28 Şubat 2017

Yaşar Kemal "Düşünmek, en küçük anlamda, var olmak demektir."

 
Konuşan insan, öyle kolay kolay dertten ölmaz. Bir insan konuşmadı da içine gömüldümüydü, sonu felakettir.


Ingmar Bergman "Dünyayı bir tek utanç kurtarabiIir."

 
Varolmanın umutsuz düşü? Var gibi olmak değil, var olmak. Her an bilinçli? Aynı zamanda kendin için olduğun insanla diğerleri için olmanın farklılığı?

Gerçekliği algılamak bir yetenek işidir. Çoğu insanda bu yetenek yoktur ama belki böylesi daha iyidir.

İnsanlar filmlerimdeki amaçlarımın neler olduğunu sorar. Bu zor ve tehlikeli bir sorudur ve ben genellikle kaçamak yanıtlar veririm: İnsanın içinde bulunduğu durumlarla ilgili gerçekleri, gördüğüm gibi söylemeye çalışıyorum.  

Friedrich Schiller - Sevinç Türküsü


Sevinç Türküsü
Sevinç, güzelim kıvılcımı tanrıların,
Cennetin kızı,
Yanıp tutuşarak coşkunluktan
Giriyoruz göklerdeki tapınağına senin.
Büyülerin birleştiriyor yeniden
Zamanın kıyasıya ayırdıklarını:
Temiz kanatlarının süzüldüğü, her yerde
Kardeş oluverir bütün insanlar.
Kim ermişse yüce mutluluğuna
Bir dost ile dost olmanın,
Kim kazanmışsa yüreğini bir soylu kadının,
Evet, kim bu yeryüzünde,
Bir cana canım diyebilmişse,
Gelsin katılsın sevincimize!
Ama kim tadamamışsa bunu ömründe,
Çekilsin gitsin aramızdan ağlayarak.

Bütün varlıklar içer sevinci
Doğanın memelerinden,
Bütün iyiler, bütün kötüler
Yürür, güller serpili yolunda sevincin.
Öpüşleri verdi, asmayı verdi bize;
Ölesiye bağlı bir dost verdi
Şehveti en küçük solucana da verdi,
Kerubi de verdi önüne Tanrı’nın.
Sevinçle nasıl uçar güneşler
Engin ovasında göklerin;
Koşun yolunuza kardeşler sevine sevine,
Zafere koşan yiğitler gibi!
Sevinç, güzelim kıvılcımı tanrıların,
Cennetin kızı,
Yanıp tutuşarak coşkunluktan
Giriyoruz göklerdeki yurduna senin.
Büyülerin birleştiriyor yeniden
Zamanın kıyasıya ayırdıklarını;
Temiz kanatlarının süzüldüğü her yerde
Kardeş oluverir bütün insanlar.
Milyonlarca insan, kucaklayın birbirinizi,
Bütün dünyayı sarsın öpüşmeniz;
Kardeşler, yıldızlı kubbenin üstünde
İyi yürekli bir baba otursa gerek.
Yerlere kapanmıyor mu milyonlarca varlık?
Koca dünya, sezinliyor musun Yaradanı?
Yıldızlı kubbenin üstünde ara onu,
Yıldızların ötesinde, konağı orda olsa gerek.
Milyonlarca insan, kucaklayın birbirinizi,
Bütün dünyayı sarsın öpüşmeniz.
Sevinç, güzelim kıvılcımı tanrıların,
Cennetin kızı,
Yanıp tutuşarak coşkunluktan
Giriyoruz göklerdeki yurduna senin.
Yerlere kapanmıyor mu milyonlarca varlık?
Koca dünya, sezinliyor musun Yaradanı?
Yıldızlı kubbenin üstünde ara onu.
Kardeşler! Kardeşler!
Yıldızlı kubbenin üstünde
İyi yürekli bir baba otursa gerek.
Sevinç, cennetin kızı,
Büyülerin birleştiriyor yeniden
Zamanın kıyasıya ayırdıklarım;
Temiz kanatlarının süzüldüğü her yerde
Kardeş oluverir bütün insanlar.
Milyonlarca insan kucaklayın birbirinizi,
Bütün dünyayı sarsın öpüşmeniz;
Kardeşler, yıldızlı kubbenin üstünde
İyi yürekli bir baba otursa gerek.
Kucaklayın birbirinizi,
Bütün dünyayı sarsın öpüşmeniz.
Sevinç, güzelim kıvılcımı tanrıların.
Cennetin kızı.
Sevinç güzelim kıvılcımı tanrıların.

Çev. Sabahattin Eyüboğlu


Muhsin Ertuğrul





Beyninden şu para ihtirasını, zenginlik deliliğini, şöhret aptallığını ve kendini beğenme budalalığını çıkar, ondan sonra seni tanıyalım. Bakalım kaç dirhem geliyorsun.


Konfüçyüs "Kuşkusuz ilk iş olarak dili düzeltirdim."


Eğer bir ülkede yönetici olsaydınız, ilk olarak ne yapmak isterdiniz?” Konfüçyüs yanıtlamış: “Kuşkusuz ilk iş olarak dili düzeltirdim.” Bu kez oradakiler şaşırarak sormuşlar: “Niçin?”
Konfüçyüs: “Çünkü eğer dilde bozukluk varsa, söylenen şey, söylenmek isteneni anlatmaz; eğer söylenen, istenen anlamı yansıtmazsa, yapılması istenen şey yapılmaz; eğer istenen yapılmazsa, ahlak ve sanat bozulmaya uğrar; eğer ahlak ve sanat bozulursa, adalet doğru yoldan çıkar; eğer adalet doğru yoldan çıkarsa, halk çaresiz bir bunalıma sürüklenir. Sonunda söylenen söz hakkında doğru karar verme fırsatı kalmaz. Böyle bir durumu önlemek, her şeyden önemlidir.”


24 Şubat 2017

Edward O. Wilson "Dinlerin dünyaya zarar verdiğini görmek için ateist olmanız gerekmiyor."

Ünlü Biyolog: "İnsanlığın İlerlemesi İçin Dinler Ortadan Kalkmalı"

Sosyobiyolojinin babası olarak bilinen biyolog E. O. Wilson, geçtiğimiz günlerde, dünyanın dinler yüzünden adım adım yok olduğunu söyledi.

New Scientist dergisinin son sayısına konuşan Wilson, yeni kitabında insan türü olarak nereye gittiğimiz ve dünyayı nasıl adım adım yok ediyor olduğumuz konusuna eğilmeyi düşündüğünü söyledi ve "kabile yapımız" nedeniyle, bilimin gezegene verdiğimiz zararlara dair bizlere verdiği işaretleri göz ardı ettiğimiz konusunda uyardı: "Tüm ideolojilerin ve dinlerin büyük sorular için kendi cevapları var, ama bu cevaplar genelde bir çeşit kabilenin inancıyla sınırlı. Özellikle dinler, bir diğer kabilenin -bir diğer inancın- kabul edemeyeceği doğaüstü unsurlara sahip...Ve her bir inanç, istediği kadar cömert, şefkatli, sevecen ve yardımsever olsun, yine de diğer inançları küçümsüyor. Bizi aşağı çeken şey dini inançlar."

Wilson sözlerine şöyle devam etti: "Dünyanın her yerinden insanların, bir Tanrı tarafından izlenip izlenmediklerini merak etmeye dair güçlü bir yatkınlığı var. Hemen hemen her insan, başka bir hayatı daha olacak mı üzerine kafa yoruyor. Bunlar insanlığın birleştiği ortak şeyler."

Ancak Wilson, "insan bilincinin sınırlarını aşan arayışın kabile dinlerince gasp edildiğini" belirtti:

"İnsanlığın yararı için yapabileceğimiz en iyi şey, dini inançları tamamen yok etme noktasına kadar azaltmaktır. Ama elbette, türümüzün doğasındaki arzuyu ve bu büyük soruları sormaya devam etmeyi yok etmek değil."

Wilson insanlığın geleceğine dair, dünyanın artık dengede olmayacağı bardağı taşıran son noktaya gelineceğini belirtti: "Ve bu olduğunda, her şey çökecek - ve bizde onunla beraber yıkılacağız."

Alabama'da Baptist olarak yetiştirilen Wilson, Hıristiyanlıktan uzaklaştığını ama kendini ateist olarak da adlandırmayacağını belirtti ve "Ben bir bilim insanıyım" şeklinde konuştu...Edward O. Wilson

Edip Cansever seçme şiirler

 

Gelmiş Bulundum

Ben mişim---neymiş?---su sesiymiş
Oymuş---cam kırıkları gibi gövdemi yakan---
Yanağında sardunya kokusuyla yazdan
Kimmiş o gelen ya giden kimmiş
Bir yabancı mı , yoksa bir ermiş
Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan.

Güneş mi batarmış bir özel isim bitirir gibi
Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan
Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan
Kim koparmış dalından bu yabani incirleri
Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri
Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan.

Yıldızlar, büyülü ülke, adımı unutturan
Bir kaya, bir ot, bir akarsu
Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu
Ki bütün ölüleri sağa çıkaran
Ve kenti bir ölüm derinliğine salan
Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.

Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elimde bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.

Bir Gün

O 'bir gün'
Yuvalanmış sanki içinizde
Buğulu cam tıpkı
Hiçbir şey görünmüyor
Besbelli dışınızdan bakıyor size.

Yokuş aşağı, yokuş yukarı
Düzlerde, eğrilerde
Yansır ondan size her ışık
Bırakılmış bir bıçaktan döğüşte.

Beklemek, avuntu--bir silah patladı uzakta--
Yakında bir tel koptu
Durmanın durgunluğu--yeterse--
Sürsün bir süre böyle--ne çıkar--
Emzirsin içinizi o sonbahar bulutu.


Gelecekte, dediniz--ama ne zaman--
Kim bilir, belki de geçmişte
Yağmurlardan kalan kimsesizliğin
Saklıdır acısı o 'bir gün' de


'Bir gün' buluşuruz--çok iyi--
:Bir gün' dü, hani nasıl--silinti--
Gerisi döküntü günler
Ola ki beslemekte 'bir gün'ü hepsi.

Pas

Duvar diplerinde ve sakınaraktan
Duvar diplerinde ve alacakaranlıkta
İyi yenmemiş bir kiraz çekirdeği gibi yıprak
Gidip geliyorsa durmadan
Gücenik bir köpeğin bir okul şarkısını anımsattığı gibi
Gidip geliyorsa
Ve çocukluğunun bir düğme kadar delik yerinden bakılırsa
Gözleri bir çağla çekirdeği gibi beyaz ve kocamansa o zaman
Gözleri iki safran ipliği şimdi.

Ve güneş kar topluyorsa bakışlarından
Biz ki utançlı bir kar seyircisi
Sen bak ki o beyaz karın kırmızı
O beyaz karın ürkek
O beyaz karın utanaraktan geri geldiğini
Seyrediyorsa susarak
Biliyordur tam göğsünün altında yaşar gibi
Biliyordur ki bir eylemdir yerine göre susmak.

