13 Şubat 2017

Sabahattin Eyüboğlu - Mavi ve Kara

Köklü ve derin bir kültürün temsilcisi, Anadolu aşığı bir gönül adamıdır Sabahattin Eyüboğlu. Halk gerçeğine inanmış, demokrasi tutkunu bir düşünür, sanat adamı ve yazarıdır. Ona göre "yurt" demek, birçok uygarlığı beslemiş, potasında eritmiş Anadolu demektir. Anadolu, İlyada çiçeğinin açtığı yerdir. Dyonissos korolarının ilk kurulduğu topraktır. Homeros'u doğuran anadır. Bizim tarihimiz onun tarihidir. O bizi fethetmiş, biz onu. Bozkırına da, mavi denizine de vurulmuşuz. "Canım Anadolu"nun, Mavi ve Kara'da işte böylesine sevgi dolu bir sanat adamının otuz yıllık kafa ve gönül serüvenini yansıtan denemelerini okuyacaksınız.

 

Sabahattin Eyüboğlu, Mavi ve Kara

 

“Parasız, hiçbir şey yapılmaz oldu, biliyorum. İdeal, ülkü, mefkûre apartman adı olmaya başlayalı gençliğin gözünden düştü, biliyorum. Para düşünmeden sanat ve bilim derdine düşen enayi sayılıyor ya da kuşku uyandırıyor, biliyorum. Bağımsızlığı herkesten çok gerekseyen sanatçı geçinmek, çoluğunu çocuğunu geçindirmek zorundadır, biliyorum. (…) Ama bütün bu gerçeklere inat, sanatı paranın, maviyi karanın üstüne çıkaranlar var ya? Binde bir de olsun var ya? İşte onlar sanatçı: Üst tarafı manatçı! Çok mu sert oldu bu yargı? Yumuşatalım biraz: Bütün manatçıların sanatçı olduğu zamanlar vardır. Aynı şeyi bir başka türlü söyleyelim: Her insanın Tanrı olduğu anlar vardır.”

Sabahattin Eyüboğlu (1909-1973): Hasan Âli Yücel’in kurduğu Tercüme Bürosu’nun başkan yardımcısı ve belgesel filmciliğinden üniversite hocalığına, Mavi Anadolu felsefesinden halk şiiri incelemelerine bütün hayatı ve yapıtlarıyla Cumhuriyet döneminin en önemli kültür insanlarından biriydi. Tek başına ya da “imece” birlikteliğiyle yaptığı çeviriler, Hayyam’dan Montaigne’e, Platon’dan Shakespeare’e hep, dünya kültürünün doruk adlarındandı.

Mavi ve Kara: Sabahattin Eyüboğlu’nun yaşarken yayımladığı biricik deneme kitabı olmasıyla da farkını çiziyor.

 Sabahattin EYÜBOĞLU, Mavi ve Kara


Ezop Masalları

Dünya Masalları

 1. PUTÇU
Adamın biri tahtadan bir Kermes (Baştanrı Zeus’un oğlu, habercisi) heyke­li yapmış, pazara götürüp satılığa çıkarmış. Bakmış ki alan olmuyor, ille bir müşteri bulayım diye başlamış bağırmaya: "Bu benim sattığım tanrının insana çok iyiliği dokunur, her işinde kazancını artırır." Oradan biri ge­çiyormuş, durmuş: "Be adam! O kadar iyiliği dokunursa ne diye satarsın? Sakla da sana ha­yır etsin" demiş. Putçu: "Beklemeye vaktim mı var benim? Ben hemen bir yardım istiyorum. Oysaki bu, acele nedir, hiç bilmez: durur durur da ondan sonra eder edeceği yardımı!" demiş. 
Bu masal, hep çıkarlarını arayıp tanrıları bile umur etmeyen kimselerin halini gösterir.
 
