26 Ağustos 2016

Ağlamak, İnsana Özgüdür

Atatürk'e gerçekten yakın olan Afet İnan, onun, "Gözyaşları zaaf alâmetidir" dediğini söyler. Fakat, ekler ve der ki, "Fakat bu zaafın insan hislerinin bir gösterisi olduğuna kim şüphe edebilir? Çünkü Atatürk de, bu insanî zaafa boyun eğmiş ve hayatında sevinç ve keder gözyaşları dökmüştür." Ama gerçekten gözyaşı dökmek bir "zaaf" mıdır, yoksa "insan" olmanın bir göstergesi midir? Sıradan insanlar için belki bir "zaaf" ama, Atatürk gibi bir "insan" için değil. Çünkü, bir kere "insan"dan başka hiçbir canlının gözlerinden yaş süzülmüyor. Çünkü, yalnız insan duygu yüklü. Ne ki, duygusal olma ölçüsü de insandan insana değişiyor. Ve biz biliyoruz ki, Mustafa Kemal Atatürk, duygusal bir insan. Şu ana değin tanık da olmuş bulunuyoruz onun kimi olaylar karşısında gözyaşlarını tutamadığına. Onun için kendisini duygulandıran olaylar karşısından gözyaşı dökmek, bir "zaafın değil, "insan" olmanın, Mustafa Kemal olmanın sonucu.

    Ali Fuat Cebesoy, Trablusgarp Savaşı başlarında Mustafa Kemal ile Selanik'te buluştuğunda ve Beyazkule'de birlikte oldukları gecelerden birinde:

    "-...müteessirim. Doğup büyüdüğüm Selanik acaba Türkler'in elinde kalacak mı? Ben eğer Trablus'tan dönersem, yine buralara gelebilecek miyim?... Ah, Selanik, seni bir daha Türk olarak görebilecek miyim?" derken gözlerinden yaşlar süzülmesinin nedeni, hiç kuşkusuz, bir "zaafın değil, doğup büyüdüğü vatan parçasından ırak düşecek olmasının dayanılmaz kaygısıydı.

    Ali Fuat Cebesoy, o gece arkadaşı Mustafa Kemal'in "o altın sarısı saçlarını" okşayarak onu teselli etmeye çalışmıştı ama bir de Cebesoy'un 1922 yılının Ağustos ayında Batı Cephesi'ni yanında Mehmet Akif olduğu halde denetlerken yaşadıklarını ve o günü Mustafa Kemal Paşa'ya anlattığında onun davranışını yine Cebesoy'dan izleyelim:

    "Hatırladıkça hâlâ titrerim. Merasim nizamında dizilmiş bir tümenin kıtalarını teftiş ediyorduk. Hepsi aslanlar gibi idi. Mehmet Akif, kendinden geçmişti. Dudaklarından kendi yazdığı İstiklâl Marşı'nın mısraları dökülüyordu.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım, Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım, Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.

    Beni solumdan takip eden Akif'e döndüm. Gözlerinde yaşlar tanelenmişti. Bu mehabetti manzara karşısında kendisini tutamıyordu.

    -Akif Bey, siz ağlıyorsunuz, dedim.

    -Ne yapayım heyecanımı zapt edemiyorum.

    Cevabını verdi ve sonra ilave etti:

    -Fakat sizin de gözleriniz yaşlı, paşam.

    Arkadaşım doğru söylüyordu. Ben de çok heyecanlı idim. Gözlerimde tanelenenler sevinç gözyaşları idi....

    Ankara'ya döndükten sonra Batı Cephesi'ndeki intihalarımı anlatırken, bu olaydan da bahsettim. Gazi'nin dinlerken o ışık saçan mavi gözlerinde tanelenen yaşlar birden yüzüne döküldü, ağlıyordu...

    -Fuat Paşa, muzaffer olacağız. Dedi"

    Bu kere, Mustafa Kemal Paşa'yı ağlatan, vatan aşkı ve zafere olan inancıydı, "zaaf" değil. O ağlayan insan, Yunan ordusunu denize dökecek, Birinci Dünya Savaşı'nın galiplerine diz çöktürecektü...

