31 Mart 2017

Selanik Türküsü (Çalın Davulları)


 
Selanik Türküsü, Muzaffer Sarısözen'in Atatürk'ten derlediği Selanik türküsü.

Selanik Türküsü (Çalın Davulları) Erol Parlak'ın Yalınkat adlı albümünde seslendirilmiştir. Sık sık "Bülbülüm altın kafeste" türküsüyle karıştırılır; öyle ki, bu karışıklığa Cihat Aşkın'ın "Ege'nin Türküsünde" albümüde de rastlamak mümkündür. Sanatçı, Bülbülüm Altın kafeste şarkısını seslendirmiş, ancak albümünde "Selanik Türküsü" olarak yazılmıştır.
 
 

TIK
 



Yaşar Nabi Nayır - Sonbahar


Altın rengi gözleri yanan bir semaverdi
Ilık bir çay kokusu akardı saçlarından.
Yanmanın lezzetini onda hissettiğim bir an
Ve yazın sevgisini bana önce o verdi.

Yaz gibi iri olgun meyveleri severdi,
Bir çocuk gibi şendi ve gülerdi her zaman
Bir mevsim gözlerinden içime doldu cihan
Ve güzel yaz günleri ne çabuk geçiverdi.

Artık donuk bir cam var mavi gökler yerinde.
Güneşi benden çalan o sıcak bakışlardır,
Ve yazı o götürdü mutlak beraberinde.

En güzel rüyaların bile bir sonu vardır:
Bir bahar rüzgarından alarak bir sabah hız
Mevsimlerin ömrünü yaşamıştı aşkımız.
Onu şimdi kaybettim ve şimdi sonbahardır 


29 Mart 2017

Atatürk diyor ki; Bir yandan batının işçi sınıfı, öte yandan Asya ve Afrika'nın köleleştirilmiş halkları, milletlerarası sermayenin kendilerini yıkmak ve efendilerine büyük çıkarlar sağlamak için köle durumuna getirmek istediğini anladığı ve sömürge politikasının işlediği suç dünya işçilerince kavrandığı gün burjuvazinin kuvveti sona erecektir. 1922



Cemal Süreya "Uğraşmayı bırak artık dünle ve dünündekilerle. Bir de hep yanında olanlarla yarına bakmayı dene."





Apocalypto


Bir adam, tek başına oturuyordu. Hüzünlüydü.
Bütün hayvanlar ona yaklaşıp şöyle demişler: “Seni böyle hüzünlü görmek hoşumuza gitmiyor. Ne istiyorsan onu getireceğiz.”

Adam: “iyi görebilmek istiyorum” dedi.
Akbaba: “Benim yeteneğimi alabilirsin,” dedi.

Adam: “Güçlü olmak istiyorum” dedi.
Jaguar şunu dedi: “Benim gibi güçlü olacaksın.”

Daha sonra adam: “Dünyanın gizemlerini öğrenmek istiyorum.” dedi.
Yılan: “Sana onları göstereceğim.” dedi.

Öbür hayvanlarla da bu böyle devam etmiş. Adam onların verebileceği bütün hediyelere sahip olduktan sonra oradan uzaklaşmış.

Ondan sonra baykuş, öbür hayvanlara şunu demiş: “Adam artık bir çok şeyi biliyor ve bir çok şeyi yapabilecek kabiliyette.”

Geyik şöyle konuştu: “Adam ihtiyaç duyduğu her şeye sahip! Şimdi hüznü son bulacaktır.”

Baykuş “hayır” dedi. “Adamın içinde bir delik gördüm(Göz). Asla doyuramayacağı bir açlık kadar derin. Bu onu, hüzünlü olmaya ve sürekli istemeye yöneltmektedir. Almaya ve toplamaya devam edecektir. Günün birinde dünya şunu söyleyene kadar:

- Tükendim, sana verecek bir şeyim kalmadı. 

Tık

 

Mark Twain “Hayat bir tercih meselesidir. Geçmişi düşünürsen masal, geleceği düşünürsen hikaye, bugünü düşünürsen gerçektir. Her güne hayatının en güzel günü olması için şans ver.”




Charlie Chaplin’in kaleme aldığı hayat dersleri


Anladım ki,
Duygusal acılar ve keder, bir uyarıydı bana,
Kendi gerçeğime karşı yaşadığımı anımsatan.
Biliyorum, bugün buna Özgün Olmakdiyorlar.

Zamanı gelmediğini,
Ve o kişinin hazır olmadığını bildiğin halde onu,
İsteğimizi yapmaya zorlamanın,
O insan kendim de olsam,
Ne kadar utanç verici olduğu anladım.
Bugün buna, “Kendine Saygı Duymak” dendiğini biliyorum.

Başkalarının hayatına özenmekten vazgeçtim,
Ve önüme çıkan zorlukların,
Olgunlaşmam için aşmam gereken engeller olduğunu fark edebildim.
Günümüzde buna, Bilgelik dendiğini biliyorum.

Her zaman, her fırsatta,
Doğru zamanda, doğru yerde bulunduğumu anladım.
O andan itibaren de huzura erdim.
Bugün buna, Varoluşa Saygıdendiğini biliyorum.

Kendime ayırmam gereken zamanı başka şeylere harcamaktan,
Geleceğe ilişkin büyük projeler yapmaktan vazgeçtim.
Bugün artık yalnızca bana keyif ve mutluluk veren,
Sevdiğim ve hoşuma giden işleri,
Kendime özgü yol, yordam ve tempoyla yapıyorum.
Günümüzde buna, Kendine Karşı Dürüstlük dendiğini biliyorum.

Sağlıklı olmayan her şeyden kurtardım kendimi.
Yemeklerden, insanlardan, nesnelerden, durumlardan,
Hepsinden önce de beni benden koparıp diplere çeken şeylerden.
Başlangıçta buna “sağlıklı bencillik” diyordum,
Bugün biliyorum ki, bu Kendini Sevmektir.

Vazgeçtim,
Her zaman kendi haklılığıma inanmaktan,
Daha az yanılmaya başladım böylece.
Bugün anladım buna Sade Olmak dendiğini.

Düşüncelerimin beni zavallı ve hasta edebileceğini fark ettim,
Buna karşın yüreğimin gücünü yardıma çağırdığımda,
Aklım değerli bir ortak kazandı.
Bu ilişkiye bugün Yürek Bilgeliğidiyorum.

Kendimizle ya da başkalarıyla tartışmaktan,
Çatışmaktan ve sorun yaşamaktan korkmamalıyız,
Çünkü yıldızlar bile bazen birbiriyle çarpışır,
Ve yeni dünyalar oluşur.
Bugün bunun Yaşamak olduğunu biliyorum!

👍

HAYATIN BANA YAPTIĞI UYARILAR...

Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda anladım ki;

Duygusal acılar ve keder yapılmış birer uyarıydı bana...

Kendi gerçeğime karşı yaşadığımı anımsatıyorlardı...

Biliyorum bugün buna ‘özgün olmak’ diyorlar...

İNSANIN KENDİSİNİ ZORLAMASININ...

Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda... Zamanı gelmediğinde ve o kişinin hazır olmadığını bildiğin halde, istediğini yaptırmaya zorlamanın... Zorladığın kişi bizzat kendin de olsa, çok utanç verici bir şey olduğunu anladım... Bugün buna; “kendine saygı duymak” deniyor...

BAŞKALARININ HAYATINA ÖZENME...

Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda, başkalarının hayatlarına özenmekten vazgeçtim... Önüme çıkan zorlukların;

Olgunlaşmam için aşmam gereken engeller olduğunu fark edebildim...

Günümüzde buna “bilgelik” dendiğini biliyorum...

DOĞRU ZAMANDA DOĞRU YERDE...

Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda;

Her zaman, her fırsatta...

Doğru zamanda doğru yerde bulunduğumu anladım...

O andan itibaren huzura erdim...

Bugün buna; ‘yaşanmakta olana saygı’ dendiğini biliyorum...

GELECEĞE İLİŞKİN BÜYÜK PROJELER...

Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda;

Kendime ayırmam gereken zamanı, başka şeylere harcamaktan... Geleceğe ilişkin büyük projeler yapmaktan vazgeçtim...

Bugün artık yalnızca bana keyif ve mutluluk veren, Sevdiğim ve hoşuma giden işleri, Kendime özgü yol yordam ve tempoyla yapıyorum... Günümüzde buna ‘kendine karşı dürüst olma’ dendiğini biliyorum...

SAĞLIKLI OLMAYANLARDAN KURTULMA

Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda; Sağlıklı olmayan her şeyden kurtardım kendimi... Yemeklerden, insanlardan, nesnelerden, durumlardan... Hepsinden önce de beni benden koparıp diplere çeken şeylerden...

Başlangıçta buna ‘sağlıklı egoizm’ diyordum... Bugün biliyorum ki bu ‘kendini sevmektir...’

HAKLILIĞIMA İNANMAKTAN VAZGEÇTİM

Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda... Vazgeçtim; her zaman kendi haklılığıma inanmaya... Daha az yanılmaya başladım böylece... Bugün anladım ki; Buna ‘sade olmak ve sade yaşamak’ deniyor...

DÜŞÜNCELERİN BENİ HASTA ETMESİ...

Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda; Düşüncelerimin beni hasta ve zavallı bir insan yapabileceğini fark ettim...

Buna karşı, yüreğimin gücünü yardıma çağırdığımda.. Aklım değerli bir ortak kazandı... Bu ilişkiye bugün ‘yürek bilgeliği’ diyorum...

YAŞAMAK...

Kendimle ve başkalarıyla tartışmaktan... Çatışmaktan ve sorun yaşamaktan korkmuyorum... Çünkü yıldızlar bile bazen birbiriyle çarpışıyor...

Yeni dünyalar oluşuyor...

Bugün bunun ‘yaşamak’

olduğunu biliyorum...

 

27 Mart 2017

Hababam Sınıfının Mahmut Hoca’sı Münir Özkul...



Diyor ki;  Ben ortaokuldayken, Türkçe hocamız tahtaya konuşanların değil, konuşmayanların ismini yazdırırdı. Ve bir gün derste şöyle demişti; çocukları konuşturmazsan, konuştuğu için cezalandırırsan gelecekte ya hiçbir olaya tepki vermeyen cesaret edip konuşamayan bir halk yaratırsın, ya da konuşamadığı ve kendisini ifade edemediği için her şeyi zorbalıkla halletmek isteyen bir halk yaratırsın.