2. KARTAL İLE TİLKİ
Dişi bir kartalla dişi bir tilki ahbap ol­muşlar: "Birbirimize yakın oturalım da dost­luğumuz ilerlesin demişler. Bunun üzerine kartal havalanmış, ulu bir ağacın tepesine yuva kurmuş, orada yumurtlayıp yavru çıkar­mış; tilki de ağacın dibindeki çalılara soku­lup orada eniklemiş. Günün birinde tilki azı­ğını aramaya çıkmış; kartalın da karnı aç­mış, bir şey bulamayınca çalılığa çullanmış, tilki eniklerini kaptığı gibi yuvasına götür­müş, yavrularıyla birlikte yemiş. Tilki dönüp de eniklerini göremeyince işi anlamış, anla­mış ama ne yapsın? Dört ayaklı bir hayvan­cağız, oku yok, kanadı yok: göklerde uçan kartalı yakalayıp öcünü alamaz ki! Boynunu büküp ah etmiş; başka ne gelir güçsüzlerin elinden?... Tilkinin ahı tutmuş: aradan çok geçmemiş, kartal dostluğa hayınlık etmenin cezasını görmüş. Birtakım adamlar kırda oturmuşlar, bir keçi kurban ediyorlarmış; kartal hemen oraya da çullanmış, tanrılar uğ­runda yakılan etlerden (Etin kokusunun tanrılara ulaştırılması) bir parçayı alevler içinden kapıp yuvasına götürmüş. O gün yel esiyormuş, etin içinde kalan bir kıvılcımı parlatıvermiş; ateş yuvayı sarmış, yavrular uça­cak kadar palazlaşmış olmadıklarından tutu­şup yere düşmüşler. Tilki seğirtip gelmiş, ana­larının gözü önünde yavruları birer birer yiyivermiş.
Bu masaldan ibret alın: Dostluğa hayınlık ettiniz mi, oyun ettiğiniz kimselerin öç almaya güçleri yetmez diye güvenmeyin; onların elinden bir şey gelmese bile, tanrılar o kötülüğü sizin yanınıza komazlar.
3. GELİNCİK İLE HOROZ
Gelincik bir horoz yakalamış: "Şunu yiyeceğim, ama bari bir de sebep göstere­yim!" demiş. "Gece yarısı oldu mu, başlarsın ötmeye, insanları uyutmaz, rahatsız edersin: bari yiyeyim seni de kaldırayım ortadan!"de­miş. Ama horoz cevabını bulmuş: "İnsanları uyandırıyorsam kötülük olsun diye değil, iyi­lik olsun diye uyandırıyorum : kalkıp işlerine bakıyorlar" demiş Bunun üzerine gelincik başka bir taraftan tutturmuş: "Ben senin ahlâkını da beğenmiyorum: ana demiyorsun, kızkardeş demiyorsun, bütün tavuklara sataşı­yorsun. Olur mu böyle şey?" diye sormuş. Horoz bu sefer de altta kalmamış : "Sana ne oluyor? Efendilerim memnun; o sayede ta­vuklar bol bol yumurtluyor" demiş. Gelinci­ğin artık kafası kızmış: "Eee! çok oldun ar­tık! Seni dil ebesi seni! Sen her söze bir karşılık buluyorsun diye benim karnım zil mi çalacak?" demiş, horozu yiyip yutmuş.
Bu masaldan şu anlaşılıyor: Bir kişi do­ğuştan kötü olmaya görsün! edeceği kötülüğe bir bahane bulmadı mı, bu sefer de açıkça eder.
(Gelincik sansargillerden ince uzun yapılı, sivri çeneli, küçük, kümes hayvanlarını yiyen bir hayvan)
4.KEDİ İLE FARELER
Bir eve fareler üşüşmüş. Bir kedi bunu haber almış, o eve gitmiş; artık fareleri birer birer tutup yiyormuş. Fareler bakmışlar ki olacak gibi değil, hep yakalanıyorlar: "Bari biz de deliğimizden çıkmayalım!" demişler. Kedi işi anlamış, o da bir düzen kurmuş. Odada tahta bir takoz varmış, oraya tırman­mış, kendisini asıp ölü gibi öyle durmuş. Fare­lerden biri delikten başını uzatıp bakmış, ke­diyi o halde görünce: "Kurnazlığına diyecek yok, dostum! Ama ne yalan söyleyeyim? sen çuval olsan, ben gene yaklaşmam senin yanı­na!" demiş.
Aklı başında insanlar, birini deneyip de kötülüğünü anladılar mı, bir daha onun düze­nine kapılmazlar. Bu masal bize bunu öğreti­yor.
5. GELİNCİK İLE TAVUKLAR
