazırdı ama kapı tamamıyle kendiliğinden açılmıştı! Gelen giden yoktu. Haşim hırsla, "kim o!" deyince, kapının yanında oturan bir başka mimar hemen kondurdu:

--Kimse yok. Rüzgâr ilâhı Hermes olacak efendim!

Haşim'in kızgınlığı uçuverdi. Gülmeğe başladı, sonra mimara dönerek,

--Güzel!... --dedi.

Bir başka derste, Laukon'u anlatacaktı, tuttu bize Türk çiçek zevkinin yerinde yeller estiğini yana yıkıla öyle bir anlattı ki nerdeyse ağlayacaktık:

--Düşünün çocuklar! --diyordu --Şark!...Görülmemiş çiçeklerin, koklanmamış
kokuların diyarı, bir devre lâlenin adını, bir devre çiydemlerin, gülün kokusunu sindiren şark!... Güllerin bin bir çeşidini yetiştiren şark!... Bugün çiçeğini Avrupa'dan dileniyor. Dün gördüm. Bize tayyare ile İtalya'dan karanfil
geliyormuş. Düşünün bir kere, karanfili tayyare ile Avrupa'dan getiren bir İstanbul'un acıklı halini düşünün. Karanfil!... Hani şu bizim çiniler, minyatürler, kadifeler, yazmalar dolusu işlediğimiz, bahçeler dolusu kokladığımız karanfil nasıl olur da bugün İtalya'dan gelir? Deli olmak işten değil. 
 
Ön sıralarda bir yerde oturuyordum. Dayanamadım:

--Karanfil istediği kadar dışardan gelsin. Çok şükür şaiir bizdedir! 
--diyecek oldum.

Haşim'in karanfil şiirini hepimiz ezbere biliyorduk. Sevgili hocamı kulaklarına kadar kızardı:

--Teşekkür ederim!... --dedi.

Bir başka derste dünyada en çirkin mahlukun yemek yiyen insan olduğunu anlattı. Yemek yiyen bir insanı seyretmeğe mecbur olmaktan daha korkunç bir şey olamazmış.

--Hayvanları ve insanları yerken tetkik edin. Yerken insan yüzü kadar çirkinleşen bir mahluka rastlamak imkânsızdır. Çene kemikleri işler. Gırtlak gerilir, gözler döner!...

Bu işe pek aklım yatmadı. Neden sonra sevgili hocamızın hastalık denecek kadar midesine düşkün olduğunu öğrendim.

Sene 1928, mesim ilkbahar.
 
Geçen ders Ahmet Haşim'e verdiğim şiir defterimi hâlâ cebinde koyduğu yerde gördüm. Acaba çok mu hoşuna gitti? Yoksa hâlâ vakit bulup elini sürmedi mi? Bu şiirler son zamanlarda bütün şiir meraklılarını saran bir tarzda serbest nazımla yazılmış şeylerdi. Haşim'in bir sözü, beni bütün gücümle sarılmağa çalıştığım resim mesleğinden soğutup şiire, edebiyata sürükleyebilirdi. Şiir defterim birkaç hafta hocamızın cebinde gitti geldi. Nihayet bir gün defterimi bana uzattı. Dudaklarında alaycı bir tebessüm vardı:

--Vallahi serbest nazım ustaları kadar mükemmel!... --dedi.

Ne demek istediğini tamamıyle anlamamıştım. Haşim'in serbest nazım ustalarıyla kanlı bıçaklı olduğunu neden sonra öğrenecektim. Fakat anladığım kadarı bana yetti. Bir daha bu şiir defterine bu şiir bahsine elimi sürmeyeceğim. Bir ortamektep talebesinin ilk saçma sapan karalamalarına Haşim yanılıp şiir deseydi, halim nice olurdu? Resimden soğuyup edebiyata dönmem işten bile değildi. Çünkü ben resim yoluna edebiyattan sapmıştım. Edebiyat sevgisi resim yanında çok daha eski çok daha köklü idi. O güne kadar resim diye dünyanın en aşağılık kartpostallarından başka bir şey görmemiş, ama tesadüfen olsun birkaç iyi kitap okumuştum.
 
Daha ilkmektep sıralarında iken babam bize Hugo'dan tercümeler yapardı. Uzun kış gecelerinde bütün aile etrafını sarar Sefiller'i dinlerdi. Halbuki resim!... Resim tamamıyle riyaziye derslerinden aldığımız sıfırların zoruyla, yoktan var edilmiş bir limandı. Akademiye geldiğim zaman bu limana sığınanların büyük bir yekûn tuttuğunu hayretle gördüm. Meğer: "Dillerde desitan imiş esrar sandığım!..." Atelyemizde yirmi kişi varsa en ağağı on yedi tanesi riyaziye dersleri yüzünden liseden soğumuşlar. Aynı ders, fiziğe, kimyaya da bulaşınca soluğu Akademide almışlar!... Onlar da benim gibi, lise sıralarında riyaziye derslerinden aldıkları sıfırlarla delik deşik olan izzetinefislerini Akademide bir meslek öğrenerek tamir etmeğe çalışıyorlar.

Lisede iki kere ikinin dört ettiğini öğrenenler, mimarîye giriyorlar. İki kere ikiden sıfır alanlar da bize... Çocukluğundan beri sahici resimler görerek resme heves eden hemen hemen yok gibi.


epigraf