29 Ağustos 2016

30 Ağustos Zafer Bayramımız Kutlu Olsun!

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, 26 Ağustos’ta başlayıp 30 Ağustos 1922’de zaferle sonuçlanan Başkomutanlık Meydan Savaşı ile vatan topraklarımız düşman işgalinden kurtarılmış,  hürriyet ve bağımsızlık içinde yaşama onuruna kavuşmuştur. Birlik ve beraberlik anlayışı içerisinde; Kendisini tarih sahnesinden silmek isteyenlere, 30 Ağustos Zaferi  tüm mazlum halklara da örnek teşkil edecek biçimde unutulmayacak bir ders vermiş , hiçbir şekilde bağımsızlık ve hürriyetinden ödün vermeyeceğini, sonsuza kadar var olacağını tüm dünyaya kabul ettirmiştir. Bu toprakları kanlarıyla sulayan vatan evlatlarına layık olmanın inancı ve gayreti ile herkesin 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı en içten dileklerimle kutluyor, canlarıyla bu toprakları vatan yapan aziz şehitlerimizi bir kez daha saygı ve minnetle anıyorum.
*
Hiç bir zafer gaye değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için gereken vasıtadır. Gaye, fikirdir. Zafer, bir fikrin elde edilişine hizmeti nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin elde edilişine dayanmayan bir zafer ölümlü olmaz. O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur.
*
Gençler! Geleceğe güvenimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz, almakta olduğunuz eğitimle, bilgi ile, insanlıkta üstünlüğün, yurt sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en değerli örneği olacaksınız. Ey yükselen yeni kuşak! Cumhuriyeti biz kurduk, O’nu yükseltecek ve yaşatacak sizlersiniz...Atatürk

27 Ağustos 2016

Büyük Taarruz Sabahı Kocatepe

(Atatürk’ün Fotoğrafçısı) Etem Tem, Afyon Kocatepe'de yarattığı "anıt fotoğrafı" nasıl çektiğini, Fikret Otyam’a 1960 yılında şöyle anlatmıştı:
 
" O sabah Kocatepe'de bulunuyorduk. Taaruz, şafak vakti saat beşte başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa, günler ve geceler süren yorgunluğuna rağmen ayakta, vaziyeti adım adım takip ediyor, direktifler veriyordu. Bir ara kumandanlardan ayrıldı. Tek başına, kayalıklar arasında dalgın ve düşünceli dolaşmaya başladı. Zaman zaman sahra dürbünleriyle düşman cephesine bakıyordu... Bir aralık o kayalık tepenin ucuna geldi. Hafifçe eğilmişti. Başparmağı dudaklarının arasındaydı... Hemen objektifimi çevirdim, adeta nefes almayacak kadar bir sessizlik içinde deklanşöre bastım, resmini çektim. Saat 11'di..."

Dağlarda tek tek
Ateşler yanıyordu,
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki,
Şayak kalpaklı adam,
Nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
Güzel, rahat günlere inanıyordu

Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
Birdenbire beş adım sağında O'nu gördü.
Paşalar O'nun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar: "Üç" dediler,
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
Eğildi, durdu.
Bıraksalar,
İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak,
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı.

(Nâzım Hikmet, Kuvayı Milliye Destanı'ndan)

"O gün 7x11 boyunda sekiz on rulo film çektim. Bir kaç tane 10x15 cam... Mustafa Kemal Paşa, bütün gün ağzına bir lokma koymamıştı... Gece ric'ate başladılar. 2 Eylül'de Uşak'a girdik. Vakit yoktu. Ahır bozması bir yerde bir kaç film yıkadım. Fotoğraflar birbirinden güzeldi. Hemen dört tane yaptım, ertesi sabah götürdüm. İçeri aldılar. Berberi traş ediyordu. Odada portatif bir masa, bir portatif karyola, iki iskemle vardı. Bir aralık odayı işaret etti: "Bu bir başkumandan odasına yaraşmaz" dedi. Salih odayı halı döşeyeceğini söyledi. Zira o gün esir alınan Trikopis getirilecekti. Gazi, fotoğrafları aldı, baktı. Parmaklarını fotoğrafların üzerinde gezdirdi ve 'Çok güzel' dedi."

*
 " 9 Eylül'dü... Kadifekale'ye çıkmıştık. Zaman güneş batımına yakındı. Deniz pırıl pırıldı... Şehir ayaklar altındaydı... Körfezde bazı vapurlar vardı... Dumanlıydı vapurlar... Bir rapor geldi. Süvarilerimiz İzmir'e girmişti.... "Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri.." emri yerine getirilmişti. İzmir bizimdi yine... "Sonra mı?.. Ha, evet... Sonra otomobillerle şehre girdik. İlk işim bir fotoğrafçı bulmak oldu. Kocatepe'de çektiğim sekiz on rulo filmi bir Rum fotoğrafçıya verdim. Zaman geçirmek için etrafta biraz döndük, dolaştık... Sonra yeniden geldik. Fotoğrafçı geldiğimizi, içeri girdiğimizi görünce "fotoğraflarınız bir harika!" diye bağırdı. Baktım fotoğraflar daha yaş yaştı... Doya doya baktım... Hakikaten birer harikaydı... Taa Uşak'tan İzmir'e kadar bu anı bekliyordum. Fotoğrafların kuruyup, hazır olması için bir gün daha lazımdı. Ertesi günü gelip almak üzere karargâha, Bornova'ya döndük. Ertesi sabah otomobille indik İzmir'e... Millet yollara dökülmüştü... Bayram vardı... "Biraz sonra Mustafa Kemal gelecek" dedik... Görmeliydiniz o anı... İzmir yanıyordu... Ne dost ne düşman belliydi... Cayır cayır yanıyordu İzmir... Fotoğrafçı dükkânının olduğu yere güçlükle varabildik. Fakat ne görelim?.. dükkân yanmıştı... Uşak'ta o ahır bozması yerde yıkaya bildiğim birkaç film kalmıştı elimde... Ötekilerin hepsi fotoğrafçı dükkânıyla birlikte yandı kül oldu..."