Bir gelincik bir çiftlikte birkaç hasta ta­vuk olduğunu öğrenmiş, hemen hekim kılığı­na girmiş, yanına da aletlerini alıp oraya git­miş. Çiftliğin kapısına gelince içeriye seslen­miş : "Nasılsınız bakalım? Hastasınız diye duydum, iyileştirmeğe geldim." Tavukların hepsi bir ağızdan cevap vermişler: "İyiyiz, bir şeyimiz yok bizim; hele sen buradan git, daha da iyi oluruz!" demişler.
Kötüler asıl meramlarını gizleyip iyilik etmek ister gibi gözükmeye kalkarlar, aklı başında kimseler onların düzenini anlayıverir.
6. KEÇİ İLE ÇOBAN
Çoban keçilerini toplayıp ağıla götürmek istemiş. Ama hayvanlardan biri iyi bir ot mu bulmuş nedir? bir türlü gelmezmiş. Çoban kızı bir taş yakalamış, öyle de güzel nişan almış ki keçinin bir boynuzunu kırıvermiş. Bunun üzerine: "Ben ettim, sen etme! aman efendiye söyleme!" diye başlamış yalvarmaya. Keçi bakmış bakmış: "Haydi ben söylemeyim, ama nasıl saklarız? Boynuzlarından biri kırıl­mış olduğunu her gören göz görmez mi?" demiş
İşlediğin suç açık olduktan sonra, ne et­sen saklayamazsın.
KEÇİ İLE EŞEK
Bir adamın bir keçisi ile bir de eşeği var­mış. Keçi: "Ona benden daha iyi bakıyorlar! Ona benden daha çok yediriyorlar!" diye eşeği kıskanmış. Bir kurnazlık düşünmüş, eşeğe demiş ki: "Ne olacak bu senin halin? Bir değirmen taşına koşarlar, onu çevirirsin, bir arkana yük vururlar, onu taşırsın! Bir gün rahat ettiğin yok... Ben senin yerinde ol­sam ne yaparım, bilir misin? Bir hendeğin yanından geçerken saralıymışım da saram tut­muş gibi yuvarlanıveririm, belki birkaç gün dinlenirim!" Keçi işte böyle demiş, eşek de inanmış onun sözüne, hendeğin yanından ge­çerken kendini alıvermiş. Bütün vücudu yara bere içinde kalmış. Efendisi hemen bir bay­tar getirmiş, ondan ilâç sormuş. Baytar, eşe­ğin ötesine berisine bakmış, en sonunda: "Bir keçi ciğeri bulup kaynatacaksın, suyunu bu hayvana içireceksin; iyileştirmenin başka yolu yok" demiş. Adamcağız da tek eşeği iyileşsin diye keçiyi gözden çıkarmış, kesivermiş.
Başkasına kötülük için düzen kuran, ken­di kuyusunu kazmış olur.
8. BALIKÇI İLE İZMARİT
Balıkçının biri ağını denizden çekince içinde bir izmarit bulmuş, izmarit başlamış balıkçıya yalvarmaya: "Ben daha ufacığım, beni şimdi tutacaksın da ne olacak? Sen şim­di beni bırak, hele ben büyüyeyim, koca bir balık olayım, o zaman gene tutarsın, bak ne kadar kâr edersin!" demiş. Balıkçı: "Sen beni budala yerine mi koyuyorsun? Yarın tutaca­ğım balık bugünkünden büyük olacakmış diye bugün tuttuğumu elimden kaçıracak adam mıyım ben?" demiş.
Daha büyük bir kâr umduğu için elindekini küçüktür diye salıvermek akıllı adam işi değildir; onu söylüyor bu masal.
(İzmarit pullu, kılçıklı bir tür ufak balık)
9. SU DÖVEN BALIKÇI
Bir balıkçı bir ırmakta balık tutuyormuş. Ağlarını germiş, suyu bir kıyıdan öbür kıyıya kapatmış; sonra bir sicimin ucuna bir taş bağlamış, balıklar şaşırıp sersemleşsin de ken­dilerini ağa atsınlar diye başlamış suyu döv­meye. Oralarda oturanlardan biri gelmiş, ba­lıkçıya çatmış: "Ne vuruyorsun böyle, be adam? İçtiğimiz suyu bulandırmak mı istiyorsun?" demiş. Balıkçı; "Ne yapalım? Sizin suyunuz bulanmasın diye ben acımdan mı öle­yim?" demiş.
Devletlerin hali de buna benzer: Halkı avuçlarının içine alıp oynatmak isteyenler, memleketi ikiliğe saldılar mı, işlerine pek gelir.
10. MARTI KUŞU
Martı kuşu yalnızlığı sever, bunun için de hep denizlerde yaşar. Derler ki insanlardan korunmak için gider, yuvasını da, deniz bo­yundaki kayalar üzerine kurarmış. Böylece bir martı, yumurtlama vaktinde, bir buruna git­miş, suların üzerinde bir kaya bulup oraya yuva kurmuş. Ama bir gün yiyeceğini aramaya çıkmış; o gün yel esmiş, deniz kudurmuş, ta kayanın tepesine yükselip martının yavru­larım boğmuş. Martı dönüp de başına gelen­leri görünce: "Eyvanlar olsun! Ben karaların düzenlerinden korkup sulara sığınmıştım; me­ğer deniz daha hainmiş!" diye ağlayıp inle­miş.