Duvar diplerinde ve sakınaraktan
Bütün paslar kabarıyor bir bir
Ağzın ve dilin ve parmakların pası
Yüreğin ve bilincin
Bak işte, patlamış kentin su boruları da
Duyduğu bir çürük su şırıltısı
Ki hemen geliyor aklına
Bir şarkı ne zaman güzel değildir
Sonu olduğu zaman
Sonu yoktur çünkü güzel şarkıların


Kimse bir şarkıyı sonuna kadar söyleyemez
Nasıl ki ölüm öldürenlerinse
Ve korku korkmuyor görünenlerin
Şarkı tersine
Tut ki kırgın bir menekşeden sapmıştır onun yüreğiyse
Hem de bir menekşeyi yeniden icat etmiş gibi
Gererek yapraklarını
GereBu böyle kimin gittiği? Sen dur ey!
Belki de ellerimiz mi? biraz ince, biraz da çok kelimeli!
Bu sanki niye durduğumuz mu?
Ay, pencere, göz! Siz git ey!
Kim bilir neyi saldığımız bu da, yalnızlığımız gel
Yırtıcı kuşları mı gözlerimizin, onlar mı bu sürüylen
Yoksa onlar mı işte seninle sevişme biçiminde
Oysa sevgimiz yerde, kara sevda sen uç ey!
Sen usul, ben yavaş, kime yaraşır bu sessizlik
Kim biner bu gemiye insandan kıyılar yapılırken
Yetmez mi dalgası vursundu azıcık gözlerimize
Gözlerin gözlerime, siz bak ey!
Su sen de olmasan insan çıldıracak mı
Hiç yoktan bir yerlere mi gidecek belki
Olsun neresi olursa, git karanlık ama git
Gecemizde duranı sen kal ey!
Benim bu çok elli, bu çok gözlü delişmen
Çok bildim sana yaraşır olmayı günlerce
Şunu sevdim, şuna özendim, şununla yetindim sonunda
Ben miyim şimdi nerede, ben çok ey!rek gözkapaklarını
YumruklaBu böyle kimin gittiği? Sen dur ey!
Belki de ellerimiz mi? biraz ince, biraz da çok kelimeli!
Bu sanki niye durduğumuz mu?
Ay, pencere, göz! Siz git ey!
Kim bilir neyi saldığımız bu da, yalnızlığımız gel
Yırtıcı kuşları mı gözlerimizin, onlar mı bu sürüylen
Yoksa onlar mı işte seninle sevişme biçiminde
Oysa sevgimiz yerde, kara sevda sen uç ey!
Sen usul, ben yavaş, kime yaraşır bu sessizlik
Kim biner bu gemiye insandan kıyılar yapılırken
Yetmez mi dalgası vursundu azıcık gözlerimize
Gözlerin gözlerime, siz bak ey!
Su sen de olmasan insan çıldıracak mı
Hiç yoktan bir yerlere mi gidecek belki
Olsun neresi olursa, git karanlık ama git
Gecemizde duranı sen kal ey!
Benim bu çok elli, bu çok gözlü delişmen
Çok bildim sana yaraşır olmayı günlerce
Şunu sevdim, şuna özendim, şununla yetindim sonunda
Ben miyim şimdi nerede, ben çok ey!rını sıkarak
Ağlamayı unutmak için.

Duvar diplerinde ve sakınaraktan
Bir akşamüstü sırasında
Saygı anılarınıza
Saygımız ki bir kuşun yarası kadar derin...E. Cansever
 
Ey!
 
Bu böyle kimin gittiği? Sen dur ey!
Belki de ellerimiz mi? biraz ince, biraz da çok kelimeli!
Bu sanki niye durduğumuz mu?
Ay, pencere, göz! Siz git ey!
Kim bilir neyi saldığımız bu da, yalnızlığımız gel
Yırtıcı kuşları mı gözlerimizin, onlar mı bu sürüylen
Yoksa onlar mı işte seninle sevişme biçiminde
Oysa sevgimiz yerde, kara sevda sen uç ey!
Sen usul, ben yavaş, kime yaraşır bu sessizlik
Kim biner bu gemiye insandan kıyılar yapılırken

Yetmez mi dalgası vursundu azıcık gözlerimize
Gözlerin gözlerime, siz bak ey!
Su sen de olmasan insan çıldıracak mı
Hiç yoktan bir yerlere mi gidecek belki
Olsun neresi olursa, git karanlık ama git
Gecemizde duranı sen kal ey!
Benim bu çok elli, bu çok gözlü delişmen
Çok bildim sana yaraşır olmayı günlerce
Şunu sevdim, şuna özendim, şununla yetindim sonunda
Ben miyim şimdi nerede, ben çok ey!..E.Cansever
 
Mendilimde Kan Sesleri 
 
Her yere yetişilir  
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama  
Çocuğum beni bağışla  
Ahmet Abi sen de bağışla  

Boynu bükük duruyorsam eğer  
İçimden öyle geldiği için değil  
Ama hiç değil  
Ah güzel Ahmet abim benim  
İnsan yaşadığı yere benzer  
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer  
Suyunda yüzen balığa  
Toprağını iten çiçeğe  
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine  
Konyanın beyaz  
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer  
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir  
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları  
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına  
Öylesine benzer ki  
Ve avlularına  
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)  
Ve sözlerine   
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)  
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer  
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne  
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına  
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına  
Minibüslerine, gecekondularına  
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.


Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri...E.Cansever

İçindeki sessiz parlaklık 

İçindeki sessiz parlaklık
Elini kestiğin bir yerlerden görünür
Sözgelimi bir tırnak kenarında
Kalbini anlatırken kalbinde
Bir şiir okurken şiirden sızan kanda
Öyle ki
Gözlerin maviyse de pembeyle bakarsın bana
Kalır aklımda
Çünkü o
Ekim günleriyle aralıksız boyanan
Bir ırmağın durgun sesidir
İyi ya, ekimdir işte, kasıma ne kalmıştır şurada
Yani bir çay ocağının başında
Bir adam şekerlere çocukluğunu sevdirir.

Nerden nereye
Dün akşam evinin önünden geçtim
Nedense uğramadım sana
Sanki dünyaları kapsayan bir uğultu
Azala azala
Yol boyunca yapraklarda oluştu
Boğaziçi iskelelerinden birinde
Sarı bir elmayı dişledi bir iskele memuru
İyi biliyorum günlerden perşembeydi ve akşam
O kadar da akşam değildi
Hafifçe yanmış bir simit yenebilirdi
Okumayı bilsem köşedeki eski çeşmenin
Saçları örgülü çeşmenin
Alnı armalı çeşmenin
Yazıları rahatça
Okunabilirdi

Göksu deresinin orada
Köhne ahşap bir bina
Üstünde bir yazı: Brasserie
Sanırım işgal zamanından kalma
Kıyıya çekmiş motorunu Ahmet Abi
Şimdilerde dikiş dikiyor gecekondusunda
Nicedir gördüğüm de yok
Yüzyıllar geçmiş sanki aradan
Gerçekte zaman da ne ki
O olmasaydı, onlar olmasaydı
Gelecekte insan gibi yaşamanın onuru
Elbette gecikirdi Yeri gelmişken saygıyla, içten
Merhaba Ahmet Abi.

Saat yirmi on beş'de bir vapur var Köprü'ye
Çayocağının karşısında oturacağım
Demli çay, mavi gözlerin
Gözlerin neden mavi
Aklıma geldi birden
İstanbul'da doğup büyüyen
Herkes
Masmavi düşünür kendini bir mozayık gibi
Mavi bir dünyadan gelir en önce
Mavilerle yaşlanır Koyu mavi bir toprakla örtülür üstü
Geçelim
Daha pek düşünmek istemiyorum ölümü
Yeter ki eksilmesin öfkem
Yeter ki aklım gücüm yerinde
Ve sonuna kadar direnmede
Adımı unutup
Bir kaya gibi sert ve görkemli kalmayı bileyim
Elbette umutsuzluğa düşerim bazen
Elbette umutluyum her zaman
Neden yazılır bir şiir
Neden okunur bunca yazı
Çünkü nasıl aşılabilir başkaca
İnsanın karmaşıklığı.

Yok mu? Var.

Evet
Dün akşam evinin önünden geçtim
İçim hem kimsesizdi hem kalabalık
Bu demektir ki sevgisiz düşünemiyorum sevdayı
Bana söz ver yarın akşam
Göze al her şeyi yeni baştan konuşmayı...Edip Cansever

Şunu aklında tut iyice
Çilekte var, altın gibi parlayan ferik elmasında var
Güneşte, gümüşte, fildişinde
Tahtada, kömürde, sütte
Suyun ateş olduğu, ateşin su olduğu yerde var
Kızımıza ördüğün yeşil atkıda bile
Beni seven ellerinde var
Bir sabah geçiyordun
“Bir sabah geçiyordun” ne demek
Nasıl, niçin, nereden
Bil ki böyle bir eksiklikte var
Dilini acı yapan tütün kırıntısında
Örneğin bir yolculukta, katran gibi çaylar içtiğin
Kirazlar, bavullar, akasyalar sevdiğin
Her türlü virajlarda
Ağaççileği gibi, ince çekirdekli
Dile, dişe, damağa yayılan
Akide olan gözlerinde
Gözbebeklerinde yeşim
Yakut olan, zümrüt olan damarlarında
Özleminde günbatımı
Yok mu, var.

Nasıl var hem de
Var içimizde bizi eksiltmeden
Dışarıda var
Oranda, orantıda, dengede
Bir hüzün bile sinmemiş plastik çiçeklerde
Gene var
Yüzünü yıkadın mı, iyi
Sildin kuruladın mı
Çıktın mı sokağa
Yalnız su aramaya gidilen yollarda
İnce bir bardak gibi gövdelensin diye susuzluk
Orda var.

Ayakların değsin de suya
Sözgelimi herhangi bir haziranda
Haziranın köylü yüzünde
Çizgili mintanında
Denizlere uçan aklında
Değsin de suya ayakların
Sudan üşüyen parmaklarını çekerken
Tam orada
Kapıyı ardımdan kapadığında
Bilmez olur muyum hiç
İçerde kalan yüzünde, telâşlı
Olmaz olur mu, var.

Yalnızlık gibi, ama yalnızlık değil
Bildiğin, çok iyi bildiğin bir şeyin
Uzağında kalmak duygusu belki

İyi ya, var
Hani sayıldığını duyar ya pencereler, tıpkı
Göz görmez, ama bakıldığını duyar ya insan
Hani ardında seni izleyen birisi
Tanımazsın da sezersin birden izlendiğini
Niçin mi
Tam niçin dediğin zaman var.

Bilir miydik, sever miydik, inanır mıydık
O olmasaydı hiç
Ama bugün, şimdilik
Yenik düşmeden hiç de
Var, diyoruz sadece, çünkü var.

Eski Bir Takvim İçin Şiirler

I
Evlerin saat beş olma hali
Ben yorgunum anlamaktan
Bir duvar, bir tebeşir gibi yazmaktan yazılmaktan.

Ve akşam
Alanların caddelerin bana biraz fazla geldiği
Üstümü başımı bilmediğim bir akşam
Ne yapsam
Alkollere gitsem. Giderim alkollere bir mektup gibi
Alkollerden gelirim bir mektup gibi
Bellidir sırtımdaki kan lekesinden ve puldan.

Yağar ki sokaklarda bir uzun yağmur
Islanırım ıslanırım anlamam
Sanki nedir bir yağmurun güzel olması
Sahi bir yağmurun güzel olması
Yağarken kendine severek bakmasından.


II
Duran ben değilim ki ayakta
Gövdemden daha büyük ve akşama doğru
Görünmekte olan bir sıkıntı var
Dönüp arkama bakamam.

Su gürültüleri! ey benim güneşimi ikiye bölen hızarlar!
Ben işte günün birinde belli olurum
İki olmam, bir olurum günün birinde
Hızarlar! bir olurum, tarih de düşerim
Cep defterime bir şeyler de yazarım
Bir gün bir akşama doğru bulunurum da
Bir kapıdan uzanmış binlerce boyun tarafından
Hızarlar! neden olmasın, elbette sorulurum.

Ey benim güneşimi ikiye bölen hızarlar!

III
Çimen kokusundan hızlı
Bir sıyrık gibi bitiveren elde ayakta
Nedir bu benim yalnızlığım?

Neyiz ki bu karanlık kar yağışında
Ey ipini kendi gerip ufka bakanlar
Ölüler, diriler, daha doğmamışlar
Toplanıp birdenbire hep aynı yaşta
Ve nedir bu benim yalnızlığım?

Ve içimde gezerim ucu sivri bir bıçakla
Söylesem size söylerim ey ipini kendi gerenler
Kedere kederle, ağrıya ağrıyla karşı çıkarım.

Masam ki şuracıkta solgun bir köy akşamı
Bir uzun yoksul, bir başka yoksul
Düşer ellerim bir çağın artıklarına
Çatalımda kemikler, ölü gözleri
Ve iniltiler, çığlıklar
Benden bir şey sorulamaz gibiyim. Biri gelsin şu tabağımı kaldırsın
Çatalımı da
İğrenmenin, tiksinmenin en eskisiyim
İki eşya arasında bir hiçlik
Ne iskemle, ne masa, tam orda tökezlenirim.

Bir haziran, bir temmuz nasıl olsa gelir de
Sorsanız size söylerim ey ipini kendi gerenler
Ben döğüşken olanlara açılmış bir mendilim.