26 Ağustos 2016

Ağlamak, İnsana Özgüdür

Atatürk'e gerçekten yakın olan Afet İnan, onun, "Gözyaşları zaaf alâmetidir" dediğini söyler. Fakat, ekler ve der ki, "Fakat bu zaafın insan hislerinin bir gösterisi olduğuna kim şüphe edebilir? Çünkü Atatürk de, bu insanî zaafa boyun eğmiş ve hayatında sevinç ve keder gözyaşları dökmüştür." Ama gerçekten gözyaşı dökmek bir "zaaf" mıdır, yoksa "insan" olmanın bir göstergesi midir? Sıradan insanlar için belki bir "zaaf" ama, Atatürk gibi bir "insan" için değil. Çünkü, bir kere "insan"dan başka hiçbir canlının gözlerinden yaş süzülmüyor. Çünkü, yalnız insan duygu yüklü. Ne ki, duygusal olma ölçüsü de insandan insana değişiyor. Ve biz biliyoruz ki, Mustafa Kemal Atatürk, duygusal bir insan. Şu ana değin tanık da olmuş bulunuyoruz onun kimi olaylar karşısında gözyaşlarını tutamadığına. Onun için kendisini duygulandıran olaylar karşısından gözyaşı dökmek, bir "zaafın değil, "insan" olmanın, Mustafa Kemal olmanın sonucu.

    Ali Fuat Cebesoy, Trablusgarp Savaşı başlarında Mustafa Kemal ile Selanik'te buluştuğunda ve Beyazkule'de birlikte oldukları gecelerden birinde:

    "-...müteessirim. Doğup büyüdüğüm Selanik acaba Türkler'in elinde kalacak mı? Ben eğer Trablus'tan dönersem, yine buralara gelebilecek miyim?... Ah, Selanik, seni bir daha Türk olarak görebilecek miyim?" derken gözlerinden yaşlar süzülmesinin nedeni, hiç kuşkusuz, bir "zaafın değil, doğup büyüdüğü vatan parçasından ırak düşecek olmasının dayanılmaz kaygısıydı.

    Ali Fuat Cebesoy, o gece arkadaşı Mustafa Kemal'in "o altın sarısı saçlarını" okşayarak onu teselli etmeye çalışmıştı ama bir de Cebesoy'un 1922 yılının Ağustos ayında Batı Cephesi'ni yanında Mehmet Akif olduğu halde denetlerken yaşadıklarını ve o günü Mustafa Kemal Paşa'ya anlattığında onun davranışını yine Cebesoy'dan izleyelim:

    "Hatırladıkça hâlâ titrerim. Merasim nizamında dizilmiş bir tümenin kıtalarını teftiş ediyorduk. Hepsi aslanlar gibi idi. Mehmet Akif, kendinden geçmişti. Dudaklarından kendi yazdığı İstiklâl Marşı'nın mısraları dökülüyordu.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım, Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım, Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.

    Beni solumdan takip eden Akif'e döndüm. Gözlerinde yaşlar tanelenmişti. Bu mehabetti manzara karşısında kendisini tutamıyordu.

    -Akif Bey, siz ağlıyorsunuz, dedim.

    -Ne yapayım heyecanımı zapt edemiyorum.

    Cevabını verdi ve sonra ilave etti:

    -Fakat sizin de gözleriniz yaşlı, paşam.

    Arkadaşım doğru söylüyordu. Ben de çok heyecanlı idim. Gözlerimde tanelenenler sevinç gözyaşları idi....

    Ankara'ya döndükten sonra Batı Cephesi'ndeki intihalarımı anlatırken, bu olaydan da bahsettim. Gazi'nin dinlerken o ışık saçan mavi gözlerinde tanelenen yaşlar birden yüzüne döküldü, ağlıyordu...

    -Fuat Paşa, muzaffer olacağız. Dedi"

    Bu kere, Mustafa Kemal Paşa'yı ağlatan, vatan aşkı ve zafere olan inancıydı, "zaaf" değil. O ağlayan insan, Yunan ordusunu denize dökecek, Birinci Dünya Savaşı'nın galiplerine diz çöktürecektü...

    Ne var ki, son olarak 10 yıl süren bir savaş sonucunda yıkıntıya dönmüş, halkı ve doğal kaynakları sömürülmüş, insanları cahil bıraktırılmış, bitkin ve yorgun bir ülkede savaşı kazanmış olmak yetmeyecekti elbette. Ülkeyi kalkındırmak, bayındırlaştırmak gerekiyordu. Bu, düşmanı savaş alanlarında yenmekten de önemliydi. Üstelik, Osmanlı'nın borçları da ödeniyordu bu arada, yatırım yapacak para yokken. Bu da yetmezmiş gibi, Dünya Ekonomik Bunalımı! Bunalım, bir şeyler üreterek satmaya çabalayanları da yiyip bitirecekti. İşte bu koşullar altında kıvranan halkının sıkıntılarını doğrudan ondan dinlemek için yurt gezisine çıkacaktı Gazi. Yol boyunca dura dura, halkı dinleye dinleye 6 Mart 1930 günü Antalya'ya ulaşacak ve akşam üstü kaldığı evin bir odasına Hasan Rıza Soyak'la birlikte çekilecek, kapıyı kapatacak ve bir koltuğa yığılırcasına oturacak. Çok yorgun ve sinirli. Elleri titreyerek yakıyor sigarasını:

    "Bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum! Görüyorsun ya, gittiğimiz her yerde mütemadiyen dert, şikâyet dinliyoruz... Her taraf derin bir yokluk,maddî, manevî bir perişanlık içinde... Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz; Memleketin hakikî durumu bu işte!... Bunda bizim bir günahımız yoktur; uzun yıllar hatta asırlarca dünyanın gidişinden gafil, birtakım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket; düşe düşe şu acınacak hale düşmüş. Memurlarımız henüz istenilen seviyede ve kalitede değil; çoğu görgüsüz, kifayetsiz ve şaşkın... Büyük istidatlara mâlik olan zavallı halkımız ise, kendisine mukaddes âkideler şeklinde telkin edilen bir sürü batıl görüş ve inanışların tesiri altında uyuşmuş, kalmış...

    Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan, her şeyi başta bulunandan beklemek itiyadı... İşte bu zihniyetle; herkes büyük bir tevekkül ve rehavet içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden istiyor, benden bekliyor; fakat nihayet ben de bir insanım be birader, kutsî bir kuvvetim yoktur ki...

    Münasebet düştükçe daima tekrar ediyorum; bütün bu dertlerin, bütün bu ihtiyaçların giderilmesi, her şeyden evvel, pek başka şartlar altında yetişmiş; bilgili, geniş düşünceli, azim, feragat ve ihtisas sahibi adam meselesidir, sonra da zaman ve imkân meselesi...Bu itibarla evvelâ kafaları ve vicdanları köhne, geri, uyuşturucu fikir ve inançlardan temizleyeceksin; işlerinin ehli, idealist ve enerjik insanlardan mürekkep, muntazam, her parçası yerli yerinde, modern bir devlet makinesi kuracaksın; sonra bu makine halkın başında ve halkla beraber durmadan çalışacak, maddî ve manevî her türlü istidat ve kaynaklarımızı faaliyete getirecek, işletecek, böylece memleket ileriye, refaha doğru yol alacak... Başka çaremiz yoktur, ileri milletler seviyesine erişmek işini; bir yılda, beş yılda, hatta bir nesilde tamamlamak da imkânsızdır.

    Biz şimdi o yol üzerindeyiz; kafileyi hedefe doğru yürütmek için, beşer takatinin üstünde, gayret sarf ediyoruz; başka ne yapabiliriz ki?..."

    Gazi, sözlerinin burasında duracaktı, gözleri dolmuştu, elleri titriyordu. Hasan Rıza'ya,

    "-Kalk, bana bir kahve getirmelerini söyle de, gel..." diyecekti.

    Hasan Rıza anlamıştı Gazi'nin gözlerinden yaşlar boşandığını kendisinin görmesini istemediğini. O da, kahve söylemek bahanesiyle dışarı çıktığında oyalanacak, hemen dönmeyecekti odaya.

    1932 yılının 19 Şubat gecesi Faruk Nafiz Çamlıbel'in Tepebaşı Dram Tiyatrosu'nda Muhsin Ertuğrul'un sahneye koyduğu "Akın" piyesini izlediğinde, kıtlık karşısında hakanın umarsız kaldığı bölümde "Tanrı su vermezse hakan ne yapsın buna?" sözü geçtiğinde, Gazi'nin gözlerinin yaşarmasının nedeni de, iki yıl önce Hasan Rıza Soyak'a dert yanarken ağzından dökülen "bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden istiyor, benden bekliyor; fakat nihayet ben de bir insanım be birader, kutsî bir kuvvetim yoktur ki..." sözleriyle aynı olacaktı.

    Halkının çektiği acıyı böylesine duyumsamak!... Ulusunu birey birey böylesine sevmek!...

    Hele "Mehmetçik" söz konusu olursa... Güreş tutmuş erlerden birinin terini sildiği işlemeli mendilinin yavuklusundan geldiğini öğrendiğinde de elbette gözleri buğulanacak, göz pınarlarından yaşlar süzülecekti!...

    Konya'da Kız muallim Mektebi'nin öğrencilerinin sahnelediği oyunu izlerken, savaştan sakat dönen delikanlı nişan yüzüğünü iade etmesine karşılık, kızın yüzüğü kabul etmeyerek malûl askeri bağrına bastığı sahnede, kimselere belli etmemeğe çalışarak mendiliyle gözyaşlarını sildiğinde  o yaşlar vatan için şehit düşen, gazi olan Mehmetçik için dökülecekti.

    Dostlarının ölümü de ona hep acı verecek, arkalarından gözyaşı döktürecektir. Cumhuriyet'in eşsiz Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati öldüğünde, bu kere mendiliyle gözyaşlarını gizlemeye gerek de görmeyecek, Falih Rıfkı'nın deyişiyle, "âdeta hüngür hüngür" ağlayacaktır. Çocuklukları, gençlik yılları hep birlikte geçen, her cephede omuz omuza oldukları ve herkesin içinde bile Atatürk'e "Kemal" ya da "Sen" diyebilen, ölüm haberi üzerine gelen başsağlıkları üzerine Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği'nden yayınlanan resmî bildiride bile Atatürk'ün "aziz arkadaşı" diye nitelendiren Nuri Conker'in ölümü de onu derinden sarsacaktı. Trablusgarp'a giderken Urla'dan Salih Bozok'a yazdığı mektubunda Nuri Conker'den söz ederken kullandığı sözcükler, bu arkadaşına olan bağlılığının ve sevgisinin derinliğini gösteriyordu:

    "...Benim için hatırası kalp ve vicdanımdan bir an çıkmayacak bir öz kardeş varsa Nuri'dir."

    Conker'in ölümü üzerine de o sırada yurt dışında olan Afet İnan'a yazdığı 16 Ocak 1937 günlü mektubunda şu satırlar yer alacaktır:

    "...Hatay'ın üzüntüsüne, Conker'in ölümü acısı karıştı; bu acının açtığı yaranın derinliğini tahmin edemezsin."
    Atatürk, hıçkırıklarını güçlükle tutarak,

    "Hey koca dost, koca adam! Demek sonunda kadere sen de boyun eğdin! Demek kader seni de aramızdan alıp götürdü... Seni çok arayacağız elbet.. Tokalaşmanı, dertlerini, şikâyetlerini, soframızdaki yerini hep arayacağız... Ölüm de savaşın bir başka türlüsü! Beklenmedik bir anda, bir şarapnel parçası gibi en sevdiğini alıp götürüyor insanın... Böyle olduğu halde, hayat çok kısa olduğu halde niçin birbirimizi sevmeyiz yeterince? Niçin birbirimizin aleyhinde bulunur, birbirimizi yemeğe çalışırız? İşte nitekim bir can daha eksildi meclisimizden, bir nefes daha kesildi" diyecekti.