Nice insanlar da vardır, kendilerini düş­manlarından korurlar ama hiç farkına var­madan, düşmandan da daha tehlikeli dost­ların eline düşerler.
11. MENDERES'TEN SU İÇEN TİLKİLER
Bir gün tilkiler Menderes boyunda top­lanmışlar: susamışlar da su içmek istiyorlar­mış. Ama su şarıldıya şarıldıya aktığından korkmuşlar, yaklaşmaya bir türlü cesaret ede­memişler. Birbirlerini yüreklendirmeye çalışmışlarsa da olmamış, o köpüren suyun yanı­na varmayı hiçbiri gözü alamamış, içlerinden birinin kabadayılığı tutmuş: "Bu ne korkak­lık be! Aranızda bir tane de mi yiğit yok?" demiş, kendisinin de onlar gibi tabansız olma­dığını göstermek için suya atılmış. Akıntı onu almış ırmağın ta ortasına sürüklemiş. Öteki­ler kıyıdan seslenmişler: "Bizi bıraktın da nerelere gidiyorsun? Gel şuraya da nereden tehlikesizce su içebiliriz, bize bari onu gös­ter" diye bağırmışlar. Öteki, kendini akıntı­dan kurtaramayacağını anlayınca, yiğitlik gene kendinde kalsın diye: "Hele durun biraz; şe­hirde bir işim var benim, birini göreceğim; dönüşte uğrar, nereden su içeceğinizi göste­ririm size!" demiş.
O tilki gibi nice insanlar da vardır, ku­rum satacağız diyen kendilerini tehlikeye atarlar.
12. SIĞIRTMAÇ İLE ASLAN
Sığırtmacın biri sürüsünü otlatırken bir dana yitirmiş. Oraya bakmış, yok; buraya bakmış, yok. En sonunda: "Şu hırsızı ele geçirirsem, adağım olsun, Zeus'a bir oğlak kese­yim" demiş, bir ormana girmiş, bir de ne görsün? koca bir aslan danayı parçalamış yi­yor. Sığırtmacın gözleri korkmuş, ellerini kal­dırıp: "Hey yüce Zeus! hırsızı ele geçireyim diye sana bir oğlak adamıştım ya, şimdi beni hırsızın pençesinden kurtarırsan sana bir boğa keserim!' demiş.
Bu masal, başlarına bir dert gelmiş insan­ların haline pek uyar: Dertlerine derman arar­lar, buldular mı, bu sefer de ondan kurtul­maya bakarlar.
( Sığıtmaç sığır güden, küçük çoban)
13. SAKA KUŞU İLE YARASA
Bir saka kuşunu kafese koyup pencereye asmışlar, geceleyin öter dururmuş. Yarasanın biri ta uzaktan duymuş yaklaşıp: "Neden gündüz susuyorsun da böyle geceleyin ötüyor­sun?" diye sormuş. Saka kuşu: "Sebebi var da ondan; gündüz ötüyordum, gelip beni yakaladılar; o günden beri ihtiyatlı oldum, geceleyin ötüyorum" demiş. Yarasa gülmüş: "Şimdi ihtiyatlı olmuşsun, kaç para eder? Sen asıl tutulup kafese konmadan ihtiyatlı olma­lıydın!" demiş.
Bu masal da gösteriyor: Felâket gelip çattıktan sonra ben ne ettim diye dövünmek bir şeye yaramaz.
(Saka ötücü, küçük bir kuş. Yarasa geceleri avlanan, ön ayakları perdeli, uçabilen memeli hayvan)
14. KEDİ İLE APHRODİTE (Afrodit)
Dişi kedinin biri bir delikanlıya gönül vermiş, bir kız olayım da ona varayım diye Aphrodite'ye yakarırmış. Tanrıça acımış onun haline, acımış da güzel bir kız edivermiş. Delikanlı görmüş, âşık olmuş, alıp evine gö­türmüş. Onlar gelin odasında dinlene dursun, Aphrodite merak etmiş: "Şu kediyi değiştirip bir kız ettim; acaba huyu da değişti mi?" demiş, odaya bir sıçan salıvermiş. Kedi, artık bir kız olduğunu unutup hemen sıçanın üs­tüne atılmış, yemiş. Kızmış, tanrıça, kalkmış gene kedi edivermiş.
Kötü insanlar da öyledir: Halleri ne ka­dar değişirse değişsin, huyları değişmez ki!
( Aphodite:Afrodit Eski Yunan’da aşk ve güzellik tanrıçası. Romalılada Venüs’tür.)