    Ne var ki, son olarak 10 yıl süren bir savaş sonucunda yıkıntıya dönmüş, halkı ve doğal kaynakları sömürülmüş, insanları cahil bıraktırılmış, bitkin ve yorgun bir ülkede savaşı kazanmış olmak yetmeyecekti elbette. Ülkeyi kalkındırmak, bayındırlaştırmak gerekiyordu. Bu, düşmanı savaş alanlarında yenmekten de önemliydi. Üstelik, Osmanlı'nın borçları da ödeniyordu bu arada, yatırım yapacak para yokken. Bu da yetmezmiş gibi, Dünya Ekonomik Bunalımı! Bunalım, bir şeyler üreterek satmaya çabalayanları da yiyip bitirecekti. İşte bu koşullar altında kıvranan halkının sıkıntılarını doğrudan ondan dinlemek için yurt gezisine çıkacaktı Gazi. Yol boyunca dura dura, halkı dinleye dinleye 6 Mart 1930 günü Antalya'ya ulaşacak ve akşam üstü kaldığı evin bir odasına Hasan Rıza Soyak'la birlikte çekilecek, kapıyı kapatacak ve bir koltuğa yığılırcasına oturacak. Çok yorgun ve sinirli. Elleri titreyerek yakıyor sigarasını:

    "Bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum! Görüyorsun ya, gittiğimiz her yerde mütemadiyen dert, şikâyet dinliyoruz... Her taraf derin bir yokluk,maddî, manevî bir perişanlık içinde... Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz; Memleketin hakikî durumu bu işte!... Bunda bizim bir günahımız yoktur; uzun yıllar hatta asırlarca dünyanın gidişinden gafil, birtakım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket; düşe düşe şu acınacak hale düşmüş. Memurlarımız henüz istenilen seviyede ve kalitede değil; çoğu görgüsüz, kifayetsiz ve şaşkın... Büyük istidatlara mâlik olan zavallı halkımız ise, kendisine mukaddes âkideler şeklinde telkin edilen bir sürü batıl görüş ve inanışların tesiri altında uyuşmuş, kalmış...

    Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan, her şeyi başta bulunandan beklemek itiyadı... İşte bu zihniyetle; herkes büyük bir tevekkül ve rehavet içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden istiyor, benden bekliyor; fakat nihayet ben de bir insanım be birader, kutsî bir kuvvetim yoktur ki...

    Münasebet düştükçe daima tekrar ediyorum; bütün bu dertlerin, bütün bu ihtiyaçların giderilmesi, her şeyden evvel, pek başka şartlar altında yetişmiş; bilgili, geniş düşünceli, azim, feragat ve ihtisas sahibi adam meselesidir, sonra da zaman ve imkân meselesi...Bu itibarla evvelâ kafaları ve vicdanları köhne, geri, uyuşturucu fikir ve inançlardan temizleyeceksin; işlerinin ehli, idealist ve enerjik insanlardan mürekkep, muntazam, her parçası yerli yerinde, modern bir devlet makinesi kuracaksın; sonra bu makine halkın başında ve halkla beraber durmadan çalışacak, maddî ve manevî her türlü istidat ve kaynaklarımızı faaliyete getirecek, işletecek, böylece memleket ileriye, refaha doğru yol alacak... Başka çaremiz yoktur, ileri milletler seviyesine erişmek işini; bir yılda, beş yılda, hatta bir nesilde tamamlamak da imkânsızdır.

    Biz şimdi o yol üzerindeyiz; kafileyi hedefe doğru yürütmek için, beşer takatinin üstünde, gayret sarf ediyoruz; başka ne yapabiliriz ki?..."

    Gazi, sözlerinin burasında duracaktı, gözleri dolmuştu, elleri titriyordu. Hasan Rıza'ya,

    "-Kalk, bana bir kahve getirmelerini söyle de, gel..." diyecekti.