    Sevinç gözyaşlan da olurdu Gazi'nin. Örneğin 1928 yazında Boğaziçi'nde yaptığı bir yat gezintisinde kıyıdaki halkın teknede Gazi'nin bulunduğunu anlamaları üzerine yapılan sevinç gösterileri de onu duygulandıracak, gözyaşlarını mendiliyle usulca silmeye çalışacaktı.

    Dedim ya, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, duygusal bir "insan". Onun bu duygusallığı, "vatan", "bağımsızlık", "özgürlük" kavramlarını sözlüklerdeki anlamlarının çok ötesine taşıyarak "tutkulu" bir "aşk"a dönüştürmüş. Ama duygulu insan, yaşamının tüm anlarında da öyledir. Gazi'nin yaşamının böyle bir "an"ına tanık olalım şimdi de...

    Florya deniz köşkünün yeni yapıldığı günler. Hafız Yaşar, Salâhaddin Pınar o gecenin sanatçı konukları. Salâhaddin Pınar, "Gel gitme kadın" şarkısını okuyor. Şarkının "Karşında esirim, bana düşman gibi bakma!..." bölümüne geldiğinde Mustafa Kemal ağlamaya başlayacak. Burada sözü o gecenin bir başka tanığına, Sabiha Gökçen'e, bırakalım:

    "Ve Atatürk ağlıyordu... Mavi gözlerinden bir sıralı yaş o çetin yüzünü yalayarak aşağıya süzülüyor, göğsünü ıslatıyordu... Dudakları bir bıçak kadar incelmiş, dişleri kenetlenmişti..."

    Ertesi sabah Sabiha Gökçen, Atatürk'e dün gece neden ağladığını sormadan edemeyecektir. O ise, önce sigarasından derin nefesler çekecek, bir açıklamada bulunmadan yaveri Cevat Abbas'a otomobili hazırlatmasını söyleyecek. Yanına Cevat Abbas'ı ve Sabiha Gökçen'i alarak birlikte yola koyulacaklar. Doğayı seyredecek, kuş seslerini dinleyecek, başka konulardan konuştuktan sonra, birdenbire:

    "-Cevat, diyecek, Biz Anadolu'ya çıktığımızda hep bir ağızdan bir marş söylerdik, hatırlıyor musun?"

    "-Hatırlamaz olur muyum Paşam, Dağ Başını Duman almış..."

    Ve Atatürk, Sabiha Gökçen, Cevat Abbas, hep birlikte bu marşı söylemeye başlayacaklar. Ama en coşkulu söyleyeni Atatürk. Hele "Bu ağaçlar, güzel kuşlar..." derken... Marş bitince yine hüzünlenecek ve Sabiha Gökçen'e diyecek ki:

    "Gökçen, ben bu toprakları seviyorum, yurdumun topraklarını, dağlarını, taşlarını...Göğünü, havasını seviyorum... İnsanlarını seviyorum memleketimin... Köylüsünü, çiftçisini, ırgatını, işçisini, balıkçısını, çobanını, sanatçısını, askerlerini, gencini, ihtiyarını tüm insanlarını seviyorum memleketimin... Kadınlarını, erkeklerini. Bazı şarkılar bana bu insanlardan bir gün kopacağımı hatırlatıyor. Onlardan uzak düşeceğimi... Bir gün onlarla olamayacağımı... İşte o zaman, şarkının sözleri ne olursa olsun içime bir ateş düşüyor... Ve sonradan gözyaşı olarak akıp gidiyor... Unutma Mustafa Kemal'ler de insandır ve onlar da zaman zaman şu ya da bu nedenlerle ağlamak isterler..." 

 Prof.Dr.Çetin Yetkin


25 Ağustos 2016

Atatürk "Bizim toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların sebebi, kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurdur."

 

Bir toplum, cinslerden yalnız birinin yüzyılımızın gerektirdiklerini elde etmesiyle yetinirse, o toplum yarı yarıya zayıflamış olur. Bizim toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların sebebi, kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurdur.


Refik Durbaş - İklim


Düşünde yaşadıklarını
uyanınca da görebilseydin

Düş ile uykularını
birbirine ekleyebilseydin
Gece ile gündüzü
yalnızlık ile hüznü
ay ışığı ile rüzgârı
sevda ile karasevdayı
ekleyebilseydin birbirine

O zaman açılır mıydı
kapıları düş ile uykunun?

Keder ile kaderin
neşe ile sevincin
ruh ile bedenin
ırmak ile dağların
gurbet ile sılanın
aşk ile yalnızlığın
sevda ile karasevdanın
kilitsiz kapıları?

Ki ömür, görünmez bedeniyle
göğünde bir bulut olarak
kim bilir kaç yıldır, dolaşmakta?

Düşleri kayıp bir akarsu dehlizi
uykusu bir dağ kovuğu …

Ah! Düş gücünün esareti hayat
kim bilebilir yaşadıklarını?

Gecenin alfabesini kim okuyabilir
gündüzün denklemini kim?

Sen ki Musa’yı ve İsa’yı
ve Muhammed’i gördün
Beethoven’i, Mozart’ı,
Dede Efendi’yi dinledin
Yedi denizler aştın ve yedi dağlar
ruhunu yedi nehirler
aynasında seyrettin

Yazının münkirliğine,
ayın ve güneşin
icadına tanık oldun
baruta ve engizisyona
savaş ve barışa
aspirine ve yalnızlığa
sevda ve zelzeleye
sellere ve karasevdaya
şiire ve internete
aşina kıldın kendini

Ne kaldı öyleyse
alfabesi ezbere bilinen
o ruh ve bedenin
iskeletinden başka?

Öyleyse zaman
azat olsun mekândan
mekân zamandan münezzeh…

Başlasın mazinin sararan rengi
ve gelecek günlerin ahengiyle
sevdanın ve sevincin iklimi…
Zaman, işte o zamandır şimdi… 


Living stills

 



Murathan Mungan "İyi bir kitap yalnızca okuma hazzınızı beslemez, aynı zamanda sizde uyandırdığı duyguyu başkalarına aktarma arzusu verir size. Yaşamın döngüsü mirası devretmek üzerine kuruludur."