Edip Cansever – Düş Suda

I

o zaman neydi, eskidi sandıktı gölü
kapı önlerinde söyleşen kadınları
boyasız bir sandal sazların içinde

nasıl koyverdik sonra kendimizi
görünce suyun dibinde
boğulmuş beyaz kenti

gene de
göz açıp kapayıncaya dek gittik geldik
üç kişiydik üçümüz de
geçmişe uzanan üç ayrı gün gibi.

II

sevindik görünce birden
limandaki eski tekneyi
koştuk yokuş aşağı bir süre
yakalanmamak için
geceyi anlatan ishak kuşuna

sabaha benzedik tahta iskeleye varınca
suya
yıkıldık. üç kere kımıldadı koy
ödünç aldığını sandı bizi
demirledi göğsümüze eski tekne
suyla sabahın göğsüne

oysa biz
çarçabuk geri döndük geldiğimiz yere
üç kişiydik üçümüz de
öldük ve dirildik
hani unutmuşuz da yolumuzu, birine
yol sorar gibi
demirin tırnakları kabutga kemiklerimizde.

III

adını söylediler, ölümünü ardından
ardından hemen ölümünü
fısıldar gibi soyadını, ilgisiz
sokağın bitiminde sazlardan
şapkalar ören adama

kim ne der artık, boş hepsi
yüzünü yüzdürüyor suda
buruşturaraktan elindeki saz şapkayı

her şey, ama her şey
yüzüyle buruşan şapkanun arasında hızla.

IV

konuşulmaz fırtınada, çünkü ölüm
katar özünü fırtınaya da

neyi bekliyoruz böyle neyi
yendik mi yenik mi düştük yoksa
bir ufak kuş yukarıda
sürüyüp durur gölgemizi

çözmüşüz nasıl olsa ipini sandallarımızın da.

V

duymuyoruz dokununca duymuyoruz
taşlara kayalara taşlara
nasıl kanmıyorsa yüreğimiz sevince
sevince, acılara da

işliyor kireçli taşını yontucu
saat kaç, vakit ne vakit şimdi
bırakıp da elindeki keskiyi
sırtını duvara dayayınca anlarız

severiz çünkü ara vermeden
anlamaya uymayan vakitleri

ey yerle gök arası mutlu kelebentliğimiz.

VI

su
vuruyor kıyıdaki gemi leşlerine
yalıyor sokaklarını kentin
savuruyor öfkeyle rüzgarını
masmavi yangınından

bir evin bir odası yanıyor yalnız
habersiz bütün kent bundan

bir ruh gibi yanıyor çünkü
giz dolu varlığından taşarak
aydınlığın içinde
aydınlıktan bir sarkaç gibi

sinsi bir gülüşle görüyor o
kayığını boyuyor bir yandan da.

VII

uzatmışlar ölüsünü kumlara
mavi yüzlü çocuğun
unutulmayan maviden
hiç unutulmayan

iri bir balık asılı durur ağaçta
dik ve bulanık

ayrı ayrı yönlerine sonsuzluğun
ikisi de
eriyen kar sıcaklığında

ve ufuk
kurtulmuş tanrıların kucağından
uçsuz bucaksız bir yolculuğun koynunda.

VIII

düşürdük gölgemizi suya
ardından kendimizi
sessizlik gibi sade, telaşsız
hani var ya oldukça yavaş uzanır el ağlayana

yüzdük bütün gün adalardan adalara
hiçbir şey düşünmeden. yalnız
akşama doğru bir demet mavi süsen topladık
sunmak üzere bizi yaratan ozana

düşüyüz mavi dudaklı büyük ozanın.

IX

öyle yorgun ki kentimiz
düşlerden ve söyleşmekten
yok duyacak kimse sesimizi

gönderdik göndermesine, yüzümüz
oradan da
yok olarak geri geldi
sesler, şarkılar..alışkanlık elbet.

X

yok düş kuracak vakit bile
her şeyi bir yana bırakıyoruz söylene söylene.

O Mavilik Derdi

Beni uykudan uyandırır uyandırmaz
Dünyanın bütün huyları yüzünde
Ben bunlardan birini seviyorum en çok
Sana bir nar kesip uzatıyor ya doğa
Tutsam tanelerini
Sevincin gözyaşları derdim buna.

Bir süre bakışıyoruz karşılıklı
Ben uykudan uyanır uyanmaz
Benimle şiir gibidir bu
Tam karşımda ama yazılmamış
Durmadan bileniyor aklımda.

Seni unutarak baktığımda bile
Dünyanın her yerlerinden geçiyorsun
Yayılıyorsun kalabalıklara
Yalnız yayılmak mı
Aşkın en büyüğü, en dayanılmazı demeli buna.

Özlenirsin, alabildiğine varsın da
Daha da var oluyorsun gün günden
Olgun bir meyva gibi güleceksin zamanla
Bir kadın da değilsin, bir kişi de değilsin
Bir kuş olsa mavilik derdi buna.
 
Üçlükler

Üçlükler I

Gülümse! gör olumsuz karşılığını bunu
İste
Lambalar, bardaklar, çiçekli güz sürahileri.

Üçlükler II
Günün ilk saatleri
İyi biliyorum, ilk saatlerini günün
Peki, nedir öyleyse bu sabah silintisi.

Üçlükler III

Hiçbir dilde söylenmemiş
Hiçbir dilde yazılmamış
Sözler ve şarkılar içindeyim.


Üçlükler IV

Neden aklıma geliyor istasyon büfesindeki durusun
Hava soğudu -kasımın son günleri-
Kar yağacak, bembeyaz olacak unutulmuşluğum.

Üçlükler V

Bir gemi geçiyor, sessiz bir gemi
Oysa yolcularla dolu içi
Girince gemiye kimseler yok -dalgalardan başka-

Üçlükler VI

Butun gün yağmur yağdı
Ya da bir gün içinde bir yıldan fazla
Günü ıslattı bu yağmur.

Üçlükler VII

Nedir mi yalnızlık -kendine sor önce-
Bir sabah, erkenden, bir kir çiçeğini üzerinde
Görünce parladığını bir çiğ tanesinin.

Üçlükler VIII

Gölgen yok senin, ayak izlerin yok
Neden mi?acılar barınmamış ki sende
Mutluluk yok mutsuzluk yok

Phoenix / Edip Cansever

 
Ben orda, akşamına orospular dadanan
Camlarında pis sinekler gezinen, ben orda
Eskimiş bir tutuşla şarabını içiyor
Kadınlarda oluyor kadınsız bakışlarla
Başıyla öne düşmüş yüreğiyle beraber
Ya Tanrıya inanır ya da isyana.

Kimseye vermiyor ki acılardan artarsa
Kuytular çıkarıyor sevişmeler onlardan
Bu nasıl bir bakış ki dünyaya intiharla
Ya da hep kar yağıyor da düşünmesi siyahtan
Öyle ya kim sevişirdi acıları olmasa
Kim bakardı uzağa köpekleri saymazsam.

Orası bir ölümdür şarabımı doyuran
Ölünen yüzler gibi bir bütündür adamlar
Vaftizi gün ışığında bir garip protestan
Tanrısıyla sevişir, herkes bilir sevişmeyi o kadar
Kim ne derse desin ben bu günü yakıyorum
Yeniden doğmak için çıkardığım yangından.
 
Dostlar
 
 -Fethi Naci'ye-

Geldin mi, iyi
Yollarından yürüyüşler sızdıran sonbahar
Bir tenhalığı eskisinden çok sezmeyi
Bakımsız bahçeler mi olur, büyük ahşap boş odaları mı olur
Ne olur
Ey bana sevmeme gücü veren güzellik
Eski bir kadını eski bir park kanepesinde bırakan sonbahar
Aldatılmış bir yüzü yağmur oluklarında
O yüz ki bir denizin tekrar tekrar bittiği
Gece yarısı kokularında
Yosunlu bir kıyıda ancak
Dilinde çakılların ve derinliğin en son tadı
İşte
Bir vakit daha geçti, şimdi ne yapsak
Ne yapsak, bir vakit geldi ve geçti
Ey bana sevmeme gücü veren güzellik
Sonbahar
Sen mi kaldın bir
Yok birşey yapacak.

Bin dokuz yüz yetmiş bir yazı, ey unutulmayan yaz
Bıraktığın gibi mi kalsak
Bir çiçek milyon kere katılaştı eridi
Açtı dağıldı
Yaşamadı hiç belki
Bir ışık olsun yakmadı
Tuzlu ve ıslak bir ışık
Tankerler geçti kıyılardan gene
Suyu zonklataraktan
Gül koktu saçlarında taşıdikları benzin
Senin saçlarında
Alnın üstünden kuzular inen bir tepe gibi eğildi
Boynun bir uçurumdan çekiliyormuş gibi gergin
Bitti o yaz, şimdi
Yerleşti çoktan
Bize sevmeme gücü veren güzellik.

Tenha bir meyhanede oturuyorduk sevgilim
İzmir'in eski rıhtımında
Bilirsin, severim çok İzmir'in eski rıhtımını
Hani bir çesit kuşlar vardır bulanık denizinin
İnsanlar gibi konuşur o kuşlar bazen
Ve unutulmuş diller gibi pek anlaşılmaz ne konuştukları
Millerce yıl öteden bir tenhalığı sözlendirirler
Hatırla
Ne demiştim o gün ben sana
'Her tenha semtte kurulmamış bir saat yakışır'
Benim o bunaltılı günlerimden kalma bir mısra
Ve sense bana Aragon'un
-Parisli şair, yüzü aslan dolu-
Sımsıcak, dipdiri bir mısrasını anlatmıştin
Seninle ve parmaklarınla
Bardakta duran suyun bir akarsuyu
Nasıl kıskandığını anlatmıştın boyuna
Nasıl mı
Dedim ya, seninle ve parmaklarınla
Neden olmasın, yeni yakilan bir sigarayla da anlatılabilir şiir
Apansız bir yolculukla da
Bir karpuzu ikiye bölmekle, bir portakalı dilim dilim ayırmakla
Anlatılabilir
Ama bizim memleketimizde şiir
Yazık ki ölümle anlatılır biraz
Ölümle anlaşılabilir
Olsun, diyeceksin ne çıkar bundan
Biz hayatı şiirden
Şiiri hayattan özümlemedik mi
Ölümde girse araya
Sahici aşklar kurmadık mı seninle
Tertemiz, dosdoğru aşklar
İzmir'de
İzmir'in eski rıhtımında
Unutmak için şimdilik
Kolayca unutulmaz ya
İçimizdeki bin dokuz yüz yetmiş bir yazını.

Yeni bir yüz müydü ne
Kuru bir bozkırı çıkarıp göğsünden
Yeni yazdığı bir şiiri düzeltiyordur Ahmet Oktay
Alnını dayayaraktan cama
Kalemsiz kağıtşiz yazar çünkü Ahmet Oktay
İçinden geldiği gibi
Ve mısra çeker durmadan, hafifçe eğri sırtını doğrultarak
Nemlenir kimi zaman da gözleri
Şiir yürür, şiir sever, şiir içer mi
Şiir mi
Yürür de, sever de, içer de elbet.


Kocaman bir sevgi miydi ne
Dünyanın bütün zamanlarını dolaşan
Bastırıp gögsüne bozkırın
Ey, baksana, diyor, ne biçim kent bu
Geçerek caddelerinden
Dalarak meyhanelerine
Ne biçim kent bu
Bilmiyor ki nice insan kolsuzdur
Sevgisizliğe, bir sevgisizliğe kullanırlar kolu.

Hohlayıp siliyorum iyice
Gözlüğümün camlarını
Göğe bakıyorum gözlerimi kısarak
Güneye gidiyor bir leylek sürüsü

Yeni Caminin üstünde
Son bir defa daha süzülerekten
Erimeye yüz tutuyor kentin pembe kapıları
Günbatımı!
Günbatımı! yeni konuşmaya başlayan bir çocuğun diliyle
Kolumu tutuyor Feşi Naci, şu manzaraya bak, diyor
Tam Galata Köprüsünün üstünde
Diyor ya, biz alıştık, yüreklerimize bakıyoruz gene de
Uykusuz gecelerimize bakıyoruz: onurun uykusuzluğu
Susturulmanın
Ve gün batımıyla leylek sürüsü
Hüzünlü bir görüntüyü akıtıyorlar Naci'nin yüzüne
Kırılmak ama birlikte
Birlikte, ama kırılmamak
ve sanki kalplerimiz her yani dökülen bir otobüste
Öyle
İşte son damlalarını da bırakıyor güneş
Karanlık bastiracak neredeyse
Tırmaniyoruz Yüksekkaldırımı
İyi biliyoruz, sevgimiz de öfkemiz de yalnız bizim olmamalı
Güneş çekiliyor iyice
Ne manzara kalıyor, ne göğün evlerindeki kızartı
Ak bulutlar kara bulutlar
Ötede bir bulut yavrusu
Bilinmeli, diyoruz yeniden
Yeniden başlamalı, yeniden
Dostum, görüyorsun ya işte
Bozuldu birkere umudun ordusu.

