06 Mart 2017

İlhan İrem "Beklenmeyen Çığlık"


Masum isteklerin arasına gizlenmiş Truva atları görünüyor. Referandumda oyum “hayır” olacak. Eğer taslağı okumasaydım oyum yine tereddütsüz “hayır” olurdu.

Toplumun genelini ilgilendiren böyle önemli bir konuda hiçbir kesimin fikrini almayan, uyarılara kulak tıkayan bir parti anayasasına hayır’dan başka bir tercih benim açımdan mümkün değildir. Türkiye özellikle son 10 yılda öylesine bir doku değişikliği ile karanlık boşluklara sürüklendi ki, egemenlerden ajandasız, şeffaf bir metin beklenemeyeceğine olan inancım önyargı değil, kanaattir.

Maalesef artık Türkiye’de uzlaşması çok zor iki uç var. Bu bakımdan “Üçüncü Yol”söylemi önemlidir. Türk halkı referandumda “hayır” derse ve sonrasında alışık olmadığı yeni bir siyaset tarzını güçlendirebilirse, üzerine yapışmış boğucu havadan ve moral törpüleyen kısır gündemden kurtulabilir.

Evet diyenlerin agresif telaşı ve kontrolden çıkmış reklam kampanyaları aslında konuyu özetliyor. İki cephenin profili ayrı ayrı incelenince, hesapları, menfaatları olmayanlar ve görebilenler için referandumda neyin oylanacağı çok açık; ya sivil darbenin son hamlelerinden birine evet denecek ya da yeniden aydınlık ve çağdaş bir geleceğe umutlanmak için sandığa “hayır” oyu atılacak.

Üçlük bir atış anlamını da taşıyan “hayır” tercihi ile, çok yakında birbiri ile hesaplaşıp ayrışacak olan cemaatler ve bölücülere tek bir kırmızı kartla dur denilecektir.

Yalanlar üzerine kurgulanıp sahte demokrasi ile perdelenen otoriter zihniyet tarafsız gözler için o kadar somut ki, projenin yüzü ışıksız bakışlarıyla değişik kimliklerde ve rollerde karşımızda duruyor. Başının üstünde geleceğe taşıyacak donanımı olmadığı için taşa çaldığı teslimiyetsiz, korkusuz, aydınlık ve gerçek hürriyet umutlarının yerine kendi sultanlığının Süleymanı olmak için “evet” mührünü istiyor.

Eğer, bu zihniyetin kendi yargısını oluşturmak ve yarın Yüce Divan’dan korunmak için keşfettiği referanduma ilke olarak derhal “hayır” diyemiyorsanız, elinize hayali bir terazi alıp düşünün.

Geçmişten bugüne küçük düşünce balonları...

Bir ikiyüzlülük düşünün. Bir tarafta cihat bağırtılarıyla masum insanları hiçbir koruma önlemi almadan gemiye bindirip ölümün kucağına atacak kadar hamaset içinde olunsun. Hiçbiri o gemide olmayan birileri, bir taraftan esip gürleyerek mağdurları oynasınlar. Diğer taraftan o ülke ile ortak askeri tatbikatlar yapılsın, o ülkeden uçaklar alınsın, o ülkeye mayınlı arazileri satmak için çaba gösterilsin.

Bir nobranlık düşünün. Hiçbir makamın ve hiçbir başarının sakinleştiremediği, yapay yüce gönüllülük vizyonlarının arkasına gizlenemeyen. Gözlerinde timsah gözyaşlarından başka küçük sıcaklıklara ve sevgi yansımalarına hiç rastlanmayan, sürekli gerilen ve geren, sonsuz bir histeri hali.

Bir narsisizm ve tahammülsüzlük düşünün. Kitleleri tümden kucaklamaya yönelik en küçük bir niyet ve yaklaşımda bulunmayan. Kendi gibi düşünmeyene hiçbir hayat hakkı tanımayan. En küçük eleştirilere dahi dayanamadığı halde, özgürlük ve demokrasiden dem vuran, fakat gerçek özgürlük ve demokrasiden en çok kendi korkan bir kendine tapınma ritüeli.

Bir çifte standart düşünün ki, fikri yakınlarının çoluk çocuğa cinsel taciz gibi en yüz kızartıcı suçlarını bile hasıraltı etmeye çabalarken, yol arkadaşlarını özel uçaklarda taşıyıp, rakip gördüklerini “ajan” diye hedef göstermekten çekinmeyen, sadece niyete kilitlenmiş, sağduyusuz, ayrıştırıcı bir bünye.

Hesaplı kitaplı bir gözü karalık düşünün. Uzun vadeli planlarla yavaş yavaş yayılan tehlikeli bir karaltı. Artık kör uçuşa dönüşen gidişin varacağı yer konusunda, aklıselim sahibi insanlarda derin endişeler doğuran bir sanal cesaret büyüklenmesi.