Şairin Romanı...Kendi boşluğunuzla yüzleşmeden varlığınızı dolduramazsınız. Şiir bizim kendimiz olmaya açılan kapımızdır. Ama bazen kendi kapımızı yüzümüze kapatırız. Kim olursanız olun, nasıl olursanız olun, ama kendinize girip çıktığınız bir kapınız olsun çocuklar. Az olun, ama hakiki olun! Bir gün kendi kapınızı çalacak yüzünüz olsun.


Bir yolcu, yolda her şeyi görmez..Yolu her şeyde görür. Her şey bir yoldur çünkü.

Bilmek hayatta kalmaktır..Unutmayın, ne kadar çok şey bilirseniz yaşama şansınız artar. Hem sonra öğrenmeyi bir sanat, bir yaşama biçimi haline getirmeniz gerekir, bunun sırrıysa, öğrenmenin aynı zamanda bir haz, bir zevk olduğunu anlamaktan geçer. Öğrenmenin hazzı olmadan insan tamamlanamaz. Bakın çevrenizdeki birçok insanın yarım kalması bu yüzdendir.

mutlu musunuz peki?
"huzurluyum. Mutluluk benim için hiçbir zaman önemli olmadı. Daha cok raslantı gibi yaşadım mutluluğu. Kısa anların hediyesi gibi. Yaşamın karşıma çıkardığı bazı anlar benim için mutluluk demekti, o kadar.

Kibrit Çöpleri...Yaranın çıplağına vurulmaz. Anlatmaya soyunanlar buna güvenir. Giyinik yaralarla yazanların, anlatanların hikayelerindeyse bizi inandırmayan bir şeyler vardır. Sonra yara kilitleri. Kimilerinin ilk yarası kendinin kilidi olur; bir daha açılmaz. Yarasının farkında bile olmadan yaşayanlarınsa anlatmaya, dinlemeye değer hiçbir hikayeleri yoktur, onların düzayak mutlulukları vardır; kolay sevinçleri.

Aşkın Cep Defteri...Bazı insanların yüzü buralı değildir. Görür görmez anlarsınız. Çekip gideceklerdir, hem de ilk fırsatta. Dolayısıyla onlara bakarken onları yaşanan anın boşluğuna çivilemek istercesine bütün gözlerinizle bakarsınız. İleride anımsamanızı kolaylaştıracağına inandığınız dipdiri bir dikkatle bakarsınız. Sonradan yaşadıklarınız ne olursa olsun, ilk bakışta gördükleriniz doğru çıkar. Çekip giderler gene de. Yazınızda yazılıdır bu.
Bakışlarınızda da.

Kader aradığı kişiyi insanın karşısına her seferinde kapı komşusu olarak çıkarmaz. Uzakları yakın etmek düşer size. Haritaları seviniz.
 
Üç Aynalı Kırk Oda...Varlıklarını özür diler gibi suçlu duygularla kıvranarak yaşayan, ancak sevilirlerse dünya tarafından bağışlanacaklarını düşünen, bütün o bedbaht kadınların, o dipsiz sevilme ve şefkat ihtiyacı sonuçta esaretleri oluyor.

Bazı şeyleri ötekilere/onlara anlatmak güçtür. anlamaya hazırdırlar. anlamak isterler. anlamaya çalışırlar. fakat asıl zor olanın, sizin için güç olanın, bu anlatma çabası olduğunu anlamazlar.

Hiçbir şeyi sahiden yaşayamıyorum. sevinemiyorum, sevemiyorum. bütün duyarlılıklarım sahte, düşünülmüş, tasarlanmış, bütün inceliklerimin etkisi ve sonuçları hesaplanmış. bütün duyarlı yanlarımın çürüdüğünü duyumsuyorum. sanki gövdemin bir parçası usul usul çürüyor. karşı çıktığım bir dünyanın parçası oluyorum. (...) acı çekmeyi kuruyorum, sevmeyi, aşık olmayı, dost, arkadaş olmayı kuruyorum. sonra kurduklarımı yaşıyorum, kurduklarıma insanları inandırmak istiyorum.inanmadıkları zaman deliriyorum, suçluyorum, suçlanıyorum.

Hiç önemsemiyormuş gibi gözüküp, deliler gibi önemsiyordum. bu da benim ikilemimdi.

Ne zaman içime biraz fazla baksam, yükseklik korkum depreşir.

Geçmiş bir ecza dolabı kadar temiz ve "steril".Geçmişteki hiçbir şeyin değiştirilemezliği,ölüme yakın bir keskinlik kazandırıyor yaşadıklarına.Geçmişe hiç dokunulamıyor.Hatıra,zalim kudretini dokunulmazlığından alıyor.Tek tek kişilerin hayatları masala benzese de,hayatın kendisi oyuna benziyor.

Çünkü sevmek, sessiz ve tek başına bir şeydir. Sevmek yalnızlıktır. O'nu eskisi kadar sevmeyeceğinden korkuyordu. O'nu uyandırmaktan korkuyordu.
Eskisi kadar sevemeyecekti, belki de hiç sevemeyecekti. Çünkü arada o orman, o karanlık, o geçitvermez, o yeşermekten kararmış orman olmayacaktı artık. Duman inceliğinde bir boşluk dolanıyordu yüreğini.

Hayatımda bir şeyler değişsin istiyorum. sürekli bir şeyler değişsin. sonra da çok korkuyorum. her şey değişecek diye korkuyorum.

 Bazı umutlar başka zamanlarındır

Murathan Mungan...iyi sanatın, iyi şiirin bir yardımı da buydu insana..sizi sahip olmadığınız zamanlara taşırdı; yalnız geçmişe değil geleceğe de.

Sanat değişimi biriktirir, zamana yayar. İyi bir kitap yalnızca okuma hazzınızı beslemez, aynı zamanda sizde uyandırdığı duyguyu başkalarına aktarma arzusu verir size. Yaşamın döngüsü mirası devretmek üzerine kuruludur.

Acı veriyorsa geçmiş, geçmemiş demektir.

Aşk,her mekana kendi rengini verir.Dünya değişti sanırız.