Bertrand Russell'dan yaratıcı ve mutlu bir yaşam için 10 ders


Bir insan size herhangi bir konuda mutlak doğruyu bildiğini söylüyorsa, onun tamamen hatalı olduğundan emin olabilirsiniz...The Scientific Outlook, 1932

Kimse başkalarının gizli meziyetleri hakkında dedikodu yapmaz...On Education, 1926

İyi bir yaşam, anladığım kadarıyla, mutlu bir yaşamdır. ‘İyi olursan mutlu olursun’ demiyorum; demek istediğim, mutlu olursan, iyi de olursun...New Hopes for a Changing World, 1951

Kabul görmeyen bir görüşe sahip olmaktan korkmayın. Şu an kabul gören her görüş, bir zamanlar kabul görmeyenlerdi...A Liberal Decalogue, 1954

Hepimizin içinde sıkışıp kalmış bir sanatçı yatmaktadır. Serbest bırakın onu ki, her yere neşe bulaştırsın...Bertrand Russel’ın Başlıksız Son Makalesi, 1967

Sıkıntıya tahammül edemeyen bir nesil, önemsiz insanlardan oluşan, doğanın ağır işleyişinden gereksiz yere uzaklaşan, hayati dürtüleri zamanla tükenen, tıpkı bir vazonun içindeki koparılmış çiçekleri andıran bir nesil olacaktır...The Conquest of Happiness, 1930

İnsanlığın başına gelen en büyük kötülük, insanların aslında yanlış olan kimi şeylerin doğruluğundan kesinlikle emin olmasıdır...Unpopular Essays, 1950

Başarılı olduğunuz her şey, mutluluğunuza katkı sağlar...Bertrand Russell Speaks His Mind, 1969

Arzu edilen şey, inanma isteği değil; hatta onun tam tersi olan anlama isteğidir...Free Thought and Official Propaganda, 1922

Uygar yaşam, çok fazla evcilleşti...Nobel Lecture: What Desires Are Politically Important?, 1950

  

Aşık Veysel "Dünyaya gelmemde maksat ne idi: bir sadık dost."

Toprak ne kadar zengin olursa olsun, ekilmedikçe mahsul vermez. Kafalar da öyle, ekilmeyen kafalar da fikir üretmez...Seneca

Bahse girerim yarın bir yobaz çıkıp, tuvalete gitmek günah diye fetva verse, tuvalete gitmeyecek ve altına yapacak o kadar öküz var ki bu ülkede...Aziz Nesin

Ruhunu kaybeden dünyayı kazansa ne çıkar...Victor Hugo

24 Mart 2017

Abidin Dino * Metin Altıok * Tomris Uyar * Melih Cevdet Anday * Haldun Taner

Benim yapabildiğim, bildiğim umduğum, son soluğuma değin yapacağım -ki önümde uzun bir zaman yok, biliyorum- bu bir takım şeylerin yaklaşmakta olduğu duygusunu yaşamak ve yaşatmak.  Her zaman felaketleri düşünmemek gerek. En korkunç acılardan sonra tüm bu yaşadıklarımız olağanüstü güzellikte bir yaşama dönüşebilir...Kısa Hayat Öyküm - Abidin Dino

Özgürlük ve refahın olmadığı, yarın endişesinin kol gezdiği bir ülkede şiir kendi yalnızlığında, kendi sesiyle avunacaktır elbet. Ey şiir okumayan, şiire kulak tıkayan okur, haklı olan sensin. Sana saygıyla karşılık bir öfke duymaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Ama şunu iyi bil ki, şiirle zıtlaşmanın yarar sağlamayacak sana. Çünkü şiirin yalnızlığı senin de yalnızlığındır ve bu yalnızlık şiirin değil senin sonun olacaktır. İnanıyorum ki sen günün birinde Anka gibi kendi küllerinden yeniden doğacaksın. İşte o gün gelene kadar benim sana diyeceğim; ateşin bol, tükenişin çabuk olsun...Metin Altıok

Her sanatçı kendi yankısını gördüğü bir aynaya daha kolay bağlanabilir. O kadar ki, aradaki aşk bitse bile o aynayla yaşanmış duygudaşlık anları, kıyasıya yapılmış edebiyat tartışmaları, ortak bir geçmiş kalır geriye.Yaratıcılığı körükleyen ilişkilerdi bunlar. Tiryakilik gibi bir şeydi. İki taraf da karşısındaki için esin perisiydi…Tomris Uyar

Bir romanda okumuştum, irade teorisi yapan bir düşünür, bir tekerleğin orta yeri gibi sakin kalmağa alıştırıyordu kendisini. Hayat gümbür gümbür dönüyor, ama o, orta yerde istifini bile bozmadan hareketsiz kalabiliyor. Gerçekten büyük bir başarı. Yalnız o adamla benim aramda önemli bir ayrım var: O bunu çaba ile elde etmek istiyor, bense doğuştan öyleyim galiba. Doğuştan iradeliyim. Öyle mi? Yok, bununla kendimi kandıramam. Davranışlarımın içimden gelmesini beklememeliyim, çünkü içim yok benim. Belki kimsenin yok. Herkes, yalan yanlış, daha iyi bir dünyanın ardına düşmüş, o dünya için, boşuna da olsa çırpınıyor, çalışıyor. Üst yanı aylaklıktır...Melih Cevdet Anday
 
Dünyada hiçbir şey, karşısındakini kandırdığını sanan bir budalanın sevinci kadar komik değildir...Haldun Taner


23 Mart 2017

Abidin Dino - Yeditepe öyküleri

Yeditepe Öyküleri, Abidin Dino tarafından 1934-1940 arasında yazılmış olan beş kısa öyküden oluşan kitaptır. Yeditepe başlığındaki ilk öykü 1934 yılında Servetifünun dergisinin 2258-573. sayısında yayımlanmıştır. İkinci öykü 1934'te yine Servetifunun dergisinde, üçüncü öykü 1939'da Yeni S.E.S., dördüncü öykü 1940'ta Yeniyol'da, beşinci öykü ise yine 1940'ta ancak bu kez Küllük'te yayınlanmıştır. Kitapta yer alan desenler de yine Abidin Dino'nun kendisine aittir. 
 
SUNU
 
  Abidin Dino, ölümünden sonra da bizleri şaşırtmaya devam ediyor.
Eller ve özellikle Pera  Palas’tan sonra yayımlanan, uzun yıllar boyunca çeşitli aralıklarla dönüp dönüp yazdığı Sinan’ın düşsel yaşamöyküsünün ardından gelen Toplu Yazıları, ölümüne değin yakın çevresi dışında pek bilinmeyen yazarlık yönünü öne çıkardı Dino’nun.
Abidin, yaşamı boyunca sürekli yazdı ve çizdi. Ölene değin: Sözcüğün gerçek anlamında, son nefesine değin, belki ilk kez titreyen eline karşın, küçücük not defterlerine notlar düşmeyi, desenler çizmeyi sürdürdü.
Bu kitapçıkta yer alan beş öykü ise çok eskilerden geliyor. 1930’lardan. Yeditepe başlığını taşıyan ilk öykünün yayım tarihi 1934. Dönemin önemli dergisi Servetifünun’un 2258-573. sayısında yayımlanmış. Demek ki, bu öyküyü yazdığında Abidin, yirmi bir-yirmi  iki  yaşlarında.  Sait  Faik  henüz  ilk  kitabı Semaver’i (1936) yayımlamamış.
İkinci öykü Kasım 1934’te gene Servetifünun’da (ama artık  adı Uyanış), üçüncüsü  1939’da Yeni S.E.S., dördüncüsü 1940’ta Yeniyolda, beşincisi gene 1940’ta ama bu kez Küllük’teyayımlanmış.
Abidin’in 1934’te Sovyetler Birliği’ne gittiğini biliyoruz. 
1937 sonuna değin bu ülkede kalan Abidin, buradan Paris’e gitmiş, 1938’de yurda dönmüştü. Bu durumda, bu öykülerin ilk ikisini yurtdışından göndermiş olması gerekiyor gibi. Ama bunun  doğruluğundan  kuşkum  var.  Yayımlanış  tarihleri  altı yıllık  bir  süreye  yayılmış  da  olsa,  dikkatli  bir  okur,  bunların uzun aralıklarla yazılmamış olduğunu kolaylıkla görür. Daha ilk öyküde, derginin düştüğü neşredilmemiş kitabından, bir sonrakinde yakında neşredilecek kitabından notları da, bu görüşümü doğruluyor. Kanımca, bu beş küçük öyküyü, yazıldıkları dönem ve o dönemin Türk  yazını  göz  önünde  tutularak  değerlendirmek gerektirir.
  Bu değerlendirmeyi yaptığımızda şaşırtan bir olguyla karşılaşıyoruz: O  dönemin  Türk  öykücülüğünde,  bu  öykülerin benzeri  yok.  (Belki,  Sait  Faik’in Semaver’deki bir  öyküsünü, Kırlangıç Yuvasındaki Kadın’ı bu yargının dışında tutmalıyım.)
Buna karşılık bu öyküler, garip bir biçimde, Babel’i anımsatıyor. Onun Odessa Öyküleri’ni., Abidin, Sovyetler  Birliği’ne  gittiğinde  Babel’le  tanışmış ve aralarında yakın bir dostluk oluşmuştu. Ne var ki, Yeditepe Öyküleri’nin ilki  yayımlandığında,  Abidin,  Rusya’da  değildi, henüz Rusça da bilmiyordu. O yıllarda, Babel’in öykülerinin Fransızcaya  çevrildiğini  ise  sanmıyorum.  Dolayısıyla,  bu  yakınlık, bu benzerlik habersiz bir yakınlık olsa gerektir.
Abidin,  gençlik  yıllarında,  arada  bir Tophane’deki  esrar tekkelerine uğradığını, o yöredeki yosmalarla, esrarkeşlerle, toplumun lümpen tabakasıyla “tanıştığını” anlatırdı. O günlerden kalan birçok deseninde bu insanların yüzlerini görürüz.
Yaklaşık yetmiş yıl sonra, bu öyküleri, kitaplıkların karanlık  köşelerinden  bulup  çıkaran  yorulmaz  Turgut  Çeviker’in çabalarıyla  Yeditepe Öyküleri, işte  bu  desenlerden  birkaçının eşliğinde okuyucuya ulaşıyor.  Dediğim gibi, Abidin, ölümünden sonra da, bizleri şaşırtmaya devam ediyor.

Ferit EDGÜ
Kandilli, Mart 2001


Yeditepe hiç de bildiğiniz gibi değildir. Yeditepe, yedi derya, yedi rüzgar, yedi gurbet bağlar.


20 Mart 2017

Homo Sapiens'in yazarı Harari: 'Gereksizler' diye yeni bir sınıf doğuyor ...


Homo Sapiens’in yazarı Harari: ‘Gereksizler’ diye yeni bir sınıf doğuyor.

Yuval Norah Harari’nin ilk kitabı ‘Homo Sapiens: Hayvanlardan Tanrılara’yı (Kolektif Kitap) okuduğumda insanlığa dair kafamdaki pek çok soru işaretine cevap bulmuş, daha evvel üzerinde pek düşünmediğim yeni soruların peşine düşmüştüm: “İnsan (Homo sapiens) neden ekolojik bir seri katile dönüştü? Kadınlar üstün sosyal becerilere sahipken, neden çoğu toplum erkek egemen? İnsanı bekleyen gelecek ne?”
Yalnız değilmişim, çünkü kitap dünyada satış rekorları kırarken Türkiye’de de 100 bin bandını aştı. Genç tarihçi Harari, bu defa ‘Homo Deus: Yarının kısa bir tarihi’ (Kolektif Kitap) kitabında gelecekte insanın neye evrileceğini, yine tarihi bilim ve teknolojik gelişmelerle harmanlayarak, akıcı ve anlaşılır bir dille tarif ediyor.



Mehveş Evin


18 Mart 2017

Mustafa Kemal Atatürk "Siz vatanı için, milleti için, namusu için canını ortaya koyan böyle insanları bu kadar mı tanıyorsunuz? Eğer onları tanımazsanız; geleceğinizi göremezsiniz, hedeflerinizi bilemezsiniz."