15. ALAKARGA İLE KUŞLAR
Zeus kuşların da bir kralı olsun istemiş; bir gün hepsini karşısına çağırmış: "İçiniz­den en güzelini seçin, size kral olsun" demiş. Kuşlar bir su başına gitmişler, orada yıkan­mışlar, taranmışlar, yıkanmışlar, taranmışlar. Ama alakarga kendisinin çirkin olduğunu, ne kadar yıkansa, ne kadar taransa gene güzelleşemeyeceğini bildiği için bir kurnazlık düşün­müş: Öteki kuşlardan düşen tüyleri toplamış, hepsini birer birer başına, sırtına, bacakları­na takmış. Kuşların kral seçecekleri gün gel­miş, hepsi gene Zeus'un katına varmışlar. Alakarga durur mu? artık güzelleşti de... O da varmış Zeus'un karşısına. Zeus bakmış, bakmış: "Hakçası en güzeliniz bu, ben size onu kral edeceğim" demiş; kuşlar bunu du­yunca hemen alakarganın üstüne atılmışlar, her biri kendi tüyünü bulup geri almış. Ala­karga gene alakarga kalmış.
Borçla geçinen insanlar da öyledir: Baş­kalarından aldıkları paralar ceplerinde iken bir şey sanırsınız ama, hele borçlarını versinler, ne oldukları gene meydana çıkar.
16. ALAKARGA İLE GÜVERCİNLER
Alakarganın biri bakmış ki bir güvercin­likte semiz semiz güvercinler var, hallerine imrenmiş, hemen üstünü başını temizlemiş : "Ben de güvercinim" diye aralarına girmiş. İlk günler ötmeye mötmeye kalkmamış; gü­vercinler de ne bilsinler? onu da kendilerin­den sanıp ses etmemişler. Ama bir gün ala­karga yanılmış, bir bağırayım demiş. Foyası o zaman meydana çıkmış; güvercinler: "Güvercinin böyle bağıranı olmaz" deyip aralarından kovmuşlar. Alakarga güvercinlerin yemini elden kaçırınca kalkmış, gene kendi milletinin arasına gitmiş. Bu sefer de alakar­galar onun rengini beğenmemiş, kendi renk­lerine benzetememişler, kovmuşlar. Böylelikle alakarga hem güvercinlerin yeminden olmuş, hem de kendi milletinin ağzından.
Bu masaldan ibret almalı da insan, tanrı­lar ne verdiyse onunla yetinmeli, tamaha (açgözlülük) kapılmamalı; tamah yüzünden çoğu elimiz­dekini de yitiririz.
17. HIRSIZ ÇOCUKLA ANASI
Çocuğun biri okulda arkadaşının taştahtasını çalmış, eve annesine getirmiş; annesi de öğüt verip böyle şeyler yapma diyeceğine mem­nun olmuş. Sonra çocuk bir elbise çalmış, onu da eve getirmiş; annesi daha çok mem­nun olmuş. Çocuk büyümüş, bir delikanlı ol­muş, hırsızlığa alışmış bir kere, artık çalar çalar annesine getirirmiş. Ama bir gün yakayı ele vermiş, ellerini arkasına bağlayıp boynunu vurmaya götürmüşler. Annesi de yanında gi­diyor, göğsüne vurup vurup ağlıyormuş, Delikanlı: "Annemin kulağına bir şey söyleyece­ğim" demiş, bırakmışlar. Annesinin yanına gider gitmez kulağının memesini ısırıp koparıvermiş. Kadın: "Bu ne? Bütün günahların yetmiyor gibi bir de anneni mi sakat etmek istedin!" deyince delikanlı: "Ben ilk çaldığım taştahtayı sana getirdiğim gün beni dövseydin ben bugün bu hale gelmezdim, beni boynumu vurmaya götürmezlerdi" demiş.
Daha başında önüne geçilemeyen kötü huy büyür gider, bir daha düzeltilemez; bu masal onu göste­riyor.
18. ÇİMMEĞE GİDEN ÇOCUK
Çocuğun biri ırmaktan çimmeğe gitmiş, az kalmış boğuluyormuş. Uzaktan bir adam geçtiğini görmüş, imdada çağırmış. Ama o adam çocuğu hemen kurtaracağına: "Düşün­cesizliğin sonu böyle olur! Korkmadan ne diye suya girersin?" gibi sözlerle çıkışıp öğüt ver­meye başlamış. Çocuk: "Hele sen bir yol beni şu sudan çek, kurtar, öğütlerini sonra verir­sin!" demiş.
Bazı kimseler vardır, sırası olsun olmasın, öğüt vermeye kalkarlar; bu masal onlara söylenilmiş.
(Çimmek tatlı sulara bütün bedeniyle girmek, yıkanmak, yüzmek)