Aşk da bir nasip işidir.Herkese nasip olmaz.

sen şehre sırtını dönen uykusuz dağlı gemiler nerde (ki çoğu hüviyetidir melankolinin) nerde aykırı mavzerler (onlara sığdıramazsın ki öfkelerini) barut esmeri tenine sevdalarımı sürdüğüm nasıl taşıdın bunca yıl delirmiş saçlarında o eski şark yelini biliyorum dokunsam parmaklarım kırılır dokunmasam eşkıya uykusuzluğu çetin silahlar gibi.

En iyi çare budur. Ayrılık başlangıçta zor gelir onlara, üzülürler, dem çekerler ama bir süre sonra varlıkları acı bir özgürlük kazanır. Derin bir baş dönmesi yaşarlar...bırakın başları dönsün kendilerinden. İki kişilik yalnızlıkları tek kişilik yalnızlığza inene kadar yalnız kalsınlar.

Senelerce, senelerce evveldi;
Bir deniz ülkesinde... ve belki de
birbirine aktardığım defterlerin hepsinde
bu şiir vardı:
Senelerce, senelerce evveldi;
Biz seninle orada, o deniz ülkesinde tanıştık
uzak denizler, uzak yakınlıklar içinde
bir Kadırgada iki korsan
tarih, yarın, ütopya dolu sandıklar arasında
birbirimizi yaralarından tanıdık
dışı korsan, içi iç denizlerde yaşayan çocuklardık
konuşamadıklarımız bir bulut kalınlığında
duruyordu aramızda
oysa konuşsak yada dokunsak birbirimize
çekip gidecekti içimizdeki o korkunç noksanlık
batık gemilerin deniz diplerini saran
umutsuzluğu vurmuştu yüzümüze
birbirimizden ve aşkın keşfedilmemiş gizlerinden
ürküyorduk
bir definenin ikiye paylaştırılmış haritasında
bilmeden
birbirimize doğru ilerliyorduk.

Kadından Kentler...Sonradan çok düşündüm: Madem insanların gerçekleri değişiyordu, neden içinde yaşadıkları değil, yaşamayı seçtikleri geçmiş zaman parçası kendi gerçekleri olmasındı? Vazgeçmenin mutluluğu yok muydu? Bütün bu soruların derinleştiği, gerçeğe ve zamana açılan kapılar benim içimde de açıldığında, artık o yoktu. Bunları konuşabileceğim kimse yoktu. Bana kendi kendime konuştuğum geniş bir zaman kaldı.

Hayatın eski günlere benzediği zamanlar neşelendirirdi onu. Bir koşu komşuya seğirtircesine eski zamanlara gidip gelir; gözleri o günlerin buğulu ışığıyla parlar, konuşurken sesi incelirdi. Belki de hayat herkes için gençlik demekti.

Onun gün günden dalgınlaşan gözleriyle, kendisinin gün günden farklılaşan gözleri arasında günlerin değişen ışığı can yakıyordu. Annesiyle kendisini yalnızca ana-kız değil, aynı hikâyede benzer kaderi paylaşan iki kadın olarak düşünmeye başlamıştı. Bir yerlerde kendilerine ait bir dünyayı kaybetmiş iki kadındılar sanki; anne-kız olmalarıysa sadece tesadüftü.

Bu anın hüzün verici, dramatik bir an olduğunu biliyor, ama kendi fazla bir şey hissedemiyordu. Herkesin içinde kırılan yerin sahibinden götürdüğü şeyler farklıydı.

Bazı anlar kendiliğinden uzar. Öyle oluyor. An uzuyor. İçinde bulunduğu an, bütün hayatına yayılırcasına uzuyor.

Bazı Yazlar Uzaktan Geçer...Bir anıyı görmeye gittiğinizde neye dokunsanız canınız acır.



Yeter ki sonu iyi bitsin - W. Shakespeare

Baban gibi ol davranışlarında ve tavırlarında 
Soyun, meziyetlerin yol göstersin sana Gönlündeki ülken için, 
Ve dürüstlüğün ortak olsun ilk evlatlık hakkına.

Herkesi sev, azına güven, haksızlık etme hiç kimseye.
Kaba güçle değil, zekanla çık düşmanının karşısına
Kendininmiş gibi savun dostunun hayatını.

Benim için herşey bitti artık.
Bertram'la birlikte hayatım da gitti.

Bu tıpkı göklerdeki parlak bir yıldızı sevip
Onunla evlenmeyi düşünmek gibi.
Oysa o kadar yukarılarda ki o.
Onun dünyasına giremediğime göre,
Yetinmeliyim uzaklardan gelen parlak ışığıyla.
Kendi kendinin işkancecisi oldu sevgimin istekleri:
Bir aslanla çiftleşmek isteyen dişi geyik,
Sevgisi uğruna ölmek zorundadır.
Her an, her saat onu görmek güzeldi, ama işkenceydi
Ne güzeldi onun kemerli kaşlarını,
Şahin gözlerini, dalgalı saçlarını gönlümün tuvaline çizmek.
Ne kadar başarılıydı yüreğim,
Kaydederken yüzündeki her çizgiyi, her anlamı.
Ama şimdi gittiğine göre,
Benin tapınan hayalim kutsamalıdır ondan yadigar kalanı.

Çoğu kez kendimizdedir derdimizin devası,
Oysa göklerde ararız hep yerde bulacaklarımızı.
Göklerdeki yazgımız bir fırsat verir her zaman,
Ama biz akılsızsak geri çeker planlarımızı.
Aşkımı bu kadar yükseklere çeken hangi güçtür?
Onu hayalimde canlandırırım her an.
Ne yazık, hoş görülmez onu görmem kanıyla canıyla!
Doğa herşeyi birbirinden farklı yaptığı halde,
Sanki bizler eşit yaratılmışız gibi,
Birleştiriyor sarmaş dolaş ediyor bizleri.
Mutsuzlukların bedelini ince eleyip sık dokumak için.
Alışılmadık şeyler yapmak imkansız olurdu.
Ve heralde yaparlardı yapılması gerekeni.
Değerini göstermek için çabalayıp da,
Sevdiğini kaçıran kimse var mı acaba?