Ülkemizde takvimlerin 1936 yılını gösterdiği tarihlerde Balıkesir Çanakkale yolunun açılışı için Atatürk'ün yolu da Havran'a düşmüştü. Buraya geldiğinde, Çanakkale Savaşında bizzat görüştüğü ve başından geçenleri kendisinden dinlediği Koca Seyid'i hatırladı. Mahalli yetkililere Koca Seyid'i sordu fakat hiçbiri onu tanımıyorlardı. Atatürk oradakilerden hemen Koca Seyid'i bulmalarını istedi ve onlara hitaben: 
-" Sizi onunla tanıştırmak istiyorum. Yaptığınız milletin kahramanlarına vefasızlıktır. Kendisini tanıyın ki, bu topraklar üzerinde yaşamanın bir bedeli olduğu bilinsin." Dedi. Uzun uğraşlar sonrasında buldular. Önce yıkattılar, ardından traş ettiler. Üzerindeki elbiseleri çıkartarak Nahiye Müdürünün elbiselerini giydirdiler. Bu şekilde paşanın karşısına çıkardılar. Paşa bu kıyafetlerde birini beklemiyordu karşısında. Ama onu toplumun içinde utandırmamak için iltifat etti. 
 
-"Koca Seyid bu elbise sana çok yakışmış, onu nereden satın aldın?" -"Paşam sizin geldiğinizi bana haber verdiler. Çok sevindim. Beni arattığınızı duyunca dünyalar benim oldu. Bana bu elbiseyi giydirdiler. Kaymakam bey öyle uygun gördü."
 
Konuşma sonrasında Atatürk orada bulunanlara gereken dersi vermeyi ihmal etmedi. 
 
-" Siz vatanı için, milleti için, namusu için canını ortaya koyan böyle insanları bu kadar mı tanıyorsunuz? Eğer siz onları tanımazsanız geleceğinizi göremezsiniz. Hedeflerinizi bilemezsiniz."
 
 

17 Mart 2017

Ceyhun Atuf Kansu - Bağımsızlık Gülü

 
Yerden alıp o gülü
Hangi gülü?
Bir topçu neferinin
Sakaryalı yaz toprağında
Sıcak kan gülü.

Alıp koklamak o gülü
Hangi baharda?
Türkçenin özgür kırlarında
Türkülerde burcu burcu,
Bilgeliğin ana gülü!

Bir basmadan alıp o gülü,
Hangi basmadan?
Nazilli fabrikasından
Pamuğumuzdan, emeğimizden,
Dokuduğumuz halk gülü.

Hoyrat ellerinden alıp o gülü
Hangi ellerden?
Uzak Teksaslı çobanların

Bilmediği, uğruna can vermediği
Türkiyeli o çileler gülü.

Yerine koymak, kutsamak o gülü,
Hangi yerine?
Mustafa Kemal'in bahçesine
Bir ulusun suladığı beslediği
Yediveren bağımsızlık gülü!

16 Mart 2017

Erich Fromm - Umut Devrimi


Yaşamın yapısında umut ve inanca bağlı olan ve onların bir halkasını oluşturan bir öge daha vardır: cesaret, ya da Spinoza'nın adlandırmasıyla, direnme gücü. Belki de direnme gücü belirgin, daha açık bir anlatım, çünkü günümüzde cesaret daha çok yaşama yürekliliğini değil de ölme yürekliliğini göstermede kullanılıyor. Direnme gücü, umut ve inanç'ı, boş iyimserliğe ya da usdışı inanç'a dönüştürerek — dolayısıyla onları yokederek — bu ikisinden ödün verme yönünde baştan çıkarılmaya karşı koyma yetişidir. Direnme gücü, dünya "evet" sözcüğünü duymak istediğinde "hayır" diyebilme yetişidir.

Ancak direnme gücünün bir diğer yönünü dile getirmezsek, onu tam olarak anlayamayız. Bu, korkusuzluktur. Korkusuz kişi gözdağmdan, hatta ölümden bile korkmaz. Ama çoğu kez olduğu gibi, "korkusuz" sözcüğü, tümüyle farklı birkaç yaklaşımı ve davranışı daha kapsar. Yalnızca en önemli üç tanesini söylüyorum: Birincisi, kişi yaşamayı umursamadığı için korkusuz olabilir; ona göre yaşam pek değerli değildir, dolayısıyla ölme tehlikesi karşısında bile korkusuzdur; ama ölümden korkmamasma karşın yaşamdan korkabilir. Korkusuzluğu, yaşam sevgisinden yoksun oluşundan kaynaklanmaktadır; yaşamını tehlikeye atma konumunda olmadığı zaman, genellikle korkusuz değildir. Hatta, yaşam korkusundan kendisinden korkmaktan, insanlardan korkmaktan kaçınmak için sık sık tehlikeli durumlar arar.

İkinci bir korkusuzluk türü de, ister bir insan olsun ister bir kurum ya da fikir, bir tapıma, onun yaşamını paylaşıyormuşçasına boyuneğmiş bir kişinin korkusuzluğudur; tapımın buyrukları kutsaldır; bedeninin yaşamını sürdürmek için ortaya koyduğu buyruklardan çok daha zorlayıcıdırlar. Bu tapımın buyruklarına uymamayı ya da onları kuşkuyla karşılamayı başarabilse, tapım ile özdeşliğini yitirmek tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır, buysa, kişinin kendisini son derece soyutlanmış bir durumda, dolayısıyla deliliğin eşiğinde görme tehlikesini doğurmak anlamına gelmektedir.

Üçüncü korkusuzluk türüyse, kendi kendisiyle kalan, kendine güvenen ve yaşamı seven, tam anlamıyla gelişmiş insanlarda görülür. Doymakbilmezliği yenmiş kişi, herhangi bir tapıma ya da herhangi bir şeye tutunmaz, dolayısıyla yitirecek hiçbir şeyi yoktur: zengindir çünkü boştur, güçlüdür çünkü arzularının esiri değildir. Tapımlardan, usdışı isteklerden ve düşlemlerden (fantezilerden) kopabilir çünkü kendi içinde ve dışında gerçeklikle tam bir ilişki içindedir. Böyle bir insan tam "aydmlanmışhk"a ulaşmışsa, tümüyle korkusuzdur. Ereğine doğru ilerlemiş, ancak henüz varmamışsa, onun korkusuzluğu da tam olmayacaktır. Ancak, tam anlamıyla kendisi olmaya doğru bir adım atmaya çalışan herkes, korkusuzluk yönünde yeni bir adım atıldığında, çok kesin bir güç ve sevinç duygusunun uyandınldığını bilir. Yeni bir yaşam evresinin başlamış olduğunu duyumsar. Goethe'nin dizelerindeki hakikati hissedebilir: "Evimi bir hiçliğin üzerine kurdum, bu yüzden bütün dünya benimdir."

Umut ve inanç, yaşam 'in temel nitelikleri olduklarından doğaları gereği statükoya bireysel ve toplumsal olarak yüceltme yönünde hareket ederler. Sürekli bir değişme süreci içinde bulunmak ve asla herhangi bir belirli anda aynı kalmamak, yaşamın niteliklerinden biridir.

Gerek organik yaşam ve inorganik madde tanımlamaları, gerek ikisi arasındaki sınırı tartışmanın yeri burası değil. Kuşkusuz, günümüz biyoloji ve genetiği açısından, geleneksel ayrımlar tartışma götürür duruma gelmiştir; ancak bu ayrımların geçerliliğini yitirdiğini kabul etmek yanlış olacaktır; yerlerine yenilerini koymak değil, bunları arındırmak gerekmektedir.

Atıl, hareketsiz duran yaşam ölmeye eğilimlidir; eğer atıllık eksiksizse, ölüm gerçekleşmiş demektir. Buna göre, yaşam, hareket etme niteliğinden ötürü, statüko'dan kurtulup çıkmak ve onu aşmak eğilimindedir. Ya daha güçlü hale geliriz ya daha zayıf, ya daha akıllı ya daha ahmak, ya daha yürekli ya daha korkak. Her saniye, iyi ya da kötüye götürecek bir karar verme anıdır. Tembelliğimizi, doymakbilmezliğimizi ya da nefretimizi ya besleriz, ya da açlıktan öldürürüz. Ne kadar beslersek o kadar güçlenir; ne kadar aç bırakırsak o kadar zayıflar, güçsüzlesin

Birey için geçerli olanlar, toplum için de geçirlidir. Toplum, durağan değildir; gelişmezse, kokuşur; statüko'ya daha iyiye doğru yükseltmezse, kötüye doğru bir değişme gösterir. Çoğu kez toplumu oluşturan bireyler ya da topluluklar olarak hareketsiz durabileceğimiz ve belirli bir durumu şu ya da bu yönde değiştirmeyebileceğimiz yanılsamasına kapılırız. Bu en tehlikeli yanılsamalardan biridir. Hareketsiz durduğumuz an kokuşmaya başlarız.

15 Mart 2017

Yaşar Nabi Nayır - Bir güzel gün, bir sükûn, bir bahar bekliyorum.


Varlık, 15 Temmuz 1933'te Yaşar Nabi Nayır tarafından yayımlanmaya başlanan aylık sanat ve edebiyat dergisidir (İlk sayısında sahibi Sabri Esat Siyavuşgil görünüyordu).

İlk yıllarında yayımladığı Batı edebiyatı çevirileri ve şiirleriyle, öz Türkçe anlayışıyla tanınan Varlık, kesintisiz yayınıyla günümüze kadar gelmiştir. İsmi, "yoktan var etme" çabasından ilham alarak sahibi Yaşar Nabi Nayır tarafından konulan dergide Türk edebiyatının birçok ünlü yazar ve şairinin ilk eserleri yayımlanmıştır.

Dergide ilk imzası çıkmış yazarların bazıları şunlardır: Melih Cevdet Anday, Cahit Sıtkı Tarancı,Orhan Veli, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Necati Cumalı, Tarık Dursun K., Ece Ayhan, Attila İlhan, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Semih Poroy, Tomris Uyar.

Derginin ilk sayılarında Yedi Meşaleciler'in şiirleri yer aldı. Garipçiler'e ilk defa Varlık dergisi sayfalarında yer verildi; Garip manifestosu Varlık'ta yayımlandı. Dergide Köy Enstitüsü yazarlarına, özellikle Mahmut Makal'ın öykülerine yer verdi. Cumhuriyet devri yazarlarının pek çoğu Varlık Dergisi'nde yazarak tanındılar.

Başlangıçta Ankara'da yayımlanan dergi, 1946'dan itibaren İstanbul'da çıkarılmaktadır. Yaşar Nabi'nin ölümünden sonra dergi yönetimini kızı Filiz Nayır Deniztekin üstlenmiştir.

Dergi, Avrupa Kültür Dergileri Ağı olan Eurozine üyesidir.

13 Mart 2017

Erich Maria Remarque - Hayat Kıvılcımı

Korkunç bir gerçekle ilgili bu anlatı, büyük romancının en sarsıcı yapıtlarından biridir; karanlık, çile ve çaresizlikle kuşatılmış yaşamın yenilmezliğini dile getiren bir destandır. Yaşadığımız dönemde meydana gelen tüyler ürpertici olaylardan söz eden bir kitap, dürüstlük ve ortak sorumluluğu üstlenme bilincinden doğan bir kitap. Bir arınma kitabı. 

Hayat Kıvılcımı (roman) - Vikipedi

 
-Bahar ve yeniden başlayan hayat, savaşa, ölüme, yasa veya ümide rağmen, kırlangıçlarıyla, yeşeren çiçek ve tomurcuklarıyla, her yıl gelirdi. Her yıl yeniden gelirdi, işte yine karşısındaydı ve bu kadarı yeter de artardı.
 