    Hasan Rıza anlamıştı Gazi'nin gözlerinden yaşlar boşandığını kendisinin görmesini istemediğini. O da, kahve söylemek bahanesiyle dışarı çıktığında oyalanacak, hemen dönmeyecekti odaya.

    1932 yılının 19 Şubat gecesi Faruk Nafiz Çamlıbel'in Tepebaşı Dram Tiyatrosu'nda Muhsin Ertuğrul'un sahneye koyduğu "Akın" piyesini izlediğinde, kıtlık karşısında hakanın umarsız kaldığı bölümde "Tanrı su vermezse hakan ne yapsın buna?" sözü geçtiğinde, Gazi'nin gözlerinin yaşarmasının nedeni de, iki yıl önce Hasan Rıza Soyak'a dert yanarken ağzından dökülen "bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden istiyor, benden bekliyor; fakat nihayet ben de bir insanım be birader, kutsî bir kuvvetim yoktur ki..." sözleriyle aynı olacaktı.

    Halkının çektiği acıyı böylesine duyumsamak!... Ulusunu birey birey böylesine sevmek!...

    Hele "Mehmetçik" söz konusu olursa... Güreş tutmuş erlerden birinin terini sildiği işlemeli mendilinin yavuklusundan geldiğini öğrendiğinde de elbette gözleri buğulanacak, göz pınarlarından yaşlar süzülecekti!...

    Konya'da Kız muallim Mektebi'nin öğrencilerinin sahnelediği oyunu izlerken, savaştan sakat dönen delikanlı nişan yüzüğünü iade etmesine karşılık, kızın yüzüğü kabul etmeyerek malûl askeri bağrına bastığı sahnede, kimselere belli etmemeğe çalışarak mendiliyle gözyaşlarını sildiğinde  o yaşlar vatan için şehit düşen, gazi olan Mehmetçik için dökülecekti.

    Dostlarının ölümü de ona hep acı verecek, arkalarından gözyaşı döktürecektir. Cumhuriyet'in eşsiz Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati öldüğünde, bu kere mendiliyle gözyaşlarını gizlemeye gerek de görmeyecek, Falih Rıfkı'nın deyişiyle, "âdeta hüngür hüngür" ağlayacaktır. Çocuklukları, gençlik yılları hep birlikte geçen, her cephede omuz omuza oldukları ve herkesin içinde bile Atatürk'e "Kemal" ya da "Sen" diyebilen, ölüm haberi üzerine gelen başsağlıkları üzerine Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği'nden yayınlanan resmî bildiride bile Atatürk'ün "aziz arkadaşı" diye nitelendiren Nuri Conker'in ölümü de onu derinden sarsacaktı. Trablusgarp'a giderken Urla'dan Salih Bozok'a yazdığı mektubunda Nuri Conker'den söz ederken kullandığı sözcükler, bu arkadaşına olan bağlılığının ve sevgisinin derinliğini gösteriyordu:

    "...Benim için hatırası kalp ve vicdanımdan bir an çıkmayacak bir öz kardeş varsa Nuri'dir."

    Conker'in ölümü üzerine de o sırada yurt dışında olan Afet İnan'a yazdığı 16 Ocak 1937 günlü mektubunda şu satırlar yer alacaktır:

    "...Hatay'ın üzüntüsüne, Conker'in ölümü acısı karıştı; bu acının açtığı yaranın derinliğini tahmin edemezsin."
    Atatürk, hıçkırıklarını güçlükle tutarak,

    "Hey koca dost, koca adam! Demek sonunda kadere sen de boyun eğdin! Demek kader seni de aramızdan alıp götürdü... Seni çok arayacağız elbet.. Tokalaşmanı, dertlerini, şikâyetlerini, soframızdaki yerini hep arayacağız... Ölüm de savaşın bir başka türlüsü! Beklenmedik bir anda, bir şarapnel parçası gibi en sevdiğini alıp götürüyor insanın... Böyle olduğu halde, hayat çok kısa olduğu halde niçin birbirimizi sevmeyiz yeterince? Niçin birbirimizin aleyhinde bulunur, birbirimizi yemeğe çalışırız? İşte nitekim bir can daha eksildi meclisimizden, bir nefes daha kesildi" diyecekti.