Unvanı yok diye sevmezlik etme!
En umulmadık yerden erdem yeşerirse,
Onu yapan çıktığı yeri de yüceltir.
Erdem yoksa eğer, unvanlarla şişindiğimiz yerde
Sabun köpüğüdür onur dediğimiz şey de.
İyi olan için unvana gerek yoktur;
Nitelik unvanla gelmez, ama kötülük gelebilir.

Soyluluk hemen he an mezar taşına yazılan,
Bizleri tutsak eden akıl çelen bir sözcüktür sadece,
Aldatıcı ölü bir ganimettir.

Karanlık bir yuva, sevilmeyen bir eş yanında,
Savaş hiç de zor bir iş değil.

Yabancılar ve düşmanlar ayırmayı sever,
Öpmeyi değil.

Yitirdiği onuru kazanamaz asla kılıcı.

Güllerimiz bir kez topladınız mı,
Bize batsın diye dikenlerimiz kalacak yalnızca
Ve kayıtsızca alay edeceksiniz çorak çıplaklığımızla.

Bazen yüzlerce yemin gerçeği var edemez,
Ama bazen de tek bir yemin gerçeğin kendisidir.

Birbirine benzermiş erkeklerin yemini.

Bazen kaybettiklerimizle ne kadar büyük bir rahata kavuşabiliyoruz!

Yeter ki sonu iyi bitsin;
Her şey kralın huzurunda sonuçlanacak.
Nasıl biterse bitsin,inceldiği yerden kopsun,
Şan şöhret getirecek bu son.

Önemsiz bir fiyat biçeriz sahip olduğumuz ciddi şeylere,
Onları tamamen kaybetmeden anlamayız değerlerini.
Gönül kırmak daha çok kendimize haksızlıktır,
Önce sevdiklerimizi yok eder,
Sonra da ağlatır bizi küllerinin ardından.
Sonra sevgimizin aklı başına gelir geç de olsa,
Feryat eder görünce neler olduğunu;
Utanç verici nefret, aşkımız uyurken bastırır bizi,
Sevdiğimizi yok ederek doyurur kendisini.


Dalai Lama "Bir yılda hiçbir şeyin yapılamayacağı iki gün vardır. Birine dün deriz, diğeri de yarındır. Bu yüzden bugün sevmek, inanmak ve özellikle de yaşamak için doğru gündür.”




24 Ağustos 2016

Haydar Ergülen - İzmir Radyosu Konuşması

çocukluk yağsa, mavilik yağsa, kardeşlik yağsa
kimin yağdığı belli olmasa karışsak birbirimize
sırılsıklam olsak birbirimizden hangimiz yağmur
hangimiz çocuk, hangimiz mavi, hangimiz şair
belli olmasa da bir şiir çıksa hepimizden
şimdi ne iyi gelir ne iyi gelir ne iyi gelir!
 
1.
Dün radyodan bir yağmur söylediler,
İstanbul Radyosundan değil, Ankara sen çıkma aradan,
hep kal Ankara kal sisli kal, fakat bu yağmur
İzmir Radyosundan. Geçenlerde bulut olmuştum,
şimdi yağmur olma sıram gelmiş, olurum
dedim, madem bulutluğumu bilmişler, bana
gökyüzü kadar bir yer göstermişler, hem
oldum, hem de usul usul yağmur olsam
yeridir, dedim, oldum, uslandım.
Şiire faydam yok, bari ağaçlara… olurum, olur
hem bende yazılı, sözlü, yaşlı gözlü,
gözü yolda, gönlü bulutta yağmur da çoktur,
eski gözyaşları bile bulunur:
Hepimizin çekmecesi var, gözyaşı çekmecesi,
acı çekmecesi, simli, keder çekmecesi, işli,
çocukluk çekmecesi, gözlüklü, çocukluğumdan mı
desem ilkgençliğimden mi? Galiba en çok
iki şeyden biriktirdim: Biri sessizlik, diğeri ses
ya da şöyle,  biri iç yağmur, öteki yağmur
gençliğin sonuna doğru ikisini de harvurdum
savurdum, kendi sustuklarım da
içinde her söze kandım ve her yağmuru
üstüme alındım, bana yağıyor benim için
yağıyor sandım.
Söz uğruna şiir, şemsiye uğruna çok yağmur
yitirmişliğim vardır, bunu, bir daha aklımdan hiç
çıkmayacak kadar unuttum. Söz yağmurunda da
ıslandım güz yağmurunda da. Böylece
bazı günlerim gibi bazı sözlerim de üşüdü,
ıslandı ve kalbe soğukluk verdi.
Yağmurdan roman çıkmaz, ustasının eline
düşerse her yağmurun bir hikâyesi olur.
Yağmur dediğin şiire ve filme yağar.
Yağmurdan çok şiir çıkar, şiirden yağan
yağmursa unutulmaz. Yağmur ile şiir:
Sanki ikisi de aynı göğün mavisidir,
gönlü mavi bir anneden olma iki kardeş,
ve bence biri de mutlaka, hangisi olur mu,
elbette şiir kızkardeş.
Yağmur, siyah-beyaz filmlere yağıyorsa
renklidir. Yağmur mu film mi orasını
artık körkütük izleyen bilir.
Ortasında değil ama bir filmin
başında ve sonunda yağmur gereklidir,
(az kaldı söyleyip susmayı unutuyordum:
yağmur şiirde boşluk olarak durur)
yağmurlu filmlerde ne söz gerekir ne müzik
yağmurun yağdığı bazen ses olur bazen sessizlik
yağmurun ruha değdiğinde çıkardığı ses
yağmurun sözcüklerini ararken kaybolduğu şiir
“velhasıl her şey yerli yerinde” dediği gibi şairin
yağmur yerli yerinde yağar eski filmde…
2.
Şimdi çocukluğun çatısı kalktı ya üstümüzden
yağmurun da eski tadı yok bu yüzden
yağmur yağmıyor ki artık sudur yağan
kırmızı kiremitlerin serinlemeyişi bundan
artık çorbası hazır çocuklar hastalansa n’olur
okula gitmemek için eskisi gibi yalancıktan
yağmur kiremitlere düşer, camlara vurur
sesi içimize yağar, kalbimize düşer
belki de suyun gezgin halidir yağmur
dünyagörmüş, deryageçmiş, denizgezmiştir
yağmur biraz da eski arkadaşların yağmasıdır
eski şehirler, eski anılar, eski sevgililer yağar
her zaman altında durana ya da ondan kaçana değil
onu dinleyene, duyana da yağar, ona bakakalana da.
Çocuklar büyüdü, yağmurlar değişti, eski
geveze yağmurların yerine ki onlar yağmaz da
mırıldanırdı sanki, ince geveze derlerdi sanırım,
ikindinin gevezeliği gibi sessiz, kekeme ve
bir buluşma olarak kendisini bekleyenlerle
mırıl mırıl hişt hişt usul usul içli içli
yine yağsa yağmur konuşur gibi bizimle
derdalır gibi bizden, yaraörter gibi içimizden
söziyileştirir gibi, hatta sessizliği de onarır gibi
gibi olsa yağmur her şey yağmur gibi yağsa
çocukluk yağsa, mavilik yağsa, kardeşlik yağsa
kimin yağdığı belli olmasa karışsak birbirimize
sırılsıklam olsak birbirimizden hangimiz yağmur
hangimiz çocuk, hangimiz mavi, hangimiz şair
belli olmasa da bir şiir çıksa hepimizden
şimdi ne iyi gelir ne iyi gelir ne iyi gelir!