-Hayata devam edebilecek kuvveti yeniden toplayabilmek için çabuk unutmayı bilmek gerekirdi.
 
-İnsan hiç ummadığı bir zamanda yolun herhangi bir noktasında tanıdıklara rastlar. 

William Butler Yeats -Yaşlandığın zaman

 
Saçın solduğu için uyku dolduğunda geçen yaşla, 
Ve ocak başında daldığın vakit bu kitaba bak, 
Yavaşça oku ve eskiden sahip olduğu o yumuşak 
Bakışlarını gözlerinin ve derin gölgelerini düşle.

Kaç kişi sevdi senin hoş zarafetinin cevherini, 
Ve sevdi güzelliğini aşkla yalan ya da hakikat, 
Sendeki gezgin ruhu bir tek adam sevdi fakat 
Ve sevdi senin değişen yüzünün kederini;



William Faulkner "İnsan ölümlüdür ve ölümsüz olmanın tek yolu dünyaya ölümsüz bir şey bırakıp gitmektir."




Her insan kendi erdemlerinin yargıcıdır.

Acılı bir hayatla hayatsızlık arasında bir seçim yapmamı söyleseler, hiç duraksamadan acılı hayatı seçerim.
 
İnsanlar hayatın ne kadar kötü olduğunu söylerse söylesinler, ben umudumu asla kaybetmedim. Henüz nasıl umut kaybedileceğini öğrenmedim.

Kimsenin malı değildir para, ne diye biriktirmeye çalışmalı. Para onu kazanabilen ve tutabilenindir.

Zaman; gerilim hattındaki elektrik akımı gibi, hatırladığımız şeylerin içinden geçerek ilerler; gerçek, gerçeğin ancak bildiğimiz kadarıyla ilişkili olarak vardır; bunun dışında zaman diye bir şey yoktur.

Savaş alanı insanların delilikleri ile umutsuzluklarını ortaya çıkarır ve zafer felsefecilerle budalaların hayalidir.

Savunmasız varlıklara iyi davranırsanız düşlerinizin gerçekleşmesi için Dilek Ağacı’na gerek yoktur. 
 
Artık huzur denebilecek bir hissizlik içinde yaşıyorduk, tek bir çiçek sapını tek bir tomurcuğu hayal etmeyen, beslediği yaprakların uçarı nağmeli yalnızlığını kıskanmayan kör hissiz toprağın ta kendisi gibi…

Bir yazarın başarısı, göze aldığı başarısızlıkla ölçülür.

Geçmiş asla sona ermez, hatta geçmez bile.

Bir insan her zaman şimdi çektiği sıkıntılardan çok ileride çekebileceği sıkıntılardan korkar. Bir değişikliği göze alamaz da, alışık olduğu sıkıntılara dört elle sarılır

Yaşayan herhangi bir insan herhangi ölü bir insandan iyidir ama yaşayan ya da ölü hiçbir insan başka bir yaşayan ya da ölü insandan çok daha iyi değildir.

Kadınlar her konuda gurur ve onurlarına düşkündürler; bir tek aşk hariç.

Zeki insanlar her türlü insan adaletsizliğine, budalalığına ya da acısına karamsar ve alaycı bir akli acıma duyarlar.

Az zamanda öğreteceğim sana, en fazla tiksinilecek iki şeyin miskinlik ve boş düşünce, iki erdemin de çalışma ve Tanrı korkusu olduğunu.

Bu günah dolu yeryüzünün hiçbir köşesinde dürüst, çalışkan bir kişi kazanç sağlayamaz.

Bir insan, kendi talihsizliklerinin toplamıdır.

Çok şükür ki hasta bir köpek gibi durmadan beslemek zorunda kalacağım cinsten bir vicdanım yok.

Düşüncelerin en güzelleri, eskimiş ölü tuğlanın üzerine yapışıp kalmış kuru sarmaşık dalları gibidir.

İyi bir kadının duymayacağı bir sürü şey vardır ve bunları bilmese daha iyi olur.

Kimi zaman diyorum ki hiçbirimiz tam deli ya da tam akıllı değiliz, denge bir yana doğru kaymadıkça. 

Hani bir adamın yaptıklarından çok, onları yaptığı zaman çoğunluğun o adama bakışından anlaşılıyor bu galiba.

 En parlak zaferlerin, en acı yenilgilerin, anlık gürültülerden farkı yoktur.

Evet, sevgi ve sadakat hep olacak, olmalı: onları bize gururu ve barış umudunu sancakları gibi şerefin ön saflarında taşıyan babalarımız, kocalarımız, sevgililerimiz, erkek kardeşlerimiz bıraktı; bunlar olmalı, yoksa insan ne uğruna savaşır? başka ne için ölmeye değer? Evet, boş bir şeref, gurur hatta barış uğruna değil, geride bıraktıkları o sevgi ve sadakat uğruna. Çünkü ölecekti; biliyorum, biliyordum, tıpkı gurur ve huzur gibi ölecekti: yoksa aşkın ölümsüzlüğü nasıl kanıtlanabilirdi? Ama sevginin, sadakatin kendisi, kendileri ölmeyecekti.

 Ben hiç bir kadına birşey için söz vermem ya da ona ne vereceğimi söylemem. Kadınları yönetmenin tek yolu bu. Her zaman onları “acaba şöyle mi yapacak böyle mi” diye düşündürmek.

11 Mart 2017

Türk Balesinin Kurucusu Balerin, Koreograf Dame Ninette de Valois


D. Ninette de Valois ile ilgili görsel sonucu  
Arşiv Odası'nın bu bölümünde dünya bale tarihinin en önemli isimlerinden, Türk balesinin de kurucusu olan balerin, koreograf  Dame Ninette de Valois var.

İngiltere Kraliyet Balesi'nin kurulmasında en önemli isim olan Dame Ninette, 1947'de, aldığı davet üzerine Türkiye'ye giderek, İstanbul Yeşilköy'de ilk resmi bale okulunu kurdu.

 


Italo Calvino 'İlham Anı'

Olay, bir gün, bir köşe başında, gelip giden kalabalığın ortasında oldu.

Durdum, gözlerimi kırpıştırdım, hiçbir şey anlamıyordum. Hiçbir şey hakkında hiçbir şey. İnsanları, nesneler hangi nedenle böyleydiler, anlamıyordum, herşey son derece anlamsız ve absürttü. Gülmeye başladım. 
 
Bana garip gelen şey, neden bunu daha önce anlamadığım oldu. O zamana kadar herşeyi olduğu gibi kabul etmiştim; trafik ışıkları, arabalar, posterler, üniformalar, anıtlar, dünyadan tamamen kopmuş şeyler; hepsini sanki bir gereklilik sonucu ortaya çıkmışlar, bir neden-sonuç zincirinin halkasıymışlar gibi benimsemiştim. 
 
Sonra gülmem dudaklarımda dondu, yüzüm kızardı, utandım. Ellerimi kollarımı sallayarak kalabalığa “Durun! Bir dakika!” diye bağırdım, “Bir yanlışlık var. Herşeyde bir terslik var. Dünyanın en saçma işlerini yapıyoruz. Nereye varır bu işin sonu?” 
 
Etrafta insanlar durdu, merakla beni süzdüler. Orada, ortalarında durdum, kollarımı sallaya sallaya, ümitsizce anlatmaya, bir anda aydınlanmamı sağlayan ilhamımı açıklamaya çalıştım.. ve hiçbir sey demedim. Hiçbir şey demedim, çünkü kollarımı kaldırıp ağzımı açtığım anda, aydınlanmam geri gitti, ağzımdan bildik, eski kelimeler çıktı. 
 
– Eee, Ne demek istiyorsun, diye sordu insanlar. “Herşey yerli yerinde. Herşey olması gerektiği gibi. Herşeyin bir sebebi var. Herşey diğerleriyle uyum içinde. Yanlış veya saçma birşey göremiyoruz.”
Orada öylece durdum, çünkü şimdi herşeyi yerli yerinde görüyordum, herşey doğal, olması gerektiği gibi görünüyordu; trafik ışıkları, anıtlar, üniformalar, gökdelenler, tramvay yolları, dilenciler, geçit törenleri; ama bu beni rahatlatmadı, tersine bana acı verdi. 
 
“Pardon”, dedim. “Galiba benim hatam. Bir an öyle gibi geldi. Herşey yolunda elbette. Kusura bakmayın.” Ve kızgın bakışların arasında yürüyüp gittim. 
 
Yine de, şimdi bile, sık sık birşeyi anlamadığım zaman, ister istemez, aynı umuda kapılıyorum; yeniden o anı yaşayacağımı, yine hiçbirşeyden hiçbir şey anlamayacağımı, bir anda bulup kaybettiğim öteki bilgiye ulaşacağımı umuyorum. 

09 Mart 2017

Mine Kırıkkanat "Cumhuriyetin inatçı ışığında."


Lale Belkıs’ın Paris’te bir gelinlik defilesine gitmesi gerekiyordu. Yola çıkmadan önce hem oyuncu eşi Pekcan Koşar’ı görür, hem de kumaş alır diye “Ölüm Tarlası” filminin çekildiği Kilis’e gitti. Filmin senaryosunu Yaşar Kemal yazmıştı, Atıf Yılmaz yönetiyordu, rollerde Fikret Hakan, Suna Keskin, Erdal Özyağcılar gibi önemli tiyatrocular vardı.
Gittiğinin ertesi günü yazar ve yönetmen, genç mankeni göz hapsine aldılar. Sonunda Yaşar Kemal, “Bacım, bacım” dedi, “Falcı Emine seni bekliyor!”
Lale anlamamıştı. Atıf Yılmaz açıklık getirdi: “Filmde Falcı Emine rolü var, sen de buradasın madem, sen oyna!”
Lale Belkıs, iki gün sürer diye kabul ettiği çekimler için tam 20 gün Kilis’te kaldı, Paris’e gidemedi. Atıf Yılmaz yönetiminde, altı-yedi film daha yaptı. 
 
*
Çabuk kızan Cahit Berkay’ın adı, efsane yazan müzik grubu Moğollar’ın “fedaisi”ne çıkmıştı. Cem Karaca ile Üsküdar’da bir konser veriyorlardı. Dinleyiciler arasından “Papaz Karaca” nidaları yükseldi ve sahneye yumurta, domates, hatta buz parçaları yağmaya başladı.
Atılan ilk yumurta, Cem Karaca’nın şapkasına çarptıktan sonra yere düşüp patladı. Şarkı bitti, Cem salona dönüp, “Ben yumurtayı rafadan severim!” dedi.
Bir buz kütlesi, Cahit Berkay’ın önünden geçip paramparça oldu. Cahit gitarın sapından tutup atanların üstüne yürümüştü ki, ansızın ayakları yerden kesildi. Moğollar, karga tulumba olay yerinden kaçırıldılar ve kesin bir linçten kurtarıldılar. 
 