Gelsene , diyordu İzmir'deki sevgilim
Son mektubunda
Kemetaltındaki kahveleri anlatıyordu
İnce belli çay fincanlarını
Kim bilir, belki de avutmak istiyordu beni
Unutup kendi mahzunluğunu
O kadar çabuk yeşerir ki, diyordu umut
Öyle çabuk çiçeklenir ki
Güçtür çünkü, herşeyden daha güç
Denize, göğe toprağa karışmış bir kalebentlik
Üstelik biliyorsun da
Öfkeliyiz, öfkeyse sonuçtur er geç
Bir aşk gibi yaşamak gerek öfkeyi
Sevginin ağıtıdır bir bakıma
Ve bir gün de gelebilir ki sevgilim
Kapkara bir davet olabilir kin
Zulmün ve tutsaklığın diyeti olabilir
Sen bunu bilemezsin
Bilsen de şairsin, havalar da, soğudu, kendine iyi bak
Ve sakın unutma: sıra öfkenin.

Bin dokuz yüz yetmiş bir yazı
Yok böyle bir sevgilim benim
Ama dayanıklı, ama gözü pek, ama umutla dolu
Olunca böyle bir sevgilim olsun isterdim.

Elimde bir çanta, şurda burda dolaşıyorum
Hep bir yerlere gideceğim sanki
Güvercinler konuyor saçlarıma bileklerime
Uçuşuyorlar
Bir çınar yaprağı düşüyor ayaklarımın dibine
Kupkuru
Elime alıyorum, çiziyorum üstüne kalbimi
Kalbim, diyorum
Yorgunsa da, yaralıysa da, hepimizin..
 
 

21 Şubat 2017

Müzehher ile Ekrem Güyer'in Aşk Hikayesi

Ekrem Güyer
Unutmadım Seni Ben ve hikayesi...

Müzehher ile Ekrem Güyer'in Aşk Hikayesi

Müzehher Özerinç ile Ekrem Güyer Ankara Radyosu'nda tanışırlar.
Arkadaşlıkları önce aşka, sonra da evliliğe dönüştü. Ekrem Güyer bir gün ud'unun tellerine vururken Müzehher hanımı düşünüyor ve onun için Nihanvet makamında şu eseri besteliyordu:

Unutturamaz seni hiçbir şey unutulsam da ben
Her yerde sen her şeyde sen bilmem ki nasıl söylesem
Bir sisli hazan kesilir ruhum eğer görmezsem
Her yerde sen her şeyde sen bilmem ki nasıl söylesem

Daha sonra şarkıyı birlikte çok defa söylediler hatta Müzehher hanım bu eseri okuduğu bir plak da çıkardı. Fakar bu güzel birliktelik çok uzun sürmedi 19 Şubat 1954 günü geçirdiği mide kanaması sonunda Ekrem Güyer hayata gözlerini yumdu. Müzehher Hanım oğlu Metin ile yalnız kalmıştı. Bu kederle ayakları üzerinde durmaya çalışacaktı. Nasıl unutacaktı bu aşkı.
Günlerden bir gün Müzehher Hanım radyo evinin koridorlarında elinde bir kağıtla dönemin ünlü bestekarı Şekip Ayhan Özışık'ı bekliyordu kağıtta unutulmayan ve unutulmayacak aşkın güftesi vardı:

Unutmadım seni ben unutmadım, her zaman kalbimdesin
Aylar, yıllar geçti, söyle sen neredesin
Anlaşıldı, sen geri dönülmeyen yerdesin
Unutmadım, unutamadım seni ben, her zaman bendesin

Şekip Ayhan Özışık bu şarkıyı Karcığar makamında besteledi. Müzehher'le Ekrem'in aşk hikayesinin güftesi oldu...
"Unutturamaz seni hiçbir şey" demişti Ekrem Güyer yıllar önce ve yıllar sonra cevap verdi belki de Müzehher Hanım "Unutmadım seni ben" diyerek aşklarını ölümsüzleştirircesine...



Seçme sözler

 

 



Chuck Palahniuk

Dünyada olup biten her şeye Tanrı karar veriyordu. Hayat tamamlanması gereken bir görevdi. Önemli olan faydalı bir şeyler yapmaktı ve her türlü sevinç ve gözyaşı insana ayak bağı olmaktan başka bir işe yaramazdı. Duygular ahlaki yozlaşmanın işaretiydi. Hayattan bir şeyler beklemek veya pişmanlık duymak gereksiz ve aptalca lükslerdi. İnanç sistemimizin tanımı işte buydu. Bilinmesi gereken hiçbir şey yoktu ve hayatta her an her şey olabilirdi..
 
 

Tanrılarının bakire bir insandan ölümlü bir çocuk tasarladığına inanan milyarlarca insanın yaşadığı bu dünyada, insanların çoğunun azıcık hayal gücü olması şaşırtıcıdır...Çarpışma Partisi

Anlamadığın şeyi her tarafa çekebilirsin...Günce

 Uykusuzluk böyledir işte. Kafandaki düşünceler bütün gece yayın yapar...Dövüş Kulübü

Zannedersem, dünyanın vermeye yeltendiği her tür hasardan daha beterini kendi kendinize vermenizde bir avuntu, belki de bir tür irade mevcut...Anlat Bakalım

 

20 Şubat 2017

Deepak Chopra - Büyücünün Yolu

 Gerçek Sevgi
Arthur, Merlin ‘in yanından ayrılmadan önce çok karamsarlaştı. Nerdeyse on beş yaşındaydı ama diğer insanları çok az görmüştü. “Onlara katılacağın için üzgün müsün ?” diye sordu Merlin. “Herşeyden önce sen de onlardan birisin.” 

Arthur uzaklara baktı. “Hüzünlüyüm ama sebebi bu değil.” 

“Peki ne öyleyse?”
“Sana bir şey sormak istiyorum ama nasıl soracağımı veya sorsam mı sormasam mı bilmiyorum.”
“Durma” 

Arthur kararsız bir şekilde baktı. “Bana öğrettiğin dersler hakkında değil.Ama her şeyden çok bilmek istediğim bir şey, yani bana söyler misin acaba…”Boğazı düğümlendi ve durdu.
“Belki de aşık olmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenmek istiyorsun?” 

Arthur kafa sallayarak onayladı. Merlin ‘in önsezisi ile kurtulmuş olmaktan mutluydu. Yaşlı büyücü bir süre düşündü ve “Her şeyden önce unutma ki gerçekten önemli bir şey sordun.
Aşk hakkında sözlerle anlatılamayacak bir şey vardır, ama önce benimle gel” dedi. 

Arthur ‘u öğle güneşinin parladığı bir açıklığa götürdü. Merlin ‘in elinde güneşe doğru tuttuğu, yanan bir mum belirdi. “Yanıp yanmadığını görebiliyor musun ?” diye sordu. 

“Hayır” dedi Arthur. Güneş o kadar parlaktı ki mumun alevi görünmüyordu.
“Ama bak” dedi Merlin. Bir pamuk parçasını muma yaklaştırdı ve pamuk hemen yanıverdi. 

“Bunun aşkla ne ilgisi var?” diye sordu Arthur, ama Merlin yanıtlamadı. Sadece yılan otunun çiçeğini alıp suyundan iki damla Arthur ‘un parmaklarına sıktı. “Tadına bak” dedi.
Arthur yüzünü ekşitti. “Çok acı” dedi.
Merlin çocuğu göle götürüp ellerini yıkamasını söyledi. “Şimdi suyun tadına bak” dedi.
“Acılık kaldı mı?”
“Hayır” dedi Arthur. “Ama bunun aşkla ne ilgisi var?” Merlin yine karşılık vermedi ve çocuğu ormanın daha da derinlerine götürdü. “Şimdi kıpırdamadan otur” dedi sessizce. Arthur söyleneni yaptı. Biraz ileriden bir fare açıklığa fırladı, ama daha hareket edemeden bir kartal fareyi kaptı ve avıyla birlikte yüksek sarp kayalıklardaki yuvasına uçtu. 

Arthur şaşkınlıkla, “Ama bana aşktan bahsedeceğini söylemiştin. Tüm bu gösterdiklerinin aşkla ne ilgisi var?” dedi. 

“Dinle” dedi ustası. “Güneşe tutulduğunda görünmeyen mum gibi egon da aşkın dayanılmaz gücünde eriyecek. Gölün suyuyla yıkandığında kaybolan acılık gibi, hayatının acılığı da aşkla karıştığında en berrak sular kadar tatlı olacak. Ve kartalın avını yakalaması gibi kendine verdiğin önem de, seni içine alan aşkın gözünde bir pırıltıdan ibaret kalacak.” 

Sevginin gücü, saflığın gücüdür. Sevgi kelimesi bir çok şekillerde kullanılır ama o, büyücü için kutsal bir kelimedir, çünkü onun için sevgi, “tüm kötülükleri yok ederek sadece asil ve gerçek olanı bırakan” demektir. “Korktuğun sürece gerçekten sevemezsin” diye uyardı Merlin. “Öfkelendiğin sürece gerçekten sevemezsin. Bencil egon var olduğu sürece gerçekten sevemezsin. 

“Peki o zaman nasıl sevebilirim ki?” dedi Arthur,korku öfke ve bencilliğin sıkça deneyimlediği şeyler olduğunu bilerek.
“İşte işin gizemli kısmı burası” diye yanıtladı Merlin. “Saflıktan ne kadar uzak olursan ol, sevgi seni arayacak ve sen sevene kadar seninle uğraşacak.” 

Sevgi, kötülükleri ortadan kaldırmak için hep işbaşındadır. Sevgisiz insan diye bir şey yoktur ; yalnızca, sevginin gücünü hissedemeyen insanlar vardır. Görünmeyen ve ebedi olan sevgi, duygu ve heyecandan öte bir şeydir ; o, hazdan ve hatta bir vecd halinden de ötedir. Büyücünün gözünde o, soluduğumuz hava, her hücredeki devinimdir. Sevgi evrensel kaynağından herşeye nüfuz eder. O, mutlak güçtür. Çünkü zor kullanmadan herşeyi kendine çeker. Sevgi, acı çekilirken bile, zihin ve ego ‘dan uzaklarda görevini yapar. Sevgi ile kıyaslandığında diğer tüm güç çeşitleri zayıftır. 

“Sen bir kral kadar güçlü müsün?” diye Merlin ‘e sordu Arthur.
“Bir kralın güçlü olduğunu nerden çıkarıyorsun?” diye karşılık verdi Merlin. “Krala gücü, her zaman ayaklanıp bu gücü geri alabilecek halkı tarafından verilir. Bu yüzden tüm krallar korku içinde yaşar ; bilirler ki sahip oldukları herşey ödünç alınmıştır. Ülkenin en fakir kişisi bile kraldan daha zengindir ; ta ki kral, gücünü bırakıp sevgiye teslim olana kadar.” 

“Hayattaki gerçek güç içten gelir. Dünyayı sadece içten gelen sevginin ışığında görmek, zedelenmez bir huzurda korkusuz yaşamaktır.” 

Sevgi ile ilgili, insanların dikkatinden kaçan birçok sır vardır. Sevilmek için önce sevmeniz gerekir. Birisinin sizi koşulsuz olarak sevdiğinden emin olmak istiyorsanız, onu koşulsuz sevmeniz gerekir. Birini sevmeyi öğrenmek için önce kendinizi sevmeniz gerekir. Bunların çoğu açık gibi görünüyor. Peki o zaman niye böyle yapmıyoruz? 