    Sevinç gözyaşlan da olurdu Gazi'nin. Örneğin 1928 yazında Boğaziçi'nde yaptığı bir yat gezintisinde kıyıdaki halkın teknede Gazi'nin bulunduğunu anlamaları üzerine yapılan sevinç gösterileri de onu duygulandıracak, gözyaşlarını mendiliyle usulca silmeye çalışacaktı.

    Dedim ya, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, duygusal bir "insan". Onun bu duygusallığı, "vatan", "bağımsızlık", "özgürlük" kavramlarını sözlüklerdeki anlamlarının çok ötesine taşıyarak "tutkulu" bir "aşk"a dönüştürmüş. Ama duygulu insan, yaşamının tüm anlarında da öyledir. Gazi'nin yaşamının böyle bir "an"ına tanık olalım şimdi de...

    Florya deniz köşkünün yeni yapıldığı günler. Hafız Yaşar, Salâhaddin Pınar o gecenin sanatçı konukları. Salâhaddin Pınar, "Gel gitme kadın" şarkısını okuyor. Şarkının "Karşında esirim, bana düşman gibi bakma!..." bölümüne geldiğinde Mustafa Kemal ağlamaya başlayacak. Burada sözü o gecenin bir başka tanığına, Sabiha Gökçen'e, bırakalım:

    "Ve Atatürk ağlıyordu... Mavi gözlerinden bir sıralı yaş o çetin yüzünü yalayarak aşağıya süzülüyor, göğsünü ıslatıyordu... Dudakları bir bıçak kadar incelmiş, dişleri kenetlenmişti..."

    Ertesi sabah Sabiha Gökçen, Atatürk'e dün gece neden ağladığını sormadan edemeyecektir. O ise, önce sigarasından derin nefesler çekecek, bir açıklamada bulunmadan yaveri Cevat Abbas'a otomobili hazırlatmasını söyleyecek. Yanına Cevat Abbas'ı ve Sabiha Gökçen'i alarak birlikte yola koyulacaklar. Doğayı seyredecek, kuş seslerini dinleyecek, başka konulardan konuştuktan sonra, birdenbire:

    "-Cevat, diyecek, Biz Anadolu'ya çıktığımızda hep bir ağızdan bir marş söylerdik, hatırlıyor musun?"

    "-Hatırlamaz olur muyum Paşam, Dağ Başını Duman almış..."

    Ve Atatürk, Sabiha Gökçen, Cevat Abbas, hep birlikte bu marşı söylemeye başlayacaklar. Ama en coşkulu söyleyeni Atatürk. Hele "Bu ağaçlar, güzel kuşlar..." derken... Marş bitince yine hüzünlenecek ve Sabiha Gökçen'e diyecek ki:

    "Gökçen, ben bu toprakları seviyorum, yurdumun topraklarını, dağlarını, taşlarını...Göğünü, havasını seviyorum... İnsanlarını seviyorum memleketimin... Köylüsünü, çiftçisini, ırgatını, işçisini, balıkçısını, çobanını, sanatçısını, askerlerini, gencini, ihtiyarını tüm insanlarını seviyorum memleketimin... Kadınlarını, erkeklerini. Bazı şarkılar bana bu insanlardan bir gün kopacağımı hatırlatıyor. Onlardan uzak düşeceğimi... Bir gün onlarla olamayacağımı... İşte o zaman, şarkının sözleri ne olursa olsun içime bir ateş düşüyor... Ve sonradan gözyaşı olarak akıp gidiyor... Unutma Mustafa Kemal'ler de insandır ve onlar da zaman zaman şu ya da bu nedenlerle ağlamak isterler..." 

 Prof.Dr.Çetin Yetkin