*
102 yaşındaki Muazzez İlmiye Çığ, Birinci Dünya Savaşı başlarken doğdu. Öğretmen babası, “Kızım adını İlmiye koydum ki ilim sahibi olasın!” derdi. Ona niçin keman dersi aldırdı, neden Fransızca öğrenmesini istedi, meçhul.
Ama İlmiye, babasının umutlarını boşa çıkarmadı. 5 yaşında okumayı öğrendi. Pazarcık’ta yaşıyorlardı. Düşman girince, kaçmak zorunda kaldılar.
Ankara’dan Çorum’a giderken, üstü açık bir trene doluşmuşlardı. Vagonlar cephane yüklüydü. Bir ara trenden indiler, İlmiye’nin babası bir eşek kervanı bulmuştu, çocukları küfelere koydular, büyükler eşek üstünde beş gün beş gecede vardılar Çorum’a... 
 
*
Adı 57 yıldır tiyatroyla özdeşleşen Genco Erkal’a yıllar önce Devlet Tiyatroları’nın eski genel müdürlerinden biri, “Sizi çok beğeniyoruz, artık gelin bize katılın!” diye teklif etti. Genco, “Çok sevinirim” karşılığını verdi. “Üzerinde çalıştığım bir proje var, mesela onu sizde oynamayı çok isterim!” Adam şöyle bir bakıp, “Siz, bize gelirsiniz, ne oynayacağınıza biz karar veririz!” demesin mi? İşte orada film koptu. Genco Erkal, asla memur olmadı. Bağımsız kaldı. İstediğini yaptı.
Peki, gerçekten istediğini yapabildi mi? Ne gezer!
Hakkâri’de bir Mevsim’den sonra Yunanistan’daki ünlü bir yönetmenden dizi yapmak için aldığı davete, pasaportuna sekiz yıl süreyle el konulduğu için gidemedi. Rockfeller bursunu kazandı, bir yıl boyunca dünyayı dolaşıp tiyatroları izleyecekti, yine sakıncalı olduğu için izin verilmedi. Kapı kapı dolaştı, bir dosya çıktı karşısına, koca bir klasör, “Gel bakalım, bunların hesabını vereceksin!” dediler. 
 
*
Zülfü Livaneli, iç sesiyle konuşuyor: “Namuslu yaşamış insanların, namuslu ölmek gibi bir borcu var. 70 yaşındayım, kaç yıl ömrüm olur bilemem, ama şunu biliyorum ki, ben bu ömrü namuslu bitireceğim. Bu adam da namussuz çıktı, bu adam da gitti hükümete yaslandı, bu adam da para için şunu yaptı dedirtmeden, bu zamana kadar nasıl bir tavır takınmışsak gene aynısını sürdürerek burada öleceğim! Anadil, anayurttur. Kökünden koparılmak kadar zor bir iş yoktur, dünyada.”
Özlem Özdemir’in Cumhuriyet Işığında Söyleşiler* kitabında daha nice değerin, gerçek ve dürüst aydınlarına mutlaka zulmeden bu ülkenin çilesini çeken yirmi bir insanın öyküsü var. 
 
*
Özdemir, BirGün’de yayımlanan bu röportajların sonuncusunu benimle Hiç Kimse başlıklı romanım üzerine yaptı ve sorduğu çok doğru bir soru yüzünden gazeteden kovuldu.
Yazar oldu.
Bu güzel kitapta söyleşen herkesin ortak yanı; hepimizin inançlı Cumhuriyet “çocukları” olmamız.
Çocukları diyorum, çünkü Özlem’e içini döken insanlardan hiçbirinin masumiyeti kırışmamış ve kiminin 102, kiminin 70 yıldır taşıdığı ışık, hiç islenmemiş!
Soner Yalçın, “Biz yok olup gitmeyiz” diyor. “İnsanlığın yürüyüşü sürer. Bayrağı aldık, sonuna kadar da onu taşıyacağız. İnsan kazanır, gerçekler kazanır, merak etmeyin. Bu ülkenin nitelikli kesimi biziz, nitelik öyle kolay yok edilemez. Nicelik o kadar önemli değildir...”

 

Nazım Hikmet - Yağmur



Yağmur serpeliyor...Yağmur değil bu,
Teselli yağıyor sanki göklerden.

Allahın kalplere baktığı yerden
Yağmur serpeliyor...Geceler serin,
Zulmeti şifalı şimdi göklerin...
Geceler kalbime daha çok yakın!
Geceler, bu yaşlar dinmesin sakın,
Gönülden muhtacım serinlemeğe,
İçimden silkinip bir "Oh" demeğe...

Göklere cçevrilen alnıma yer yer,
Batıyormuş gibi soğuk iğneler,
İnce damlalarla yağmur düşüyor,
Bir "Oh" diyemeden kalbim üşüyor!...

Yağmur serpeliyor...Yağmur değil bu,
Kalbe dert yağıyor sanki göklerden...


Charles Bukowski "Dengeli insan delidir."

 
- Hayatta tahammül edemediğim bir şey varsa o da yapış yapış duygusallıktır!

- Bir kaplanı yakalayıp kafese koyabilirsiniz ama onu kırdığınızdan asla emin olamazsınız. İnsanlar daha kolaydır.

- Biliyor musun Meg, kötü olanla, bize kötü olduğu öğretilenler farklı şeyler olabilir? Toplum bize bazı şeylerin kötü olduğunu öğretip bizi köleleştirmeye çalışır.

- Aşk, gerçekliğin ilk ışığında yok olacak bir sistir.

- Yalnız kalmaktan daha kötü şeyler de vardır hayatta, ama genellikle bir ömür alır bunun farkına varmak, o zaman da çok geçtir, ve çok geçten daha kötü bir şey yoktur hayatta.

- İnsanların seni en çok sevdiği zaman, onların işine en çok yaradığın zamandır.

- Kalabalığa karışmak için hiçbir özellik gerekmez. Ama yalnız ve dik durmak için, gerçekten çok şey gerekir!.

- Üzülme evlat, kaybettim sandıkların, kurtulduklarındır belki.

- Sadece sıkıcı insanlar sıkılır.

- Para seks gibidir; olmayınca önemi artar.

- Ben de küçük şeylerden mutlu olabilirim ama bu kadar bokun arasında o küçük şeyleri çıkarmaya üşeniyorum.

- Karayolunda seyreden arabaların ışıklarını görebiliyorum. Sonu gelmeyen bir ışık akışı. Bu kadar insan. Ne yaparlar? Ne düşünürler? Hepimiz öleceğiz, hepimiz, bu ne şamata! Son derece önemsiz şeyler bizi dehşete sürükleyip dümdüz ediyor, yutuyor.

- Zaman unutturmaz, uyuşturur.
 
- Kızlar uzaktan iyi görünüyor, güneş elbiselerinde ve saçlarında parlıyordu. Ama yakınlaşıp ağızlarından akan beyinlerini dinleyince silahlanıp yeraltına gizlenmek istiyordum.

- Hayatta kimseyi değiştiremezsin ve kimse için değişmemelisin. Ne sen başkası için mecburi istikametsin; ne de başkası senin için. Yorma kendini; bırak hayatına eşlik etmek isteyenler seninle gelsin.

- Harikulade düşünceler ve harikulade kadınlar kalıcı değildirler.

- Yaşayan bir amerikan ayyaşı ölü bir yunan tanrısından daha çok ilgilendirir beni.

- Hiçbir şey gerçek kadar sıkıcı olamaz.

- Hemen herkes dahi doğar, geri zekalı gömülür.

- Egemenlik gerçekten milletin olduğunda hükümetlere gerek kalmayacak; o zamana kadar b.ku yedik.

- Entellektüel; basit bir şeyi karmaşık söyleyebilen kişidir; sanatçı ise zor bir şeyi kolay...

- Gittiğinde ağlarsın, şarkılarda, filmlerde, ona-buna, her şeye ağlarsın. Aklın başına gelince de boşa harcadığın zamana ağlarsın.

- Tabii ki bir insanı sevebilirsiniz, eğer onu yeterince tanımıyorsanız.

- İnsanların hakkımda ne düşündüğünü önemsemeyerek hayatımı on yıl uzattım.

Üstün Dökmen - Selam


Yola çıkınca her sabah,
       Bulutlara selam ver.
       Taşlara, kuşlara, atlara, otlara
       İnsanlara selam ver.
       Ne görürsen selam ver.
       Sonra çıkarıp cebinden aynanı
       Bir selam da kendine ver.
       Hatırın kalmasın elgün yanında
       Bu dünyada sen de varsın!
       Üleştir dostluğunu varlığınla,
       Bir kısmı seni de sarsın.
 

Mevlana "Kalp Deniz,Dil Kıyıdır. Denizde Ne Varsa,Kıyıya O Vurur."

En büyük servet;
Gülen bir arkadaş,
İyi hissettiren bir dost,
Ve vücudundaki sıhhattir.

*
Varlık elde etmek için yokluk gerek.
Mimar ev yapmak için boş arsa arar.
Marangoz ahşap işi yapmak için ham tahta arar.
Saka su satmak için susuz ev arar.
Yokluğa dikkat et, onda çok hikmetler vardır.

*
Körlük gözde kalsın, Sağırlık kulakta,
 Dermansızlık dizde kalsın, Sükûnet dudakta. Lakin yürek sağırlaşmasın,
 Körleşmesin, dermansız kalmasın ki;
... Seni görsün, Seni duysun, Sana koşsun çatlarcasına.
 Yürekte yaşanmazsa, Göz görüneni neylesin? Gönül hissetmezse,
 Kulak duymuş neylesin? Kalp sevmedikçe, El dokunmuş neylesin.
 
*
Ümitsizlikten sonra nice ümitler, karanlıkların sonunda nice güneşler var.


08 Mart 2017

8 Mart Dünya Kadınlar Günü Kutlu Olsun!



- Dünya'da hiçbir milletin kadını, milletini kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım diyemez.


- Kadınlarını geri bırakan toplumlar, geride kalmaya mahkumdur.


Dünya Kadınlar Günü


TRİANGLE GÖMLEK FABRİKASI ALEV ALEV
8 Mart tarihçelerinde, 1857 yılında meydana gelen bir yangında, greve çıkan kadınların fabrikaya kilitlenmesi nedeniyle hayatını kaybetmesinden sözediliyor. Amerikan yangın tarihi incelenirse, sanayi üretiminin başlangıcından itibaren çok sayıda fabrika yangınına rastlanıyor. Bu yangınlar içerisinde, tarihçede anlatıldığı gibi, bir grev ve kapıların kilitli olmasıyla örtüşen tek yangın 1911 yılında Triangle Gömlek Fabrikası'nda çıkıyor... Kilitlenmelerinin sebebi grev değil, mola verilmesini önlemek... Sözü edilen grev, Uluslararası Kadın Giyimi İşçileri Sendikası’nın (İLGWU) 1909 yılında örgütlediği ve Triangle işçilerinin başlattığı büyük New York Şömizye Bluz İşçileri Grevi (diğer adıyla: 20 binin isyanı)... Triangle yangınını araştırırken, o dönemde kadın işçilerin çalışma koşulları, sendikayla ilişkileri, işverenlerin tutumu hakkında bilinmeyenleri...

06 Mart 2017

İlhan İrem "Beklenmeyen Çığlık"


Masum isteklerin arasına gizlenmiş Truva atları görünüyor. Referandumda oyum “hayır” olacak. Eğer taslağı okumasaydım oyum yine tereddütsüz “hayır” olurdu.

Toplumun genelini ilgilendiren böyle önemli bir konuda hiçbir kesimin fikrini almayan, uyarılara kulak tıkayan bir parti anayasasına hayır’dan başka bir tercih benim açımdan mümkün değildir. Türkiye özellikle son 10 yılda öylesine bir doku değişikliği ile karanlık boşluklara sürüklendi ki, egemenlerden ajandasız, şeffaf bir metin beklenemeyeceğine olan inancım önyargı değil, kanaattir.