Hayvanları konuşturarak insanlara öğüt vermek için önce anlatılan sonra da yazılan eserlere fabl denir. Batı Anadolu’da yaşayan AİSOPOS (Ezop) hayvan öyküleri yazar. Bunları dinleyen, okuyanların örnek almasını ister. Fablın başında kişiler ve olay anlatılır, sonunda ise öğüt belirtilir. Nurullah Ataç Ezop’un 358 fablını Fransızca’dan dilimize çevirmiştir.

(1. Aisopos Masallar, Çev. Nurullah Ataç, MEB, Ankara 2001,
2.Ezop Masalları Aisopos çev: O.Vedat Sevinçli, Toker Yayınları, İstanbul 2001)


The origins of ballet - Jennifer Tortorello and Adrienne Westwood

En küçük el hareketinden odanın karşı tarafına yürümeye kadar her hareketin ve mobilyanın etek boyuna kadar her görsel detayın, karmaşık bir kurallar dizisine göre düzenlendiği bir parti hayal edebilirmisin?? Yüzyıllarca, Avrupalı soylular için bu adetler sıradan birşeydi.Bunların modası geçse de, bu bileşenleri tanıdık bir ad altında görmeye devam ediyoruz. Bale. Bale İtalyanca "Balletto" yani küçük dans sözcüğünden gelir. Kökleri Rönesans İtalya'sına dayanmaktadır ve aristokratik toplantılarda yapılan sosyal danslarla koreografiye dayalı gösterinin bir bileşimidir. Bale, birçok açıdan saraydaki insanları uygun davranış sergilemeleri için kontrol etmenin bir yoluydu. İnsanların adım atma, baş selamı verme, el ele tutuşması biçimlerini belirliyordu. Bale, ayrıca bir kişinin giyiminden kralla ilişkisine göre nerede yürüyüp oturabileceğine hükmeden kurallar içerir. Zamanla bele, saray yaşamının ana unsurlarından biri haline geldi ve kurallarının doğru kavranması, birinin saraydaki başarısını belirler hale geldi. Saray el kol hareketlerinin çoğu, modern bale tekniklerinden hala görülebilir. Bale Fransa'ya 16.yüzyılda, Kral II.Henry'nin İtalyan karısı, Catherine de' Medici tarafından getirilmiştir. Kutlamalar daha aşırıya kaçtıkça dans da daha ileri gitmiştir. Genç soylulara karmaşık adımlar öğreten dans hocaları ve birleştirici bir tema sağlayan hikaye unsurları ile. Zamanla, odak noktası katılımdan performansa kaydı ve bale türü daha dramatik öğeler kazandı. Profesyonelce tasarlanmış setler ve yerden hafifçe yüksek, perdeleri olan bir platform ya da sahne gibi. Ama balenin bugün bildiğimiz sanat haline gelmesi 17.yüzyılda XIV. Louis'nin sarayında oldu. Louis'nin kendisi de çocukluğundan beri bale eğitimi almaktaydı. On beş yaşında, Güneş Tanrısı Apollo olarak oynadığı ilk rolü, balenin onun hükümdarlığında ana rolde olacağını gösteriyordu. Ayrıca bu rol, ona Güneş Kralı ünvanını kazandırdı. Muhteşem altın kostümü ve kralın ilahi olarak takdir edilmiş bir yönetici olduğu fikrini destekleyen koreografisi nedeniyle.