Büyücünün cevabı şudur: Sevgi ortaya çıkarılmalıdır ; onu reçine gibi gizleyen öfke, korku ve bencillik katmanları soyulmalıdır. Tamamıyla sevgi dolu bir hayat için şu anda sahip olduğunuz hayatı saflaştırın. Sevgiye yaklaşmanın doğru ve yanlış bir yolu yoktur. “Ümitsizce sevgiyi arayan bir insan” dedi Merlin, “ümitsizce suyu arayan balığı hatırlatır.” Yaşam çok sevgisiz gibi görünebilir, ama insanı sevgiden yoksun bırakan “dışarıdaki dünya” değil, onu algılayanın gözleridir. 

Sevgiyi hayatınızın değişmez ve tam bir parçası haline getirmek istiyorsanız, önce şu an sevgi dediğiniz şeyi yeniden tanımlamanız gerekir. Çoğumuz sevgiyi birine duyulan çekim, önemsendiğimizi hissettiren bir beslenme kaynağı, haz ve keyif, güçlü bir his veya heyecan olarak düşünürüz. Her ne kadar bunlar sevginin birer yönüyse de, büyücü bunların en iyi ihtimalle tam olmadığını söyleyecektir. 

“Ölümlülerin tarif ettiği sevgi, zayıflayıp yok olmaya mahkumdur” dedi Merlin. “Sizin sevgi dediğiniz şey gelir ve gider. Bir arzu objesinden diğerine atlar. Arzularınız reddedildiğinde çabucak nefrete döner. Gerçek sevgi değişmez. Onun bir objeyle ilgisi yoktur ve başka bir duyguya dönüşmez, çünkü en başta o, bir duygu değildir.” 

Tüm sahte sevgileri terkettiğinizde geriye ne kalır? Yanıtı kendini kabullenmeyle ortaya çıkmaya başlar. İçsel bir güç olan sevgi önce içinizde, yine kendinize yöneltilmiş olarak belirir. “Ölümlüler sevgi için huzursuz ve endişeli bir şekilde telaşlanıp dururlar” dedi Merlin. “Sevdiklerine sahip olamazlarsa öleceklerini zannederler. Ama gerçek sevgi sizi huzursuz etmez, çünkü onun ifade edilmeye ihtiyacı yoktur. En sevilen kişi bile sizin bir parçanızdır. Başkasından alacağınızı zannettiğiniz sevgi, farkındalığınızdaki bir sınırlılığın belirtisidir.Büyücü için tüm sevgiler benlikten gelir. 

“Bu, kulağa çok bencilce geliyor” diye itiraz etti Arthur.

“Benliği ego ile karıştırıyorsun, ama gerçekte benlik ruhtur” diye yanıtladı Merlin. Bencillik ise sahiplenmek, kontrol etmek ve hakim olmak isteyen ego ‘dan kaynaklanır. Ego, “Seni seviyorum, çünkü sen benimsin” dediğinde sevgiden değil, üstünlük kurma ve sahiplenmekten bahseder. Gerçekten sevmeyi öğrenenler ilk önce bencilliği bırakmışlardır. İşte bundan sonra çok değişik bir deneyim başlar. 

“Peki bu nasıl bir şeydir?” diye sordu Arthur. “Bunu hiç bilebilecek miyim?”

“Bir gün bu huzursuzca telaşın bittiğinde, ufak bir ışık göreceksin kalbinde. İlk önce bir kıvılcım büyüklüğünde olacak, sonra bir mum alevi ve nihayet cayır cayır yanan bir ateş.
Sonra uyanacaksın ve bu ateş güneşi, ayı ve yıldızları kaplayacak. İşte o anda evrende sevgiden başka bir şey kalmayacak, ama yine de bunların hepsi kalbinde olacak. 


18 Şubat 2017

Leo Rosten " Ringa balığı "


Baba oğluna sorar: “Duvara asılan, yeşil ve ıslak olan, ıslık çalan şey nedir?” Çocuk bir süre düşünür, şaşırır ve işin içinden çıkamaz. Baba cevabı söyler: “Ringa balığı”. “Ringa balığı mı? Ringa balığı duvara çıkmaz ki!” der çocuk duvarı göstererek. Baba: “O zaman biz asarız.” “Ringa balığı yeşil değildir ki.” “O zaman biz boyarız.” “Ama ringa balığı ıslak değildir.” “Yeni boyanmışsa ıslak olur.” “Ama” diye kekeler çileden çıkmak üzere olan çocuk: “Ringa balığı ıslık çalmaz ki!” “Haklısın” diyerek sırıtır baba: “Ben onu sadece bulmaca biraz zor olsun diye ekledim.”


The Joys of Yiddish, 1968

Tezer Özlü - Yeryüzüne Dayanabilmek İçin

Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmaya görsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır. (Ya da kendi kendine kanıtlamak için). Çünkü, insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar.

Tezer Özlü’nün yurtdışındayken Türkiye’deki dergilere yazdığı, dünya edebiyatıyla, sinema ve tiyatroyla kurduğu ilişkiyi kendi edebiyatı içinden yorumladığı yazılardan oluşan “Yeryüzüne Dayanabilmek İçin”, yazarın iç dünyasını takip eden tutkun okurlar için yeni bir ışık sağlıyor. “Çocukluğun Soğuk Geceleri” ve “Yaşamın Ucuna Yolculuk”un yazarından yine yaşamla ve ölümle hesaplaşan yazılar…

 

Yaşamla ve Ölümle Hesaplaşmak İçin Yazıyorum

Ben bu coşkulu havaya gene biraz melankoli getirmek zorunda kalacağım. Onun için hepinizden özür dilerim. Batı kültürü ve batının bizi nasıl etkilediği seminer konusu kapsamında olduğundan. İlkin biraz buna değineyim. Her zaman olduğu gibi gene çok bireyci davranacağım. Başka türlüsü elimden gelmiyor. Toplumun oluşumunda en çok bireyin varlığına önem veren bir bireyciyim.

Okumayı dört yılda sökebildim. Söker sökmez Capote’yi, Steinbeck’i okudum. O zamanlar batı, Yakındoğu ve Asya gibi coğrafi ayrımları hiç mi hiç bilmiyordum. Üçüncü dünyayı da bilmiyordum. O zamanlar üçüncü dünya kavramı belki de daha oluşmamıştı.
Ama Steinbeck’i taşrada, on yaşımda bulduğuma göre, nasılsa diğer yazarları da bulacaktım.

Ama kanımca yazı yazmak coşku, hafif melankoli, taşkınlık gibi psikolojik bir semptomdur.

İnsan yazarlık hastalığını –az da yazsa– sürekli olarak içinde taşır. Ben, bu hastalığa ancak dayanamayacak hale gelince, neredeyse psikoza girecek duruma geldiğimde yazabilen bir hastayım. Batı kültürünün düşüncelerimi ne denli etkilediği konusuna gelince: Dünya edebiyatını Almanca okuyorum. Bu nedenle edebiyat ufkum çok geniş oluyor. Türkçeye çevrilmemiş birçok yazar Almancaya güzel çevirilerle çevrilmiş. Bunları hazır bulabiliyorum. Bunun yanısıra tabii ki okuduklarımdan etkileniyorum. Ama düşüncelerimi ve beni biçimlendiren olgu, yalnız tek başına batı, batı edebiyatı, batı felsefesi, batı düşüncesi olamaz. Çünkü ben 38 yaşındayım ve 38 yıldır Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşıyorum. Zaman zaman iki dilde düşündüğüm oluyor. Çünkü Almancayı çok iyi öğretmişler bana. Rahibe disiplini ile. Bazan Almanca düşüncelerimi aynı güçte Türkçe söyleyebiliyor muyum diye, kafamda kendi kendimi sınıyorum.
Çünkü benim için en önemli dil Türkçedir. Çevirdim mi, demek Türkçeden hiç uzaklaşmadım diye mutlu oluyorum. Çok öfkelendiğim zaman Almanca homurdandığım oluyor. İki dil bilmekten kaynaklanan, sığınacak bir dünya aramanın alışkanlığı mı?

Aslında batıyı, kuzeyi, güneyi, kuzeybatıyı ve geçmiş bütün zamanları, burada, Akdeniz duyarlılığı içinde ve bir üçüncü dünya ülkesinde yaşamak mutluluğuna ermiş, otuz yıllık yaşamlarına bir asrın olayları sığdırılmış ender mutlu insanlardan biri sayıyorum kendimi. Her olaydan ve sıkıntılardan çok şey öğrenileceğine inanıyorum. Hani bir İsviçre dağ köyünde, İtalya’ya bile inmemiş, öyle havaya, göle, ineklere ve çayırlara bakarak yaşayan insanlar tanıdım. Ben, bu tür bir yaşamı mutluluk saymıyorum. Beni etkileyen, yaşadığım ülkenin ve batı ile bağların oluşturduğu ikilik’tir.

Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmayagörsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır. (Ya da kendi kendine kanıtlamak için). Çünkü, insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalım yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olmayı edebiyatla öğrendim. Çok sevdiğim üç yazarın, üç cümlesini –benim neden yazdığımı çok iyi anlattığı için– edebiyat yaratıcılığının kıpırdanışlarını çok iyi yansıttıkları için burada vurgulayacağım:
“Hiçbir zaman sakin olamamak, sanırım benim kaderim.”

Italo Svevo (Zeno’nun Bilinci romanından)
“İnsanın konuşmak için konuşmadığını böylece öğrendim, ‘bunu yaptım’, ‘şunu yaptım’, ‘yedim, içtim’ demek için konuşmadığını, aksine kendi yaşam görüşünü geliştirmek, bu dünyada neler olup bittiğini kavramak için konuştuğunu.”

Cesare Pavese (Yeni Ay romanından)
“İşte gidiyor, felaketlerin anası, koşuyor ve tüm dünyayı kendisiyle birlikte eve götürmeye çalışıyor...
Ne garip, insan keşfetmeyegörsün, nasıl da tüm dünyaya sahip olabiliyor.”

Djuna Barnes (Gecenin Uzantısı romanından).
Bir cümle de ben eklemek istiyorum:
“Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum”.

 

Fuzili "Zaman! Ah zaman! Hem dost hem düşman."

-Cesaret ve edep atalar mirasıdır.
-Cana tamah etme can elbet geçicidir.
-Vuslat olunca ayrılıktan korkmak gerek.
-Güzellik olmasa aşk ortaya çıkmaz; aşk olmasa güzellik yüz göstermez.
-Deliye hazine değil virane gerektir.
-Güzelliğin vasıflarını söylemek için söz çoktur; ama güzelliğin tatlılığına hiç söz yoktur.
-Dünyada ümit bir direktir.
-Nefes hesabıyla sona erince ömür ya bir kurtuluş ve muştu; ya bir başlangıç ve korkudur.
-Hicran vuslatın gecesi ise; vuslat firakın şafağıdır fecridir.
-İyi haber karınca hızıyla yürüyemezken kötü haber şimşek süratiyle yayılır.
-Vuslat! Ah! Ne efsunkâr bir kelime ne kutlu bir an!
-Dünyaya ümit tutmak olmaz; asla ölümü unutmak olmaz.
-Dünyada her kim ki canını, cananı için severse aslında yine cananını sevmiş olur, aynı şekilde cananını yani sevgilisini kendi canı için seven kişi yine kendi varlığını sevmiş olur.


John Ruskin "Bütün kitapları ikiye bölmek mümkündür, bugünün kitapları ve bütün zamanların kitapları."

 John Ruskin'in sanatta bireysel özgürlüğe dair kavrayışı ve Viktorya Dönemi'ne özgü kitlesel sanat üretimine yönelik nefreti, toplumun yaratıcı tasarım hakkındaki algısını radikal bir biçimde değiştirmekle kalmadı, aynı zamanda güzellik hakkında bugün sahip olduğumuz fikirler üzerinde de güçlü bir etki bıraktı. Tarih boyunca bazı kitaplar dünyayı değiştirdi. Bununla kalmayıp; bizleri ve birbirimizi görme biçimimizi etkiledi. O kitaplar ki tartışmalara, muhalif fikirlere, savaş ve devrimlere esin kaynağı oldular. Aydınlattılar, harekete geçirdiler, kışkırttılar, teselli ettiler. Yaşamımızı zenginleştirdiler ve bizleri ayrı ayrı kendi yaşamlarımızı sorgulamaya yönelttiler. Şimdi Kafka Kitap sizlere uygarlığı sarsan, insanlık tarihine yön veren ve kendimizi keşfetmemize yardım eden fikirleriyle; büyük düşünürlerin, çığır açanların, radikallerin ve ileriyi görenlerin eserlerini sunuyor. 