Maalesef artık Türkiye’de uzlaşması çok zor iki uç var. Bu bakımdan “Üçüncü Yol”söylemi önemlidir. Türk halkı referandumda “hayır” derse ve sonrasında alışık olmadığı yeni bir siyaset tarzını güçlendirebilirse, üzerine yapışmış boğucu havadan ve moral törpüleyen kısır gündemden kurtulabilir.

Evet diyenlerin agresif telaşı ve kontrolden çıkmış reklam kampanyaları aslında konuyu özetliyor. İki cephenin profili ayrı ayrı incelenince, hesapları, menfaatları olmayanlar ve görebilenler için referandumda neyin oylanacağı çok açık; ya sivil darbenin son hamlelerinden birine evet denecek ya da yeniden aydınlık ve çağdaş bir geleceğe umutlanmak için sandığa “hayır” oyu atılacak.

Üçlük bir atış anlamını da taşıyan “hayır” tercihi ile, çok yakında birbiri ile hesaplaşıp ayrışacak olan cemaatler ve bölücülere tek bir kırmızı kartla dur denilecektir.

Yalanlar üzerine kurgulanıp sahte demokrasi ile perdelenen otoriter zihniyet tarafsız gözler için o kadar somut ki, projenin yüzü ışıksız bakışlarıyla değişik kimliklerde ve rollerde karşımızda duruyor. Başının üstünde geleceğe taşıyacak donanımı olmadığı için taşa çaldığı teslimiyetsiz, korkusuz, aydınlık ve gerçek hürriyet umutlarının yerine kendi sultanlığının Süleymanı olmak için “evet” mührünü istiyor.

Eğer, bu zihniyetin kendi yargısını oluşturmak ve yarın Yüce Divan’dan korunmak için keşfettiği referanduma ilke olarak derhal “hayır” diyemiyorsanız, elinize hayali bir terazi alıp düşünün.

Geçmişten bugüne küçük düşünce balonları...

Bir ikiyüzlülük düşünün. Bir tarafta cihat bağırtılarıyla masum insanları hiçbir koruma önlemi almadan gemiye bindirip ölümün kucağına atacak kadar hamaset içinde olunsun. Hiçbiri o gemide olmayan birileri, bir taraftan esip gürleyerek mağdurları oynasınlar. Diğer taraftan o ülke ile ortak askeri tatbikatlar yapılsın, o ülkeden uçaklar alınsın, o ülkeye mayınlı arazileri satmak için çaba gösterilsin.

Bir nobranlık düşünün. Hiçbir makamın ve hiçbir başarının sakinleştiremediği, yapay yüce gönüllülük vizyonlarının arkasına gizlenemeyen. Gözlerinde timsah gözyaşlarından başka küçük sıcaklıklara ve sevgi yansımalarına hiç rastlanmayan, sürekli gerilen ve geren, sonsuz bir histeri hali.

Bir narsisizm ve tahammülsüzlük düşünün. Kitleleri tümden kucaklamaya yönelik en küçük bir niyet ve yaklaşımda bulunmayan. Kendi gibi düşünmeyene hiçbir hayat hakkı tanımayan. En küçük eleştirilere dahi dayanamadığı halde, özgürlük ve demokrasiden dem vuran, fakat gerçek özgürlük ve demokrasiden en çok kendi korkan bir kendine tapınma ritüeli.

Bir çifte standart düşünün ki, fikri yakınlarının çoluk çocuğa cinsel taciz gibi en yüz kızartıcı suçlarını bile hasıraltı etmeye çabalarken, yol arkadaşlarını özel uçaklarda taşıyıp, rakip gördüklerini “ajan” diye hedef göstermekten çekinmeyen, sadece niyete kilitlenmiş, sağduyusuz, ayrıştırıcı bir bünye.

Hesaplı kitaplı bir gözü karalık düşünün. Uzun vadeli planlarla yavaş yavaş yayılan tehlikeli bir karaltı. Artık kör uçuşa dönüşen gidişin varacağı yer konusunda, aklıselim sahibi insanlarda derin endişeler doğuran bir sanal cesaret büyüklenmesi.

Bir cehalet düşünün ki; büyük bir programsızlık ve tedbirsizlikle, steril ortam yaratmadan en tehlikeli yaraların kabuklarını kaldıran... Ve bunu özgürlük ve demokrasi dalgası olarak vitrinleyen kaygı verici bir yaşamasızlık.

Sapla samanı bilerek ve isteyerek karıştıran bir fütursuzluk düşünün.

Bir yanda suçlu ile suçsuzun birbirine karıştığı cadı kazanı bir dava peydahlayıp, elbirliğiyle onu sulandıran. Ellerindeki bütün karaları kendi askerine süren, asker ocağını nerdeyse terörist yuvası ilan edip dağdan inen eşkıyayı davullarla zurnalarla karşılayan, perdeleri yıkıp gönülleri viran eden hayal oyuncularını düşünün.

Bir korku imparatorluğu düşünün. Kaçması için hiçbir sebep olmayan, kaçma ihtimali olmayan yaşlı ve saygın insanların sabaha karşı evlerinden alındığı, buz gibi nezarethanelerde günlerce tutulduğu...
Suçlarını bile bilmeyen insanların yıllarca hapsedildiği...
Oralarda hastalanıp öldüğü, intihar ettiği bir karabasan.
Düşünün ki, bu tablonun ressamları, Marmaris’teki ressamdan daha berbat bir manzara resmi çizmek için şimdi bütün boyaları istiyorlar.

Daha da kapanık bir otoritenin duvarlarından oluşan bir açılım düşünün.Kendisini göz kamaştırıcı bir zihniyet yenilenmesi, karşı olan her düşünceye, komplo, komplocu, statükocu, Ergenekoncu, faşist, dinsiz diyen bir Allah selamet versin sendromunu düşünün.

Düşünün ki, gizli tanıkların akla mantığa sığmayan suçlamalarıyla yurtsever insanların dünyasını karartanlar, altı yüz sayfalık bir kitap dolusu iddiayı soruşturacaklarını(!) söylüyorlar. Suçlanan cemaatler veya kendileri olduğunda, iddiaların sahibi devletin görevi başında bir emniyet müdürü bile olsa mutlaka kanıt soruyorlar ki, bu onlar açısından sevindirici bir gelişme olabilir. Böyle ters köşe bir kitabın taşıdığı evet çağrılarını da gözden uzak tutmayın.

Tandansı ne olursa olsun, içinde haksızlıklara ve çifte standartlara karşı vicdan kırıntısı taşıyan herkesin sandık başına gitmeden önce bunları düşünmesi gerekir.

Düşünceler akıp gidiyor…

Dünyadaki bütün ezilen, açı çeken, can veren “masum” insanların acısı birdir.
Ama bir gözü hep kapalı duran birini, birilerini düşünün.
Gazze için bağırıp çağıran, yumruğunu sıkan… Kendi ülkesinin gencecik asker şehitlerinin törenlerindeki derin üzüntüyü ‘ayılıp bayılma’ olarak nitelendirip, ‘şov yapıldığından’ söz edebilen kronik kalp ağrılarını düşünün.

O zihniyeti bir başka gün kürsülerde ülkücü gençler için ağlarken, devrimci fidanlar için ağıt yakarken gördüğünüzde, yüzünüzde ekşi bir gülüş belirip belirmediğini düşünün. Zamanaşımına uğrayacağını bile bile 12 Eylül ile hesaplaşacağını söyleyerek destek istenmesinin ne anlama geldiğini düşünün.

Hırs ve dogma aklı kemirmeye başladığı zaman, yalan rüzgârları ile siyasetin nerelere savrulabileceğini düşünün.

Eğer birkaç saniyecik cangılın dışından bakabilirseniz, dünyanın en güzel coğrafyasındaki bu güzelim ülkede niçin küme düşmüş bir yaşam kalitesinin çağdışı görüntülerinin yaşandığını düşünün.

Osmanlıdan beri içimizdeki piyonların teker teker öne sürüldüğü uluslararası satrancın neden en çok bu ülkeyi mat etmek istediğini düşünün.

Düşünün, Kurtuluş Savaşı’ndan beri “hayır” demeyi unutan bir toplum, hangi kavşaklarda yanlış yollara saparak böyle bir köprünün başına geldi.

Birileri köprüden önce son çıkışta ülkenin varacağı karşı kıyıların karanlığını anlatıyor. Normalleşme masallarıyla hipnotize olmuş diğerleri meçhule koşmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyor.
Türkiye en son 87 sene önce hep bir ağızdan “hayır” diye haykırmış. Dünyanın emperyalist kodamanlarına bir tokat aşketmiş onurla.

Suskunlar ülkesinde küllenmiş umutları eşeliyor, beklenmeyen bir çığlıkla sessizliğin yırtılmasını bekliyoruz.

Işık ve sevgiyle...        
 
07.09.2010 


04 Mart 2017

Mavi Gözlü Dev








Düşünmenin suç olmadığı bir dünya kurulur mu dersin?

Brigitte Nicole "Eğer başka birinin hayatını biraz daha yaşanır hale getirme gücünüz varsa bunu yapın. Dünyanın buna ihtiyacı var."


Bence en kötüsü bir şeylerin artık elinden değil de içinden gelmemesi. Heves yok, inancın kalmamış, zorlayamıyorsun...Sadri Alışık

Dünyanın tüm nimetlerine sahip olsanda, onları tadabilecek bir ruh gerekir. Çünkü bizi mutlu eden onlara sahip olmak değil,tadına varabilmektir...Montaigne

Eğer başka birinin hayatını biraz daha yaşanır hale getirme gücünüz varsa bunu yapın. Dünyanın buna ihtiyacı var...Brigitte Nicole


Erich Maria Remarque - Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok

Bu kitap; ne bir şikayettir, ne de bir itiraf.
Harbin yumruğunu yemiş, mermilerinden
kurtulmuş olsa bile, tahriplerinden
kurtulamamış bir nesli anlatmak isteyen bir
deneme, sadece...E. M. Remarque

“İnsana öyle bakmasalar! İnsan gözü denilen bir çift küçük noktada bazen ne büyük acılar birikebiliyor!”

“İnsan sayısız kişinin öldüğünü gördükten sonra,bir tek kişinin ölümü için bu kadar acı çekilmesini anlayamıyor.”

Huzursuzum. Ama huzursuz olmak istemiyorum. Bu odaya göre değil o. Ben gene o günlerin rahat zevkini istiyorum. Kitaplarımın başına döndüğüm zaman içimi saran o izinsiz ve rahat coşkunluğu istiyorum. Kitapların renkli kapaklarından içime dolan o eski soluğu gene kımıldasın, gene uyansın ve içimdeki şu ölü, şu ağır yumruyu eritsin! O eski hevesi, o eski düşünme zevkini, gençliğimin sönmüş ateşini canlandırsın gene!

Burada geçirdiğimiz günler, haftalar, yıllar hep geri gelecek. Ölmüş kardeşlerimiz yeniden dirilip bize katılacak. Düşüncelerimiz durulaşacak, o zaman, amaçlarımız olacak. Ve cephedeki yıllar arkamızda, ölmüş kardeşlerimiz yanıbaşımızda olduğu halde yeniden yürüyeceğiz; ama kimin üstüne? Kimin üstüne?