Louis 40 büyük balede, 80 rol oynayarak baleye devam etti, bazen görkemli başrol olarak, bazen de sonda başrol olarak ortaya çıkmadan önce daha küçük  komik rollerde oynayarak. Günlük bale eğitiminin yanısıra, eskrim ve binicilik eğitimi de alıyordu. Onun örneğiyle, dans etmek, çağın erkekleri için temel bir beceri haline geldi. Ama XIV. Louis'nin baleye ana katkısı icracı olarak değildi. 1661'de Kraliyet Dans Akademisini kurması ile balenin kontrolü yerel loncalardan kraliyet sarayına geçti. Louis, akademinin yöneticisi olarak kendi bale hocası ve sıkça da dans partneri olan Pierre Beauchamp'i görevlendirdi. Beauchamp, bale de bugün de kullanılan beş vücut pozisyonunu sistemleştirmiştir. Kraliyet Müzik akademisi'nin yöneticisi Jean-Baptiste Lullye ve ünlü oyun yazarı Moliere ile işbirliği içinde olan Beauchamp, balenin ihtişamlı bir temsil haline gelmesini sağlamıştır. 1669'da da ayrı bir bale akademisi kurulmuştur. Paris Opera Balesi bugün dünyadaki en eski bale kumpanyası olarak yaşamaktadır. Bale, kraliyet sarayından uzaklaşarak tiyatroda yaşamını sürdürüp sonraki yüzyılda takip eden demokratik devrim ve reformları atlamıştır. Romantik akımla birlikte hayali ve folklorik temalar balede sıradan motifler haline gelmiştir. Fransa'da balenin etkisi azalırken Rusya gibi başka ülkeler balenin gelişiminde büyük rol oynamıştır. Şanslıyız'ki, bugün pek çoğumuz karmaşık bir dizi adım öğrenmek zorunda değiliz, sadece bir düğünde sosyalleşmek için. Onun yerine tiyatroya gidip hayatını titizlikle baleye adamış. XIV. Louis zamanında hayal edilemeyecek beceriler gösteren profesyonelleri izlemeye gidebiliriz.


Charles Bukowski - Kaybedenin Önde Gideni

 

Sadece sıkıcı insanlar sıkılır.
Sadece yanlış bayraklar dalgalanır.
Size Tanrı olmadıklarını söyleyen insanlar
aslında aksini düşünürler.
Tanrı başarısızlıkların bir icadıdır.
Tek cehennem bulunduğun yerdir.

Dallas'tan geçtim ve Pasadena'da aylaklık ettim.
Anam ağlamadı çünkü ağlatacak kimse yoktu.
İki boy aynasını tuzla buz ettim ve beni
hâlâ arıyorlar.
İnsanın asla girmemesi gereken mekânlara girdim.
Acımasızca dövülüp ölü diye bırakıldım.
Kafatasımda cop darbelerinden oluşmuş
bir sürü yumru var.
Melekler korkudan altlarına kaçırdılar.
Harikulade bir insanım.

Siz de öylesiniz.
O da öyle.
Güneşin sarı nabzı ve dünyanın görkemi de.


Murathan Mungan - Bir Yılın Son Günleri

I.
Bir yıl daha bitiyor
İşte bu kadar duru,bu kadar yalın
Bu kadar el değmemiş
Sıradan bir gerçeği daha
kolları bağlı hayatımızın
Bu şiire nasıl dahil edilebilir bir yılın son günleri
Her sonda,her başlangıçta ve her defasında
Alır gibi başkasını karşımıza
Perdeler çekip,ışıklar söndürüp
oturup yatağın içinde bir başımıza
Sorgulamak kendimizi
Öğrenmek ikimizin anadilini,ikinci belleğimizi
Öğrenmek kendimizle hesaplaşmanın buzul ilişkilerini
Bu aynanın dehlizlerinde gezinirken görürüz
Karanlık günlerimizin kenar süslerini
Biterken yılın son günleri
Biliyoruz takvimler belirlemez değişimin mevsimlerini
Gençlik ikindilerini
Kargınmış bir çocuktuk büyüdüğümüzden beri.
II.
Bir yıl daha bitiyor
Düşlerim ,tasalarım,yarım kalmış onca şey
Her yıl biraz daha kısalıyor bir öncekinden
Bana mı öyle geliyor
Yoksa daha mı hızlı ilerliyor zaman
İnsan yaşlanırken?
III.
Kırdım mı incittim mi birilerini?
Kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler.
Kendimi yeniledim mi yazdıklarımda?
Yeniden düşünmeliyim
Dostluklarımı, ilişkilerimi
Dağınık yatağım,mutsuz yatağım
Çoğalttım mı eksiklerimi?
Gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı
Yitirdim mi yoksa masumiyetimi?
Borçlarımı ödedim mi?
Doğru seçtim mi soruların fiillerini?
Tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış,
giysilerim ütülü, odam düzenli mi?
Ödünç aldığım kitapları geri verdim mi?
Geri verdim mi aldıklarımı:
Aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları
Kitaplara, sayfalara, satırlara borcumu ödedim mi?
Yokladım mı duygularımı
Hala sevebiliyor muyum insanları?
Ovmalı gümüşleri, bakırlarımı; cila geçmeli ahşaplarıma
Ovmalı umutları
Saklı tutmalı gelecek inancını, yarınları eksik etmemeli ağzımızdan
Hançer kıvamındaki o karamizah tadını
Şimdi oturup uzun bir hasretlik mektubu yazmalıyım Yavuz'a
Sonra köşe başından bir demet çiçek alıp öyle başlamalıyım
akşama
Yeni bir yıla
Ama nedense herşeyin tadı dağılıyor ağzımda
Bir sap çiçek mi taşısam yoksa ağzımın kıyısında
Aydınlık rengi vursun diye gözlerimdeki buluta
IV.
Ey uzak akrabalarım, üvey aşklarım
Mevsim sonu dostlarım, işporta malı ayrılıklar
Arkadaş ölümleri, dost hançerleri, talan ettiğimiz zulalar
Gece telefonları, ıssız konuşmalar
Mağrur incelikler, vurgun yemiş ilişkiler
Bırakılmış mektuplar
Ve yurdumun her karış toprağında tefrika edilen karanlık
Ey hayatıma girenler ve çıkanlar
Uçurum duygusuyla yaşadığımız hayat ey
O kadar çok anlattım ki
Kendime kaldım anlatmaktan...
Bunaldım kendisiyle boğuşmasını
Başkalarında çözmeye çalışan insanlardan
Usandım sözcük oynamalarından, tılsımlı sıfatlardan,
Ofset duyarlılıklardan
Kaç zamandır bir ermiş dinginliği havalandırıyor dizelerime
açılan pencereleri,
Durup bakıyorum akşam sularında zaman kavramlarına,
Zamanı düşünüyorum;koyuluyorum
Anlamını yitiriyor "şimdiki zaman"ın boşyüceliği,tarihin unutkan
sayfalarındaki mürekkep lekeleri
İşimin başına dönüyorum içimde ıssız bir gönül erinci
Kaç zamandır duru, yalın, çalışkan, iyi insanlar özlüyorum
"içtenliğin" yada "dünya görüşünün" kirletmediği
Kendime bir yeni yıl kartı yazarak bunları diliyorum.