Sanat ve Hayat Üzerine...İnsandan ya işinizi gördürebileceğiniz bir alet ya da kendi iradesine sahip bir insan yaratmanız gerekir. İkisini birden yapamazsınız.


17 Şubat 2017

Türk Medeni Kanunu'nun Kabulünün 91. Yılı


Medeni Kanun’un kabulü (17 Şubat 1926) ile sosyal alanda tam bir eşitlik anlayışı gerçekleştirilmiştir. Osmanlı Devleti döneminde uygulanan ve din kuralları ile yürütülen hukuk işleri, çağdaş bir uygarlığa adım atmış Türk toplumunun gereksinimlerini karşılayamaz görüntüsü veriyordu. İlk olarak Tanzimat döneminde hazırlanan Mecelle ile bir takım yenilikler getirilmiş ancak yeterli olmamıştı. Kişilerin aile kurumu, mülkiyet ilişkileri, miras sorunları, hak ve borçları, satın alma, kiralama gibi bir çok konuda eksiklikler taşıdığından, tam bir Medeni Kanun sayılamazdı. İşte bu sebeplerden dolayı, İsviçre Medeni Kanunu örnek alınarak hazırlanan Medeni Kanun TBMM’de kabul edilerek 17 Şubat 1926 yürürlüğe konmuştur. Medeni Kanunun Kabulü ile Türk aile yapısında olumlu değişikliler meydana gelmiştir. Türk Medeni Kanunu’nun getirdiği yenilikler: Ailede kadın erkek eşitliği sağlanmıştır. Yapılacak evliliklerde resmi nikah yapma zorunluluğu getirilmiştir. Tek eşle evlilik yapılması esası getirildi. Kadınlara toplum yaşayışı içerisinde istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanınmıştır. Mahkemelerde tanıklık yapma ve miras ile boşanma konularında kadın ve erkek eşit hale getirilmiştir.


Leo Rosten "Hayatın amacının ‘mutlu’ olmak olduğuna inanmam. "

Hayatın amacının ‘mutlu’ olmak olduğuna inanmam. Bence hayatın amacı: yararlı, sorumlu ve şefkatli olmaktır. En önemlisi fark yaratmaktır; katkıda bulunmak, bir şeyi temsil etmek, yaşamış olmakla bir değişim meydana getirmektir.

Louis-Ferdinand Céline - Gecenin Sonuna Yolculuk


Geceyi sevdiğimi söyledim…
Sustu sadece, o da seviyordu biliyordum. Bildiğimi bildiği için sustu. Açıklama ihtiyacı hissetmiyordu. Hayata diş geçirmeye çalışırken bunu sakince yapmaya çalışan iki acemiydik. Bizim bildiğimizi diğerlerinin de öğreneceğini düşünürdük kutsal bir inançla. Hem de kendimizi anlatma ihtiyacı duymadan, bizim bilincimize sahip olacaklardı. Konuşmadan anlaşacaktı bir gün tüm dünya. Tüm dünya üzerinde yaşanan derin bir sessizlik…Biliyorduk; insan sesinin çıkardığı gürültüyü başka hiçbir canlı çıkaramazdı, fısıldama olsa bile. Çünkü insanın çıkardığı seslerin bir anlamı vardı ve zihinde kapladığı yer evrensel bir boşlukta uzayıp gidiyordu. Şekil değiştiriyordu, “acaba” oluyordu, “ya da” oluyordu, “belki” oluyordu, “hassiktir” oluyordu. Anlamını değiştiyor, değiştirdikçe zihne daha fazla basıyor, kokuyordu. Çöpler kovasına sığmıyordu.Tüm bunları bilmesi, tüm bunları bildiğini bilmem konuşmamışlığımıza dayanır.
 
Dünya denen dehşetli yerde en az kendim kadar şaşkın birinin daha olabilme ihtimalini bile aklımdan geçirmezken, bir ayna gibi ona bakmam, gözlerini okumam, sakinliğini duymam kadar şaşkınlık verici bir şey daha olamaz. Dünyanın dehşetengiz şaşkınlığına, birbirimizin şaşkınlığını da eklediğimizde, kafası bir ton, damıtılmış bir cesaret çıkıyor ortaya ki, cesaretin böylesi gerçekten tehlikelidir.

*

Louis-Ferdinand Céline’in ilk ve en ünlü kitabı Gecenin Sonuna Yolculuk, yaşamın oradan oraya, Birinci Dünya Savaşı’ndan Afrika’ya, Amerika’dan Fransa’daki bir akıl hastanesine savurduğu bir anti-kahramanın, Bardamu’nün öyküsü. Sefalet, hastalık, yozlaşmışlık, delilik, ölüm her yerde. İnsanın varoluş karşısındaki çaresizliği yüzümüze tüyler ürpertici bir ritimle vuruluyor. Kapkara ama alabildiğine şiirsel, Simone de Beauvoir’ın deyişiyle “söz kadar canlı bir yazı”yla yazılmış bir senfoni.
 
Gecenin Sonuna Yolculuk iki dünya savaşı çıkarmış bir yüzyılda aynaya yansıyan insan ruhunun bir nevi yazınsal otopsisidir.
 
Gerçek Céline “mucize”sini yaratan şey okumanın yarattığı etkidir – büyüle­yici, gizemli, kopkoyu bir karanlık içinde, hoşnutsuz ama bununla birlikte yar­dım eli uzatan kahkahayla.
Julia Kristeva
 
Aslına bakarsanız Fransa’da “benim Proust’um” Céline’dir. (…) Céline çok büyük bir özgürlükçüdür, onun sesinin çağrısı beni içine çekiyor.
Philip Roth
 
Önce Céline’i okumalı, son 2000 yılın en büyük yazarı…
Charles Bukowski

 

16 Şubat 2017

Atatürk " Kudretsiz beyinler, zayıf gözler gerçeği kolaylıkla göremezler. O gibiler, büyük Türk Milleti'nin yüksek seviyesine nazaran geri adamlardır. Fakat zaman bütün gerçekleri, en geri olanlara dahi anlatacaktır."

( 1925 )

 

Robert M. Pirsig - Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı

Fiziksel rahatsızlık ancak ruhsal durum iyi olmadığında önem kazanır. Bu durumda, rahatsızlık yaratan şeye takarsınız, bu da sizi iyice rahatsız eder. Fakat ruhsal durumunuz iyiyse fiziksel rahatsızlık fazla bir anlam taşımaz.

Geçmiş, yalnızca anılarımızdadır; gelecek yalnızca planlarımızdadır. Şimdi ise bizim tek gerçeğimizdir.

Bazı şeylerin farkına varamazsınız, çünkü öyle küçüktürler ki gözünüzden kaçırırsınız. Ama bazı şeyleri de çok büyük olduğu için göremezsiniz. İkimiz de aynı şeye bakıyoruz, aynı şeyi görüyoruz, ama o bambaşka bir boyuttan bakıyor, görüyor ve düşünüyor.

Bence, eğer dünyayı düzeltmek ve yaşanacak daha iyi bir yer haline getirmek istiyorsak yapılacak şey, kaçınılmaz olarak ikici olan, öznelerle ve nesnelerle ve bunların birbiriyle ilişkileriyle dolu olan politik ilişkiler üzerinde ya da başkalarının yapacağı şeylerle dolu olan programlar üzerinde konuşmak değildir. Bence bu tür bir yaklaşım sondan başlar ve bu sonu baş sanır. Politik programlar, ancak temeldeki toplumsal değerler sisteminin doğru olması durumunda etkili olabilecek, toplumsal niteliğin sonuç ürünleridir. Toplumsal değerlerin doğru olması için bireysel değerlerin doğru olması gerekir. Dünyayı düzeltmenin yeri ilk olarak kendi yüreğimiz, kafamız ve ellerimiz ve sonra onlardan çıkan iştir. Başkaları insanoğlunun yazgısını düzeltmekten söz edebilir.

Sonunda kendini yüceltmeyi amaç edinen her çaba felaketle sonlanmaya yazgılıdır

Eğer yaptığınız değişiklik işe yaramıyorsa bu, aksilik değildir; çünkü kazanılan bilgi gerçek bir ilerlemedir.

“Yalnızca senin hoşlandığın” şeyi hor görmek üzere eğitilirsen, elbette başkalarının daha uysal bir uşağı -iyi bir köle- olursun. “Yalnızca senin hoşlandığın” şeyi yapmamayı öğrenirsen Sistem seni sever.

Gideceğin yere ve olduğun yere bakınca hiçbir anlam çıkmıyor, ama geriye bir zamanlar olduğun yere baktığında bir model belirmeye başlıyor. Ve ileriye, bu modeli izleyerek bakarsan bazı şeyleri yakalayabiliyorsun

"Yeni nedir? İlginç ve sonsuza dek uzanan bir soru, fakat üzerine gidilse ortaya çıkan, boş şeylerin ve modanın sonsuz şaklabanlığı, yarın dibe çökecek bir çamurdur. Bunun yerine "En iyi nedir?" sorusuyla uğraşmayı yeğlerim ki bu soru enine değil de derinlemesine hareket ettirir insanı; ona verilecek yanıtlar, dipteki çamuru söküp akıntıyla götürmeye eğilimlidir."

Dertler asla bitmez, elbette. İnsanlar yaşadıkça mutsuzluk ve talihsizlikler de olacaktır; ama artık daha önce var olmayan bir duygu var; üstelik şeylerin salt yüzeyinde değil, ta içerilere dek nüfuz ediyor: “Biz onu yendik. Artık daha iyi olacak. Böyle şeyleri anlayabiliyor insan.

Bu insanlara bir şeyler söylemenin bir yolu olduğu umudunu hâlâ taşıyorum, fakat suratları asık ve aceleleri varmış gibi görünüyor, yani, bir yolu yok..

İnsanlık tarihinde, düşünce kanallarının çok derin oyulduğu, hiçbir değişikliğin mümkün olmadığı, hiçbir yeni şeyin gelişmediği ve “en iyi”nin bir dogma konusu olduğu çağlar vardır, fakat bugünkü durum bu değil. Bugün ortak bilincimizin akıntısı kendi kıyılarını bozuyor, ana doğrultusunu ve amacını yitiriyor, çukur yerleri basıp, tepelerin karayla bağlantısını kesip yalıtıyor ve tüm bunlar kendi iç momentine körlemesine uymaktan başka hiçbir amaca dayanmıyor. Kanalı biraz derinleştirmek lazım galiba.

 Çok karmaşık bir organik yapısı olan biz ileri organizmalar çevremize, birçok harika benzerlikler icat ederek tepki veririz. Yerleri ve gökleri, ağaçlan, taşları ve okyanusları, tanrıları, müziği, sanatı, dili, felsefeyi, mühendisliği, uygarlığı ve bilimi icat ederiz. Bu benzerliklere gerçeklik deriz. Ve gerçekliktirler. Gerçek adına çocuklarımızı hipnotize eder, bunların gerçeklik olduğunu bilmelerini sağlarız. Bu benzerlikleri kabul etmeyeni akıl hastanesine atarız.
 
 

Burası sanki hiçbir yer değil, ünlü olan hiçbir şeyi yok ve işte bu yüzden güzel.

Böylesi eski yollardayken insanda gerilim diye bir şey kalmıyor.

On bir yaşındayken, kızıl kanatlı karatavuklardan pek etkilenmez insan. 

…belki daha da öteye gidebiliriz… bir yere varmaktan çok, gezmeyi amaçlıyoruz.

İyi vakit geçirmek istiyoruz, “iyi”, “vakit”e ağır basıyor. Bunun yerini değiştirirseniz tüm yaklaşım değişir.

Gerçek kapınızı çalıyor ve siz “Git buradan, ben gerçeği arıyorum” diyorsunuz ve o da gidiyor. Gerçekten garip.

O yollarda gittikçe öğrenecek, öğrenecek şeyler olduğunu bulduk.

Bir yere varmak stresinin olmayışı çok işe yarar; bu yolla tüm Amerika bizim olur.

Yeni nedir? İlginç ve sonsuza dek uzanan bir soru, fakat üzerine gidilse ortaya çıkan, boş şeylerin ve modanın sonsuz şaklabanlığı, yarın dibe çökecek bir çamurdur. Bunun yerine “En iyi nedir?” sorusuyla uğraşmayı yeğlerim ki bu soru enine değil de derinlemesine hareket ettirir insanı; ona verilecek yanıtlar, dipteki çamuru söküp akıntıyla götürmeye eğilimlidir.