“İnsan yüzü denen şey ne çok değişiyor.Bir saat önce yabancı bir yüzdü bu…şimdi ise sevgi dolu!”

İnsan sinip kaldıkça dehşete tahammül eder, fakat düşünmeye kalkıştı mı, onu öldürür bu dehşet.

“Şu kadarını öğrendim ki insan,başını diğer tarafa çevirdiği sürece en korkunç şeylere bile dayanabilir.Fakat bu şeyleri sıcağı sıcağına düşünmeye kalkışırsa dayanamaz,ölür.”

“Ben,yani koca çizmeli,beli palaskalı bir asker…Göklerin altında uzanan yolda yürüyen,gördüğü yıkımları hemen unutan,çok az kederlenen,o sonsuz yıldızlı gökyüzü altında durup dinlenmeden ilerleyen bir asker…”

Biz henüz kök salmamıştık; savaş selleri söktü, sürüdü bizi.

Bağırmalar sürüyor. İnsan değil bu bağıranlar! İnsanlar bu kadar ürkünç bağıramaz!
Kat, “Yaralı atlar,” diyor.
Dayanılacak gibi değil. Bütün dünyanın inleyişi bu, vahşete kurban giden doğanın azaptan çılgınlaşmış, dehşet içinde haykırışı.

Üsten, kimimiz şen, kimimiz tasalı askerler olarak yola çıkıyoruz. Cephenin başladığı bölgeye varır varmaz ise insan denilen birer hayvan olup çıkıyoruz.

Ah, o küf kokulu, loş odalar, demir karyolalar, damalı yatak örtüleri, dolaplar ve tabureler! Meğer sizler bile insanın gözünde tütermişsiniz! Şu anda sizler bizim gözümüzde bir dereceye kadar baba ocağı gibisiniz - bayat yemek, uyku, duman ve çamaşır kokan odalar!

.
Düşüncelerimle yalnız kalmak benim için zor. Onlar düzgün düşünceler değiller; zayıflığımda beni rahatsız eden ve garip bir şekilde beni harekete geçiren anılardır.

Cephede sessizlik ne gezer; cephenin tesir sahası o kadar uzaklara gider ki, ne yapsak dışında kalamayız.

Orduya katılınca on haftalık bir eğitim kursu gördük. Bu on haftanın etkisi bizim üzerimizde on yıllık okul etkisinden daha güçlü ve derin oldu. Apolet üzerindeki parlak bir yıldızın dört ciltlik Schopenhauer felsefesinden daha ağır bastığını öğrendik. Önemli olanın düşünme gücü değil de pabuç fırçası olduğunu, zekânın değil, sistemin söktüğünü, dünyanın özgürlük değil, eğitim üzerinde durduğunu farkettik.

Ansızın korkunç biçimde yapayalnız bulduk kendimizi. Bu ateşten gömleği yapayalnız taşıyıp, bu çileyi yapayalnız çekmekten başka çaremiz yoktu.

Bu kitap, ne bir şikâyettir, ne de bir itiraf… Sadece, savaşın sillesini yemiş, aralarında mermilerden kurtulanlar olsa bile, yıkıntılarından kurtulamamış bir kuşağı anlatan bir denemedir.

Sivilken borusu ne kadar az ötmüşse asker oldu mu o kadar azıtıyor insan.

Bu, qabaqlarda öz kitablarıma yanaşarkən məndə oyanan qüvvətli, ifadə edilməyən bir həyəcan hissidir.

az bir müddətə oxumaq üçün başqalarından alır və ayrıla bilmədiyim üçün geri qaytarmırdım.

Onlar hâlâ yazıp söylerlerken, biz hastaneleri, can çekişenleri görüyorduk; onlar devlete hizmeti en büyük fazilet diye vasıflandırırlarken biz artık ölüm korkusunun daha baskın olduğunu anlamış bulunuyorduk. Ama yine de isyan etmedik, askerden kaçmadık, korkak olmadık. -Bütün bu sözleri onlar öyle bol kullanıyorlardı ki! - Biz vatanımızı onlar kadar seviyor, her hücumda cesaretle ileri atılıyorduk. – Ama şimdi ayırt ediyoruz; birdenbire görmeyi öğrendik, onların dünyalarından hiçbir şey kalmadığını gördük. Ansızın, korkunç bir şekilde, yapayalnız bulduk kendimizi; ve bu işi bir başımıza halletmek zorunda kaldık.

İnsan düşününce komik geliyor! diye devam ediyor Kropp. Biz vatanımızı savunmak için buradayız. Ama Fransızlar da kendi vatanlarını savunmak için buradalar. Peki kim haklı?  Belki her iki taraf da! diyorum inanmaksızın.

Gözyaşları yanaklarından aşağı akıyor. Silmek isterdim, fakat mendilim çok kirli.

Hepsi de tamamen emindirler ki dünyada doğru yol bir tanedir, o da kendi gösterdikleri yol!

On sekiz yaşındaydık, dünyayı, hayatı sevmeye başlamıştık, sevdiğimiz bu şeylere kurşun sıkmak zorunda kaldık. Patlayan ilk mermiler kalbimize saplandı. Çalışma, çaba, ilerleme kapıları kapandı bize. Biz bunlara artık inanmıyoruz, biz harbe inanıyoruz.

Hayatın korkunç hüznünü, insanoğlunun merhametsizliğini hissediyorum.

“Diyelim köpeğini sen sürekli patatesle büyütüyorsun.Bir gün getirip önüne bir et parçası koyar koymaz,hemen atılır,kapar.Çünkü doğası gereğidir.İnsanoğluna da günün birinde biraz yetki ver,hemen atılır kapar.Onun da doğası gereğidir.İnsan dediğin de aslında bir hayvandır.Ancak ekmeğe tereyağı sürer gibi biraz görgü ve gösterişle hayvanlığını kapatır.Ordu bu temel üzerine kurulmuştur.”

Fakat daha ötesi yok ki bunun; çünkü hepimizin kaderidir bu. Kemmerich ayağını on santimetre sağa alsaydı; Haie beş santim daha eğilseydi .

Durumum gittikçe kötüleşiyor, düşüncelerimin önüne geçemiyorum artık

Ben henüz şurda oturuyorum, sen oracıkta yatıyorsun; birbirimize söyliyecek ne çok şeyimiz var, ama asla söyliyemiyeceğiz.

Yalnız kaldığım zamanlar pek memnunum; beni kimse rahatsız etmiyor.
Çünkü herkesin ağzında aynı temcit pilavı: Durum iyi, durum fena; kimine göre öyle, kimine göre böyle. Sonra da hemen kendi hayatlarını ilgilendiren konulara geçiveriyorlar. Ben de eskiden onlar gibiydim şüphesiz, ama şimdi öyle düşünmüyorum.

Galiba o gün bugün ben değiştim. O zamanla şimdi arasında uçurum var. Ben o zamanlar harbi tanımamıştım daha; sakin bölgelerde bulunuyorduk. Farkında olmadan yıpran­dığımı bugün anlıyorum.

“Apolet üstündeki parlak bir yıldızın dört ciltlik Schopenhauer felsefesinden daha ağır çektiğini öğrendik.Önemli olanın düşünme gücü değil de,ayakkabı fırçası olduğunu,zekânın değil,sistemin sözünün geçtiğini,dünyanın özgürlük değil,eğitim üzerinde durduğunu farkettik.Önce şaşırdık bunlara,sonra epey acı bir hayal kırıklığına uğradık,daha sonra da aldırış etmez hale geldik. Coşkulu bir hevesle asker olmuştuk.”

Hayat, ölümün tehditlerine karşı kendimizi sürekli bir kollamadan ibaret.

Bazen eski hayatımın esrarlı akisleri, sakin saatlerde donuk bir ayna gibi şimdiki hayatımın sınırlarını gösterdikçe kendimi bir yabancı gibi seyreder, hayat denen o tarife gelmez diriliğin bu yeni biçime nasıl uyduğunu düşünüp şaşarım. Hayatın geri kalan bütün belirtileri kış uykusundalar;..

Bu hayat, Ruhumuzda arkadaşlık duygusunu uyandırdı, yapayalnızlığın uçurumlarına düşmeyelim diye.. Bize vahşilerin kayıtsızlığını bağışladı, her şeye rağmen, işin gerçek tarafını hissedelim de hiçliğin hücumuna karşı yedek kuvvet olarak saklayalım diye

Öylesine yalnızım, öylesine bir beklediğim yok ki, .

karşılarına pervasızca çıkabilirim. Beni bu yılların içinden geçiren hayat, ellerimde, gözlerimde hala. O hayatı yenebildim mi, bilmiyorum. Ama var oldukça, içimdeki o “ben” diyen şey, istese de, istemese de, kendine bir yol bulmaya çalışacak o hayat.

— Yangınlarda kavruk tarlalardan esip gelen ümit rüzgarı; sabırsızlığın, hayal kırıklığının çılgın sıtması, ölümün en azaplı ürpertisi, anlaşılmaz soru: Niçin? Niçin bitirmiyorlar? Biteceği söylentileri ne diye dolaşıyor ortalıkta?

Barınaklarımızın bulunduğu çayırlardaki kızıl gelincikler, saman saplarındaki parlak karafatmalar; loş, serin odalarda ılık akşamlar; alacakaranlıklarda siyah, sırlı ağaçlar; yıldızlar, suların akışı, rüyalar, uzun uykular ah, ey hayat, hayat, hayat!

Medeniyetin bu derecesi benim ne haddime.
“Siz ki siperlerde kaldınız bu kadar; bir yatak çarşafını yıkamışız çok mu?”

Yatağa bir daha bakıyorum. Kar gibi çarşaflar kaplı, temizlik dersen bu kadar olur, kıvrımlarına varıncaya kadar ütülü, gıcır gıcır. Benim gömleğimse altı haftadır yıkanmamış, leş gibi.

Yine geleceğim! Yine geleceğim!” diye sesleniyor.
“Çokları böyle söyledi,”
“İnsan oraya bir girdi mi, bir daha çıkamaz.”

Tren yavaş gidiyor. Bazen duruyor, ölenleri indiriyorlar. Tren sık sık duruyor.
___

Yüzümü bu seslere, beni kurtarmış olan, bana yardım edecek olan o birkaç kelimeye gömmek istiyorum.

Manasız, karmakarışık bir mücadele anı yaşıyorum; çukurdan çıkmaya yelteniyor, ama yine içeri kayıyorum. Çıkmalısın, onlar senin arkadaşların, rastgele ve saçma bir emir değil bu! diyor, hemen peşinden şöyle düşünüyorum: Bana ne, canımı yolda bulmadım ya ben!

Gürültü arkamdan geliyor. Siperlerden doğru ilerleyen bizimkiler bunlar. Kısık insan sesleri de işitiyorum şimdi. Ahengine göre, Kat'ın sesine benziyor konuşanın sesi. Ansızın sonsuz bir sıcaklık yayılıyor içime. Bu sesler, yavaşça söylenmiş bu birkaç kelime, arkamdaki siperden ilerleyen bu adımlar, beni, çökertmesine kıl kalmış ölüm korkusunun müthiş yalnızlığından çekip kurtarıyor. Hayatımdan da üstün şeyler bu sesler; ana şefkatinden, korkudan da üstün şeyler; hepsinden, her şeyden daha güçlü, koruyucu şeyler: arkadaşlarımın sesleri bunlar.
Ben artık karanlıkta tek başına titreyen bir hayal parçası değilim. Onlarınım ben, onlar da benimdir; biz hepimiz aynı korkuyu, aynı hayatı yaşıyoruz; biz basit, fakat zorlu bir şekilde birbirimize bağlıyız. Yüzümü bu seslere, beni kurtarmış olan, bana yardım edecek olan o birkaç kelimeye gömmek istiyorum.