Bir cehalet düşünün ki; büyük bir programsızlık ve tedbirsizlikle, steril ortam yaratmadan en tehlikeli yaraların kabuklarını kaldıran... Ve bunu özgürlük ve demokrasi dalgası olarak vitrinleyen kaygı verici bir yaşamasızlık.

Sapla samanı bilerek ve isteyerek karıştıran bir fütursuzluk düşünün.

Bir yanda suçlu ile suçsuzun birbirine karıştığı cadı kazanı bir dava peydahlayıp, elbirliğiyle onu sulandıran. Ellerindeki bütün karaları kendi askerine süren, asker ocağını nerdeyse terörist yuvası ilan edip dağdan inen eşkıyayı davullarla zurnalarla karşılayan, perdeleri yıkıp gönülleri viran eden hayal oyuncularını düşünün.

Bir korku imparatorluğu düşünün. Kaçması için hiçbir sebep olmayan, kaçma ihtimali olmayan yaşlı ve saygın insanların sabaha karşı evlerinden alındığı, buz gibi nezarethanelerde günlerce tutulduğu...
Suçlarını bile bilmeyen insanların yıllarca hapsedildiği...
Oralarda hastalanıp öldüğü, intihar ettiği bir karabasan.
Düşünün ki, bu tablonun ressamları, Marmaris’teki ressamdan daha berbat bir manzara resmi çizmek için şimdi bütün boyaları istiyorlar.

Daha da kapanık bir otoritenin duvarlarından oluşan bir açılım düşünün.Kendisini göz kamaştırıcı bir zihniyet yenilenmesi, karşı olan her düşünceye, komplo, komplocu, statükocu, Ergenekoncu, faşist, dinsiz diyen bir Allah selamet versin sendromunu düşünün.

Düşünün ki, gizli tanıkların akla mantığa sığmayan suçlamalarıyla yurtsever insanların dünyasını karartanlar, altı yüz sayfalık bir kitap dolusu iddiayı soruşturacaklarını(!) söylüyorlar. Suçlanan cemaatler veya kendileri olduğunda, iddiaların sahibi devletin görevi başında bir emniyet müdürü bile olsa mutlaka kanıt soruyorlar ki, bu onlar açısından sevindirici bir gelişme olabilir. Böyle ters köşe bir kitabın taşıdığı evet çağrılarını da gözden uzak tutmayın.

Tandansı ne olursa olsun, içinde haksızlıklara ve çifte standartlara karşı vicdan kırıntısı taşıyan herkesin sandık başına gitmeden önce bunları düşünmesi gerekir.

Düşünceler akıp gidiyor…

Dünyadaki bütün ezilen, açı çeken, can veren “masum” insanların acısı birdir.
Ama bir gözü hep kapalı duran birini, birilerini düşünün.
Gazze için bağırıp çağıran, yumruğunu sıkan… Kendi ülkesinin gencecik asker şehitlerinin törenlerindeki derin üzüntüyü ‘ayılıp bayılma’ olarak nitelendirip, ‘şov yapıldığından’ söz edebilen kronik kalp ağrılarını düşünün.

O zihniyeti bir başka gün kürsülerde ülkücü gençler için ağlarken, devrimci fidanlar için ağıt yakarken gördüğünüzde, yüzünüzde ekşi bir gülüş belirip belirmediğini düşünün. Zamanaşımına uğrayacağını bile bile 12 Eylül ile hesaplaşacağını söyleyerek destek istenmesinin ne anlama geldiğini düşünün.

Hırs ve dogma aklı kemirmeye başladığı zaman, yalan rüzgârları ile siyasetin nerelere savrulabileceğini düşünün.

Eğer birkaç saniyecik cangılın dışından bakabilirseniz, dünyanın en güzel coğrafyasındaki bu güzelim ülkede niçin küme düşmüş bir yaşam kalitesinin çağdışı görüntülerinin yaşandığını düşünün.

Osmanlıdan beri içimizdeki piyonların teker teker öne sürüldüğü uluslararası satrancın neden en çok bu ülkeyi mat etmek istediğini düşünün.

Düşünün, Kurtuluş Savaşı’ndan beri “hayır” demeyi unutan bir toplum, hangi kavşaklarda yanlış yollara saparak böyle bir köprünün başına geldi.

Birileri köprüden önce son çıkışta ülkenin varacağı karşı kıyıların karanlığını anlatıyor. Normalleşme masallarıyla hipnotize olmuş diğerleri meçhule koşmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyor.
Türkiye en son 87 sene önce hep bir ağızdan “hayır” diye haykırmış. Dünyanın emperyalist kodamanlarına bir tokat aşketmiş onurla.

Suskunlar ülkesinde küllenmiş umutları eşeliyor, beklenmeyen bir çığlıkla sessizliğin yırtılmasını bekliyoruz.

Işık ve sevgiyle...        
 
07.09.2010