Konu böylece havada kaldı, bir sır olarak bırakıldı, çünkü olmayan yanıtı tekrar tekrar aramanın hiçbir anlamı yoktu.

Bir musluğun damlamasını durdurmaya çalışıp da başaramazsanız artık sizin yazgınız, damlayan bir muslukla yaşamaktı.

Ve bir gün damlama sesini bastırarak konuşmaya çalışırken çocuklar gelip konuşmasını kesince kontrolünün kaybetti.Görünen o ki, o konuşmaya çalışırken çeşme damlamasaydı çocuklara bu denli kızmayacaktı. Damlama ve çocuk gürültüsü bir araya gelince patladı.

Damlayan bir çeşmeye duyulan öfke neden bastırılır? Çok merak ediyorum.

Büyük bir kentin ağır sanayi bölgesine giderseniz o tümüyle oradadır, teknoloji yani. Önünde, dikenli telden yüksek çitler, kilitli kapılar, GİRİLMEZ yazan tabelalar, ve arkada, isli havanın içinde, amacı belirsiz, egemenleri asla görünmeyen, metal ve tuğladan ibaret garip çirkin şekiller görürsünüz… siz oraya ait değilmişsiniz gibi bir soğukluk ve yabancılaşma hissedersiniz… Biçimi, görünüşü ve gizemliliği “defol” der.

Teknoloji ve sistem karşıtı insanlar için “Beatnik” ya da “Hippy” gibi klişe adlar icat edilmiştir, daha da edilecektir. Fakat kitle terimleri icat ediliyor diye bireyler kitle insanına dönüşmez… Tamda kitle insanı olmamak için ayaklanıyorlar aslında. Ve kendilerini kitle haline getirmeye çalışan güçlerin teknolojiyle epey ilgisi olduğunu seziyor ve bundan hoşlanmıyorlar.

Fiziksel rahatsızlık ancak ruhsal durum iyi olmadığında önem kazanır. Bu durumda, rahatsızlık yaratan şeye takarsınız, bu da sizi iyice rahatsız eder. Fakat ruhsal durumunuz iyiyse fiziksel rahatsızlık fazla bir anlam taşımaz.

Aceleye getirmek istemiyorum. Zaten bu acelecilik kahrolası bir 20. yy tavrıdır. Bir konuda acele etmek istiyorsanız ona pek özen göstermiyor, başka bir şeye geçmek istiyorsunuz demektir.

Yarın tüm teknoloji ortadan kalksa bu insanlar nasıl yaşayacaklarını bilirler. Zor olur belki ama yaşamlarını sürdürürler. Biz bir haftada ölür gideriz… Çıkmaz sokak gene de. Birisi nankörse ve siz ona nankör olduğu söylerseniz, en fazla ona bir ad takmış olursunuz, ama hiçbir şeyi çözmüş olmazsınız.

Hiçbir şeyin ne anlama geldiğiyle, ne olduğu kadar ilgilenmiyor. Nesnelere bakışındaki bu eksiklik hiç de önemsiz değil.

Bazı şeylerin farkına varamazsınız, çünkü öyle küçüktürler ki gözünüzden kaçırırsınız. Ama bazı şeyleri de çok büyük olduğu için göremezsiniz. İkimiz de aynı şeye bakıyoruz, aynı şeyi görüyoruz, ama o bambaşka bir boyuttan bakıyor, görüyor ve düşünüyor.

Buralarda öyle bir şey var ki sanki ruhunuzu hafifletiyor ve her şeyin daha iyi olacağını düşündürüyor.

Klasik anlayış dünyayı, saklı biçimin kendisi olarak görür. Romantik anlayış ise, o anki görünüşüyle görür.

Romantik tarz öncelikle esinsel, düşsel, yaratıcı, sezgiseldir. Duygular olgulardan önce gelir. “Sanat”, “Bilim”le karşılaştırıldığında genellikle romantiktir. Aklı ya da yasaları izlemez. Yalnızca duyguları, sezgileri ve estetik vicdanı izler.

Klasik tarz, tersine, aklı ve yasaları izler ki bunlar da düşünce ve davranışların saklı biçimleridir.

Sorunun kaynağı budur. İnsanlar ya yalnızca bir tarzda ya da öteki tarz da düşünmeye ve bunu yaparken öteki tarza ait olan şeyi yanlış anlamaya ya da küçümsemeye eğilimlidirler. Fakat hiç kimse kendi gördüğü gerçekten vazgeçmeye niyetli değil ve bildiğim kadarıyla kimse bu iki gerçeği ya da tarzı gerçekten birbiriyle uzlaştırarak yaşamıyor. Gerçeğin bu iki görüntüsünün çakıştığı bir nokta yok.

Dünyayı parçalara bölüp bu yapıyı kurmak herkesin yaptığı bir şeydir. Çevremizdeki milyonlarca nesnenin hep farkındayızdır. Şu değişen şekiller, şu yanık dağlar, motorun sesi, gaza basma duygusu, her kaya, ot, çit direği ve yol kıyısındaki atık parçalar tüm bunların farkındayızdır, ama alışılmadık bir şey olmadıkça ya da bize, görmeye hazırlandığımız bir şeyi yansıtmadıkça gerçekten bilincine varamayız. Bunların bilincine varamıyorsak ve hepsini anımsamıyorsak bunun nedeni beklide kafamız bir sürü gereksiz ayrıntıyla dolu olduğunda düşünemeyecek hale gelmemizdir. Tüm bu farkına vardıklarımız arasından bazılarını seçmemiz gerekir ve seçip de bilincimizi yönelttiklerimiz farkına vardıklarımızın asla aynısı değildir; çünkü seçme işlemi onları değişikliğe uğratır. Çevremizdeki, farkına vardıklarımızın oluşturduğu uçsuz bucaksız araziden bir avuç kum alır ve bu bir avuç kuma dünya deriz.

Deli bir insana baktığınızda tüm gördüğünüz, onun deli olduğu hakkındaki kendi bilgimizin bir yansımasıdır, yani bu onu hiç görmemektir. Onu görmek için, onun gördüğü şeyi görmeniz gerekir ve bir delinin gördüğünü görmeye çalışıyorsanız ona varacak tek yol dolaylı yoldur. Yoksa sizin kendi görüşleriniz yolu kapatır. Ona ulaşmak için, geçilebilir gördüğüm tek geçit ve gidecek tek yolumuz var.

Büyük zekalar, insanlar daha uzun yaşasınlar diye hastalıkları iyileştirme savaşımı verirler ama yalnızca deliler neden diye sorar. Uzun yaşamak için uzun yaşanır. Başka amaç yoktur.

Bu gözler! İşin korkunç yanı da bu işte. Şu anda baktığım, eldivenlerin içindeki, motosikleti yolda yönlendiren bu eller bir zamanlar onundu.Bunun yarattığı duyguyu anlayabiliyorsanız, gerçek korkuyu, ondan kaçılabilecek hiçbir yer olmadığını bilmekten kaynaklanan korkuyu da anlayabilirsiniz.

Bize bir yağmur nasılda gerekliydi.

Sürekli çaba, tasarlanmış bir amaçtan ya da programdan değil, doğrudan yürekten gelir.

Eğer insan bilgisinin, bilinen her şeyin koskoca bir hiyerarşik yapı olduğuna inanılıyorsa o zaman zihnin yüksek ülkesi en genel, en soyut anlamda, bu yapının en üst erimlerinde bulunur… Oraya çok az insan yolculuk yapar.

Hakikat nedir ve ona sahip olduğunuzu nasıl bilirsiniz?… Gerçekten biz bir şeyi nasıl biliriz?

Bir şeyin anlamı şudur dendiğinde bununla ne demek istenir?

Tüm doğu dinlerinde büyük değer verilen ortak şey, Sanskrit Tat tvam asi (Sen busun) doktrinidir; düşündüğün her şeyin sen olduğunu anladığını düşündüğün her şeyin bir bütün olduğunu savunur. Bu bölünmemişliği tümüyle anlamak, aydınlanmak demektir.

Mantık, özne ile nesne arasında bir ayrım olduğunu varsayar; bu nedenle mantık, asıl bilgelik değildir. Özne ile nesne arasında ayrım olduğu yanılsamasını ortadan kaldırmanın en iyi yolu, fiziksel etkinliği ve duygusal etkinliği durdurmaktır. Bunun için pek çok disiplin vardır. Bunların en önemlisi Sanskritçe dhyana, Çince söylenişiyle “Chan” ve Japonca söylenişi ile “Zen”dir.

Akıl hayaleti denen şeyi kovalama işini bıraktı. Bunu anlamak çok önemli. Vazgeçmişti…

Vazgeçtiği için yaşamı yüzeyde rahatladı. Çok çalıştı, geçinilmesi kolay biri oldu.

Tümüyle güvendiğiniz bir şeye asla kendinizi adamazsınız. Kimse yarın güneşin doğacağını fanatik bir biçimde haykırmaz. Çünkü güneşin yarın doğacağını herkes bilir. İnsanlar, politik ya da dinsel inançlar ya da başka tür dogmalar ya da amaçlar için kendilerini fanatikçe adıyorsa bunun nedeni daima, bu dogmaların ya da amaçların kuşkulu olmasıdır.

Yolculuk etmek ulaşmaktan iyidir.

Nitelik… ne olduğunu biliyorsunuz, ama yine de ne olduğunu bilmiyorsunuz. Ama bunda çelişki var. Ama bazı şeyler ötekilerden daha iyidir; bu onlar daha nitelikli demektir… Neden insanlar bazı şeylere bir servet ödeyip bir diğerini çöpe atarlar? Bazı şeylerin ötekilerden daha iyi olduğu anlaşılıyor… Ama “daha iyi olmak” nedir?

Deneyimlerine dayanarak, gerçek retorik öğretimine başlayabilmek için, taklit belasını yok etmek gerektiği sonucuna vardı. Taklit, dış etkenlerin zorlamasıyla ortaya çıkıyor gibiydi. Küçük çocuklar bunu bilmezler. Belli ki bu daha sonra, okulun etkisi sonucu ortaya çıkar… Okul size taklit etmeyi öğretir. Öğretmenin istediği şeyi taklit etmezseniz kötü not alırsınız.

Nitelik, düşüncenin ve anlatımın, düşünce dışı bir süreçle tanınan özelliğidir. Tanımlar katı ve formel düşüncenin ürünleri olduğundan, nitelik tanımlanamaz.

Sonunda kendini yüceltmeyi amaç edinen her çaba felaketle sonlanmaya yazgılıdır.

Niteliğin yok olmasından en az etkilenenler saf entelektüel uğraşılardı. Nitelik düştüğünde yalnızca akılcılık değişmeden kalıyordu.

Geçmiş, yalnızca anılarımızdadır; gelecek yalnızca planlarımızdadır. Şimdi ise bizim tek gerçeğimizdir.

İnsanların Nitelik hakkındaki farklı düşünceleri Niteliğin farklı olmasından değil, insanların deneyim bakımından farklı olmalarından kaynaklanır.

Nitelik, çevremizin, içinde yaşadığımız dünyanı yaratmamız için başımıza bela ettiği sürekli bir uyarandır. Tümüyle, her parçasıyla.

“O halde, dünyayı yaratmamıza neden olan şeyi alıp, yarattığımız dünyanın içine sokmak açıkça olanaksızdır. Niteliğin tanımlanamamasının nedeni budur. Eğer onu tanımlarsak Niteliğin kendisinden daha az şeyi tanımlıyoruzdur. 


Niteliği gören ve çalışırken hisseden bir kişi, özen gösteren biridir. Gördüğü ve yaptığı şeye özen gösteren kişi, niteliğin bazı özelliklerini taşıması gereken biridir.

Tüm çözümler basittir -ama siz onlara vardıktan sonra- Ama onlar ancak, siz onların ne olduğunu bildiğiniz zaman basittirler.