Al ömrümden yirmi seneyi arkadaş, al da kalk! Al daha fazlasını, ben bu ömrü ne yapacağım, artık bilmiyorum çünkü.”

Affet beni arkadaş, biz bunları daima çok geç görürüz. Ne diye bize boyuna söylemezler, sizin de bizler gibi biçare yaratıklar olduğunuzu, sizin annelerinizin de bizimkiler kadar endişe ettiğini, hepimizin ölüm karşısında hep aynı acıları yaşadığımızı ne diye söylemezler?.. Affet beni arkadaş, sen benim nasıl düşmanım olabilirsin? Biz bu silahları, bu üniformaları çıkarıp atsak sen benim kardeşim olabilirdin,

Fakat aldığı her nefes, içime işliyor. Can çekişen bu adamın, bu saatler! Elinde görünmez bir bıçak, onunla boğazlıyor beni: zamanı ve düşüncelerimi.

İnsan ne de yavaş ölüyormuş!
_____

.. fakat gözler haykırıyor, uluyor, bu gözlerde bütün hayat toplanmış da kavranılamaz bir kaçmak çabası, ölüme karşı, bana karşı duyulan korkunç bir dehşet olmuş sanki.

İmparator teftişe gelecekmiş,..
Üstelik yeni verdikleri eşyaların hemen hepsini tekrar geri alıyorlar, eski pırtılarımızı veriyorlar bize. Yenileri yalnız merasim içinmiş.

“Eee, o halde harb neden oluyor?

“Harbden çıkarı olanlar da bunların arkalarına saklanırlar şüphesiz!”

“Bazı adamlar var ki harb onların işine yarar.”
“Eh ben onlardan değilim!” diye sırıtıyor Tjaden. .
“Sen değilsin, buradakilerin hiç biri değil.”
Her büyük imparatorun en azdan bir harb geçirmesi lazım; yoksa adını duyuramaz. ..
“Generaller de harb yüzünden meşhur olurlar.” ..
“Hatta imparatorlardan daha fazla!”
“Harbden çıkarı olanlar da bunların arkalarına saklanırlar şüphesiz!”

“Devletsiz vatan olmaz.”
_____

“Geri gelmek olmasa! Hep bu düşüncedir zaten, iznin ikinci yarısını zehir eder.”
____

Şimdi harbte olduğumuz müddetçe taş gibi içimize oturan şey, harbten sonra tekrar başkaldıracak, ölüm kalım çatışması ancak o zaman başlayacaktır.
Cephede geçen günler, haftalar, yıllar tekrar geri dönecekler, ölmüş, arkadaşlarımız o zaman dirilecekler, bizimle yürüyecekler, kafalarımıza o zaman dank diyecektir, bir gayemiz olduğu. Bu düşünceyle yürüyeceğiz, ölmüş arkadaşlarımız yanımızda, cephede geçen yıllar ardımızda yürüyeceğiz kime karşı?

Ben gencim, yirmi yaşındayım; ama hayat namına ümitsizlikten, ölümden, korkudan, bomboş bir sathîliği ıstırap uçurumlarına zincirlemekten başka bir şey bildiğim yok. Milletlerin birbirlerine karşı itildiklerini; susarak, cahilce, delice, uysal ve masum, birbirlerini öldürdüklerini görüyorum. Dünyanın en zeki kafalarının, silahları ve sözleri, bu işleri daha ustaca yapmak, daha devamlı kılabilmek için icat etmiş olduklarını görüyorum. Bunu burda, karşı tarafta yaşımın bütün insanları, bütün dünya da benimle birlikte görüyor; benim neslim bunu benimle birlikte yaşıyor. Günün birinde karşılarına dikilsek de hesap sorsak, ne derler babalarımız?

birbirimize söyleyecek ne çok şeyimiz var, ama asla söyleyemeyeceğiz.,
______

Doğru, bir çocuktan fazla bir şey değilim ben; kısa pantolonum henüz dolapta asılı.. Çok da olmadı ki; niye geçti gitti o günler?

Ah anne, anne!Ben sence hala küçük bir çocuğum. Başımı kucağına koyup da niçin ağlayamıyorum? Niçin hep ben kuvvetli, hep ben metin olmak zorundayım. Ne kadar isterdim, bir defa da ben ağlasam, ben teselli edilsem!

Bakışlarımla yalvarıyorum onlara: Konuşun benimle, alın beni ey eski hayatım, al beni ey tasasız, güzel hayat yeniden al beni!
Bekliyorum.

Var oldukça, içimdeki o «ben» diyen şey, istese de, istemese de, kendine bir yol bulmaya çalışacak o hayat.

Hem, anlamazlar da bizi, çünkü önümüzde bir nesil var; buradaki bu yılları bizimle birlikte geçirmiş; ama evi ocağı, mesleği olan, şimdi eski durumlarına kavuşunca harbi unutacak bir nesil ve ardımızdan bir nesil yetişiyor; tıpkı evvelki bizler gibi; onlar da bizi yadırgayacak, bir kenara itiverecekler.
Bizler kendimiz için bile faydasız; büyüyeceğiz; bazımız devrana uyacak, bazımız kadere boyun eğecek, çoğumuz da perişan olacağız; yıllar geçip gider, eninde sonunda mahvoluruz.

Kelimeler, kelimeler, fakat dünyanın dehşetlerini içlerine alan kelimeler..

Yaylım, baraj, perde ateşleri; mayınlar, gazlar, tanklar, makineli tüfekler, el bombaları

Bazen eski hayatımın esrarlı akisleri, sakin saatlerde donuk bir ayna gibi şimdiki hayatımın sınırlarını gösterdikçe kendimi bir yabancı gibi seyreder, hayat denen o tarife gelmez diriliğin bu yeni biçime nasıl uyduğunu düşünüp şaşarım. Hayatın geri kalan bütün belirtileri kış uykusundalar; hayat, ölümün tehditlerine karşı kendimizi sürekli bir kollamadan ibaret. Bu hayat, bizi, düşünen hayvanlar haline getirdi, elimize içgüdü silahını vermek için. Bizi vurdumduymazlıkla techiz etti; zihnimiz açık, şuurumuz yerinde olunca bizi kolayca ezen dehşete karşı koyalım diye.. Ruhumuzda arkadaşlık duygusunu uyandırdı, yapayalnızlığın uçurumlarına düşmeyelim diye . . Bize vahşilerin kayıtsızlığını bağışladı, her şeye rağmen, işin gerçek tarafını hissedelim de hiçliğin hücumuna karşı yedek kuvvet olarak saklayalım diye. Biz böylece gayet satıhta, kapalı, sert bir ömür sürüyoruz. Bazen bir olay kıvılcımlar saçıyor, ama o zaman da ağır ve korkunç bir özlemin alevi yalıyor içimizi.

Ölmeyeceğiz ama yaşayacak mıyız?
Kimsesiz çocuklar gibi bırakılmış, yaşlı insanlar gibi görmüş geçirmişiz; kabayız, üzgünüz, satıhtayız.. Galiba mahvolmuşuz.

Hayat namına bildiğimiz şey ölümden ibaret.

Ben bu ömrü ne yapacağım, artık bilmiyorum

Biz onları mahvetmezsek onlar bizi mahvedecekler!

Onlar, geçmişte kaldılar, geri gelmezler bir daha, geçti gitti hepsi; kaybettiğimiz bir başka dünya.

Geçmiş zaman hayallerinin hüzünden daha büyük bir arzu uyandırmayışının sebebi, onlardaki bu sessizliktir.

Ne tuhaf, dönüp gelen bu hatıraların iki niteliği var: Birincisi sessizlikle dolu oluşları; bu, onların en kuvvetli tarafı. Sonra gerçek olmadıkları halde gerçek etkisi bırakmaları. Sessiz görüntüler bunlar; kelimesiz, hiç konuşmadan, bakışlarla, tavırlarla bana bir şeyler söyleyen görüntüler. Susuşları öyle dokunaklı ki,

Beni şu dermansız anımda bastırmış, içimi garip hüzünlerle dolduran hatıralar
_____

Birbirimize karşı bütün duygularımızı kaybettik; birimizin hayali, ötekimizin hızdan bitkin bakışlarına çarptıkça birbirimizi tanımıyoruz adeta.

Kalbura dönmüş delik deşik ruhlarımıza işkenceli bir ısrarla burgu burgu işliyor güneşte parıldayan esmer toprağın; can çekişen, ölmüş erlerin hayali. Ölen erler, ne çare kader, der gibi uzanmış yatıyorlar; biz Üzerlerinden atlayıp geçerken, bacaklarımıza sarılıp haykırmak ister gibi yatıyorlar.

Savaş değil, ölüme karşı korunma bu bizim yaptığımız. Biz bombaları insanlara karşı atmıyoruz, şu anda insan minsan bildiğimiz yok. Orada ellerle, miğferlerle ölüm saldırıyor peşimizden;.. Karşıdan gelenlerin içinde baban bile olsa, hiç duraklamadan onun da göğsüne bir bomba yapıştırırsın!..

Her asker, sadece, binlerce tesadüf sayesinde sağ kalır hayatta. Her asker tesadüfe inanır, tesadüfe bel bağlar.

 
 
Sahte olan, yapay olan, asılsız olan hiçbir şeyi düşünemez duruma geldik. Sadece gerçekler var bizim için, şimdi; sadece gerçekler önemli.

Bu hayat, bizi, düşünen hayvanlar haline getirdi, elimize içgüdü silahını vermek için. Bizi vurdum duymazlıkla techiz etti; zihnimiz açık, şuurumuz yerinde olunca bizi kolayca ezen dehşete karşı koyalım diye.. Ruhumuzda arkadaşlık duygusunu uyandırdı, yapayalnızlığın uçurumlarına düşmeyelim diye.. Bize vahşilerin kayıtsızlığını bağışladı, her şeye rağmen, işin gerçek tarafını hissedelim de hiçliğin hücumuna karşı yedek kuvvet olarak saklayalım diye. Biz böylece gayet satıhta,, kapalı, sert bir ömür sürüyoruz. Bazen bir olay kıvılcımlar saçıyor, ama o zaman da ağır ve korkunç bir özlemin alevi yalıyor içimizi. 
 
Bir zamanlar denizdeki bir kayaya aşık bir dalga vardı, mesela Capri Koyunda. Kayanın etrafında köpükler saçarak dans ederdi bu dalga, gece gündüz bu kayayla öpüşürdü, onu beyaz kollarıyla sarar, durmadan iç çeker, kayanın da kendisine gelmesini beklerdi. Onu çok ama çok sevmişti, O'nun için fırtınaları aşardı. Ama bir gün kükredi, tamamen içine aldı onu, ve azar azar batışını izledi. Aniden kaybolmuştu kaya. Dalganın oynamak isteyeceği, seveceği, durmadan hayalini kuracağı, su üstünde dimdik duran bir kaya değildi artık. Denizin dibinde bir taş parçasıydı, dalganın altında boğulmuştu. Dalga mı? Hayal kırıklığına uğradı, aldatıldığını düşündü, ve başka bir kaya aramaya başladı.