Carl Gustav Jung - Dört Arketip

Arketipler insanlığın gizli hazinesidir. İnsanlık Tanrılarını ve şeytanlarını, öngörülerini ve güçlü düşüncelerini hep bu hazineden çıkarıp almaktadır. Arketipler hazinesi olmadan insan insan değildir.


TIK

Dört Arketip, Carl Gustav Jung, Metis Yayınları - Metis Kitap




Güneşin Yazdığı - Edip Cansever / Bulut - Puşkin


Alıştık bakıvermeye, az şey mi balkondaki deniz
Son gözlerimizi harcadık, en çok da güneşin tuttuğu
Sırası gelmişken söyliyeyim de
Biz onunla güneşi, suyu aşka çeviriyoruz
Bana uzun mu uzun portakal dilimlerini anlatıyor
Duvarları boyatıyor her sonbaharda 
Şimdi ise ne yapalım? bilemiyoruz.
Saçlarla gözleri kesiyoruz makaslar konusunda
Ayağa kalkıyoruz ayağa gece gündüz
Her elde bir gökyüzü var ağlıyacağımız geliyor bir türlü
Çocuklar bekleme yapıları gibi sokaklarda
Biz ki çok alımlı bir balkonu olan
Sarkarak dışarıya
Bunca olanlara bakar gibisine belki 
İnsanda bir türkü var onu çıkarıyoruz.
 
                                                                  Edip Cansever         

 
 
Bulut
Dinmiş tufanın son bulutu!
Bir sen gezinirsin açık mavi gökte.
Senindir, kimsesiz, neşesiz gölge.
Sevinç dolu günü, bir tek sen üzersin.

Az önce çepeçevre sarmıştın gökyüzünü,
Şimşek de seni sarıverdi dehşetle.
Sen ise saçtın gizemli gürlemeni,
Ve açgözlü toprağa yağmur içirdin.

Yeter, defol! İşin bitti artık.
Toprak tazelendi, tufan da kaçtı buralardan.
Ve işte rüzgar da yaprakçıkları okşarken,
Kovuyor seni şu huzurlu göklerden.

Tüm arzularımı yaşadım ben
Hayallerime de soğudum artık
Sadece acılarım kaldı içimde
Meyveleri kalbimdeki boşluğun.

Hayın kaderin fırtınaları altında
Soldu güller açan taç yaprağım da
Yaşıyorum hüzünlü ve yalnız
Ve gelir mi sonum diye bekliyorum.

İşte böyle, sonbahar soğuklarına yenik
Fırtınanın kış ıslığı duyuluyor gibi
Çıplak dalda tek başına
Titremekte geç kalmış bir yaprak!

                                                                              Aleksandr Sergeyeviç Puşkin