İçsel kafa huzuru düşüncenin üç basamağında oluşur. Fiziksel dinginlik başarılması en kolay olanıdır, ama yeraltında günlerce gömülü kalarak yaşayabilen Hindu mistiklerinin gösterdikleri gibi, bunun da bir çok düzeyleri vardır. Ruhsal dinginlikte düşünceler arasında gezinilmez; bu aşama daha zordur, ama ulaşılabilir. Ama arzular arasında gezinilmediği ve yaşamın hiçbir arzu olmaksızın sürdürüldüğü değer dinginliği ise en zorudur. 

Yapmayı gerçekten istediği bir işi yaparken … yaptığımız işle bütünleşiriz. Bu bütünleşmeye yol açan, bilincin keskinkenarında, özne ve nesne ayrılığı duygusunun olmayışıdır.
Bilimsel konuşma biçiminde bu özne-nesne ikiliğinin yokluğunu gösteren sözcükler seyrektir, çünkü bilimsel kafalar… kendilerini bu tür anlayıştan uzak tutarlar.

Özen göstermek budur, yaptığı işle özdeşleşme duygusudur. Bu duyguyu duyan kişi özen göstermenin iç yüzünü, yani niteliği de görür.
Bu başarıldı mı kalan herşey doğal olarak bunu izler. Kafa huzuru doğru değerler üretir, doğru değerler doğru düşünceler üretir. Doğru düşünceler doğru eylemler üretir…
Dünyayı düzeltmenin yeri ilk olarak kendi yüreğimiz, kafamız ve ellerimiz ve sonra onlardan çıkan iştir.

… onaracaksanız en birinci ve en önemli gereç, yeterli girişkenliktir. Eğer bu yoksa, yapacağınız en iyi şey tüm öteki gereçleri toplayıp kaldırmaktır, çünkü size bir yararları dokunmayacaktır.
Girişkenlik… bunu edinmişseniz ve nasıl sürdüreceğinizi biliyorsanız dünyada hiçbir şey… onarımı engelleyemez.

Nitelik, değer, dünyanın özne ve nesnelerini yaratır.

Sıkıntı, girişkenlik düzeyinizin düşük olduğu ve başka bir şey yapmayıp bu düzeyi yeniden yükseltmeniz gerektiği anlamına gelir.
Sıkıldığınız zaman bırakın!…eğer bırakmazsanız ilk yapacağınız şey büyük bir hatadır.

Zen sıkılma konusunda da bir şeyler söyler. Onun başlıca pratiği olan “yalnız oturma” dünyanın en sıkıcı etkinliği olsa gerek. Hiçbir şey yapmazsınız: kımıldamak yok, düşünmek yok, endişelenmek yok. Bundan daha sıkıcı ne olabilir? Yine de tüm bu sıkıcılığın ortasında tam da, Zen budizmin öğretmeye çalıştığı şey vardır. Nedir bu? Sıkıcılığın tam ortasında sizin göremediğiniz nedir?

Neden karanlıktan çıkamıyorsun? Sahi neye benziyorsun sen? Korktuğun bir şey var değil mi? Nedir o korktuğun şey?

Umutsuzluk büyüyor şimdi.

Bir şeyi nitelikli diye gösterirseniz Nitelik gitmeye yüz tutar.

Logos terimi, “mantık” sözcüğünün kökenini oluşturur ve dünyayı akılcı olarak kavrayışımızın tüm toplamını gösterir. Mitos ise logosun önceli olan, tarihin başlangıcından ve prehistorik çağlardan kalma mitlerin tüm toplamıdır. Mitos yalnızca Grek mitlerini değil Eski Ahit’i Veda İlahilerini ve dünyayı bugünkü kavrayışımıza katkıda bulunan tüm kültürlerin eski söylencelerini kapsar. 

 Din insanlar tarafından yaratılmadı. İnsanlar din tarafından yaratıldı.

Platon’un sofistlerden nefret etme nedeni…
Ustanızın da üyesi olduğu bir ekolü hor göremezsiniz. Bunda Platon’un gerçek amacı neydi? Platon’un retorikçilere duyduğu nefret, çok daha büyük bir savaşımın parçasıydı; Sofistlerin temsil ettiği “iyi” gerçeği ile, diyalektikçilerin temsil ettiği “doğru” gerçeğinin, insanoğlunun gelecekteki düşüncesini belirlemek için giriştiği dev bir savaşımın. Doğru kazandı, İyi kaybetti ve bu nedenle bugün, birine ötekinden daha fazla bağlı olmasak da Doğru gerçeğini kabul etmede bu denli zorlanıyoruz.
Erken dönem Grek felsefesi, insanlık durumları arasında ölümsüz olanı arayan ilk bilinçli düşünceleri simgeler. Ölümsüz olan şeyler o ana dek tanrıların, mitlerin alanındaydı. Ama artık, Greklerin çevrelerindeki dünyaya giderek daha tarafsız bakmalarının sonucu, eski Grek mitosunu vahiy olunmuş gerçekler değil de imgesel sanat yaratıları olarak görmeye olanak sağlayan soyutlama yeteneğinde bir artış olmuştur.

Ölümsüz ilke ilk olarak Thales tarafından SU diye adlandırıldı. Anaksimenes ona HAVA dedi. Pisagorcular ona SAYI dediler, Herakleitos, Ölümsüz İlke’ATEŞ dedi ve ilkenin bir bölümü olarak değişimi ortaya attı. Dünyanın karşıtların çatışması ve gerilimi olarak varolduğunu söyledi. Bir “tek”in ve bir de “çok”un var olduğunu söyledi. İlk olarak Anaksagoras, bu TEK’i “zihin” anlamına gelen “nous” olarak tanımladı.


Parmenides ilk kez, Ölümsüz İlke’nin, TEK!in Doğru’nun, Tanrı’nın, görünüşlerden ayrı olduğunu açıkladı; bu ayrımın önemi ve bunun sonraki tarihsel dönemlere etkisi ne kadar vurgulansa yeridir. İşte klasik düşünce ilk kez burada, romantik kökenlerinden ayrılıp “İyi ile Doğru’nun aynı olması gerekmez”, diyerek kendi ayrı yoluna gitti. Anaksagoras ve Parmenides’in, görüşlerini gelecek kuşaklara taşıyacak Sokrates adlı bir öğrencisi vardı.

Burada sözü edilen Sokrates öncesi filozoflar hep, çevrelerinde buldukları dış dünyadan evrensel bir Ölümsüz İlke yaratmaya çalıştılar.

Herakleitos’un yandaşları Ölümsüz İlke’nin değişim ve hareket olduğunda diretiyorlardı. Ama Parmenides’in yandaşı Zenon, bir dizi paradoks ile, hareket ve değişimin yanılsama olduğunu kanıtlıyordu. Gerçeklik hareketsiz olmalıydı.

Sokrates…hakikatin mutlak olduğunu düşünenler, görece olduğunu düşünenler arasındaki savaşın içindedir. Bu savaşta tüm gücüyle mücadele eder. Sofistler düşmandır.

Şimdi Platon’un Sofistlere duyduğu nefret anlaşılır duruma geldi. O ve Sokrates, kozmolojistlerin Ölümsüz İlke’sini sofistlerin yozlaşması olarak niteledikleri şeye karşı savunmaktadırlar. Hakikat. Bilgi. Birilerinin onun hakkında ne düşündüğünden bağımsız olan şey. Uğruna Sokrates’in can verdiği ideal. Dünya tarihinde ilk kez yalnızca Yunanistan’ın sahip olduğu ideal. Bu hala çok nazik bir şeydir. Tümüyle yok olabilir. Platon’un sofistleri hot görmesinin ve sonuna dek lanetlemesinin nedeni, onların aşağılık ve ahlaksız kişiler olmaları değildir… onları lanetlemesinin nedeni insanoğlunun, hakikat idealini kavrama yolundaki yeni başlangıcını tehdit etmeleridir. Tüm olanların aslı budur.

Sokrates’in şehid olmasının ve Platon’un bunu izleyen eşsiz düzyazılarının sonuçları, bildiğimiz Batılı insanın tüm dünyasından başka bir şey değildir. Eğer hakikat idealinin, Rönesans tarafından yeniden keşfedilmeden ölmesine göz yumulsaydı bugün tarih öncesi insandan çok daha ilerde olmamıza olanak yoktu. Bilim ve teknoloji ideaları ve insanoğlunun diğer sistematik düzenlenmiş çabaları onun üzerine odaklanır. O hepsinin çekirdeğidir.

Bir şey yitirmeden asla bir şey kazanamazsın (Thoreau)

İnsanoğlu, doğanın görüngülerini kendi güç ve zenginlik düşlerinin muazzam belirtilerine dönüştürebilecek bilimsel yeterliliğe sahip imparatorluklar kurdu -ama bunu almak için verdiği şey aynı büyüklükte bir anlayışın imparatorluğuydu: Dünyanın bir parçası olmanın ve onun düşmanı olmamanın ne olduğunu içeren anlayışın.

Neden Arete’yi yok ettiler?

İyi nedir? biz onu nasıl tanımlarız? Farklı insanlar onu farklı tanımladıklarına göre bir İyi’nin var olduğunu nereden bileceğiz? Kimileri iyinin mutlulukta olduğunu söylüyor, ama mutluluğun ne olduğunu nasıl bileceğiz? ve mutluluk nasıl tanımlanabilir? Mutluluk ve iyi, nesnel terimler değildir. Bunlardan bilimsel olarak söz edemeyiz. Ve bunlar nesnel olmadığından yalnızca kafamızdalar. Öyleyse mutlu olmak istiyorsan kafanı değiştir yeter. Ha hah ha…

Mantığın ana-babası olan diyalektiğin kendisi retorikten gelir. Retorik de mitlerin ve Antik Grek şiirinin çocuğudur… Şiir ve mitler, prehistorik çağdaki insanların, çevrelerindeki evrene Nitelik temelinde verdikleri tepkilerdir. Bildiğimiz her şeyi yaratan Niteliktirç Diyalektik değil.

Her şeyden çok, alışkanlığın verdiği bir güçle sürdürüyorum yaşamayı…
 
Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı roman, otobiyografi ve felsefi deneme türlerinin sınırlarını genişleten; bütün bir akılcılık geleneğini sorgulayan benzersiz bir"kült kitap".
 
Hikâye bir adamın, oğlu ve iki arkadaşıyla birlikte yaptığı uzun bir motosiklet yolculuğundan oluşuyor. Yolcular, metalik-plastik yalnızlıkların hüküm sürdüğü, özdeki çirkinliklerin yapay bir "stil" cilasıyla kapatılmaya çalışıldığı, "stilize" nesneler, "stilize" insanlar ve ilişkilerle dolu bir hayatın yaşandığı Amerikan kentlerinden, sapa dağ yollarından, uçsuz bucaksız düzlüklerden geçer, bir dağa tırmanır ve en sonunda okyanusa varırlar.
 
Adam yolculuk boyunca bir de "iç yolculuk" yaşamakta, başka doruklarda gezinmektedir. Kendi "deli" geçmişine, aklın ötesine yolculuk yapmaktadır. "Akılcılık" dediği hayaletin peşinde antik Greklerden modern bilim felsefesine kadar bütün Batı düşüncesini kat eder. Etrafındaki bütün çirkinliğin, sahteliğin sebebi olduğu söylenen teknolojiyi suçlamaz. Sorun, teknoloji üreten insanlarla ürettikleri nesneler arasındaki ilişkidedir. Bunun da temelinde gerçekliği, özne ve nesne diye uzlaşmaz karşı kutuplar koyutlayarak kavramaya çalışan Akıl anlayışındaki "genetik bir bozukluk" yatar. Bu anlayış, Nitelik sorunuyla hesaplaşamaz. Bir sanatçının yapıtını oluşturduğu, bir tamircinin bir motosikleti özenle tamir ettiği saf Nitelik anlarında özne ve nesne özdeştir. Bir yanda insan, bir yanda dünya/nesne yoktur. Değer yoksa olgu da olamaz."İyi", gerçekliğin bir biçimi değildir, kendisidir.
 
Pirsig'e göre dünyayı politik programlar oluşturarak düzeltemezsiniz, bunlar ancak temeldeki değerler sisteminin doğru olması durumunda işe yarar. "Dünyayı düzeltmenin yeri önce kendi yüreğimiz, kafamız ve ellerimiz ve onlardan çıkan iştir." Bu yüzden de insanoğlunun yazgısını düzeltmekten değil, motosikletin nasıl onarılacağından söz eden bir kitaptır bu. "Çünkü gerçek motosiklet, kendimiz denen motosiklettir."