F. Dostoyevski "Seni düşünmeyen, anlamak istemeyen, anlamamazlıktan gelen insanlara yön değil, yol vermelisin."





Ahmed Hâşim - Akşam


Susar meşâcir-i pür-şâm içinde bülbül-i âb,
Sular semâ-yı hayâlâtı eyler istîâb;
Döner bu sâhil-i nîlîye gölgeden kuşlar
Ağızlarında güneşten birer kızıl dürr-i nâb.


Susar akşamın koruluğunda su bülbülü,
Sular hayallerin göğünü içine alır;
Döner bu mavi kıyıya gölgeden kuşlar,
Ağızlarında güneşten birer kızıl saf inci.


 

23 Ağustos 2016

Şükran Kurdakul - Sevgi Ormanı


Bu sevgi ormanında
Ağaçlar gözlerimin içine güldüler
Soluğumda yeşiller çiçeklendi.

Bunca yıl özümsediğim güzel şeyler
Kirlenmiş suları arıttı denizlerimde
Garipliğimin gökyüzüne yeni maviler geldi.

Ve acıdan çatlayan damarlarıma inat
Yeni soluk yatakları yarattı yüreğimde
Sevecenliğin yarattığı hayat.


Herman Hesse - İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez

 Kendi kanımızdan kan katmadığımız, sevgiyle donatmadığımız, uğrunda özverileri, ortak acıları üstlenmediğimiz, savaşımlara katlanmadığımız hiçbir ilişkinin, hiçbir dostluğun, hiçbir duygunun bize sadakat göstermediğini ve güvenilir nitelik taşımadığını her birimiz kendi günlük hayatımızda öteden beri yaşar, biliriz. Birine gönlünü kaptırmanın ne kadar kolay, gerçekten sevmenin ise ne kadar zor olduğunu bilmeyen ve yaşamayan yoktur. Bütün gerçek değerler gibi sevgi de satın alınamaz. Satın alınabilen hazlar vardır, satın alınabilen sevgiyse hayır...Sevgi Üzerine
 
* * *

O sevdi, sonunda kendi kendini buldu. Ne var ki, insanların büyük çoğunluğu kendi kendilerini kaybetmek için sever.
Sevilmek mutluluk değildir.
Her insan kendini sever; ama mutluluk bir başkasını sevmektir...  
 
 
 
 



Audrey Hepburn "Gerçek arkadaşlar seçebildiğiniz ailenizdir."

Gerçek arkadaşlar seçebildiğiniz ailenizdir.
 
Hayatta tutunabileceğiniz en iyi şey birbirinizsiniz. 
 
Bir tarafım belki hep çocuk kaldı. Ama bir yandan da, erkenden olgunlaştım. Çünkü genç yaşta acı ve korkuyla tanıştım.


Stefano D'Anna - Düşleme Sanatı

İnanmak ve görmek birdir ve aynı şeydir fakat zaman tarafından bölünmüştür, tıpkı düş ve gerçeklik gibi. Zaman içinde inandığınız her şeyi göreceksiniz ve güçlü bir şekilde düşlediğiniz ve inancınızı koruduğunuz her şeyi fark edeceksiniz. İnandığınız ve peşinden gittiğiniz düşünüz, geleceğinizdir ve düşlemek geleceği hatırlama sanatıdır.

 
 "Tanrılar Okulu" 
 

21 Ağustos 2016

Carl Rogers "Psikolojik olarak sağlıklı veya kendini tam olarak onaya koyan insanın özellikleri."

1- tüm yaşantılara açıklık,
2- her anı dolu dolu yaşama eğilimi,
3- kişinin başkalarının düşünceleri veya mantığı yerine kendi içgüdüleriyle davranabilmesi yeteneği,
4- düşünce ve davranışta özgürlük duygusu,
5- yüksek düzeyde yaratıcılık.


Konfüçyüs " İnsanları geçimsiz yapan sevgisizliktir. Birbirine düşman eden iletişimsizliktir. Güzellikten yana ne varsa yok eden ilgisizliktir. "




Virginia Woolf - Dışa yolculuk

 
Dışa Yolculuk, Virginia Woolf’un 1910-1915 yılları arasında yazdığı ilk romanı. Yazarın daha sonraki yapıtlarına ışık tuttuğu gibi o yapıtlarda öne çıkan pek çok özelliğin ve temanın da öncüsüdür: yaratıcı bir üslubun, kadın bilinçlenmesine odaklanışın, cinsellik ve ölüm temalarının.

Londra’nın dış mahallelerinden birinde halalarının yanında kapalı bir yaşam süren genç ve masum Rachel Vinrace, babasının gemisiyle ve küçük bir grupla birlikte Güney Amerika’ya yolculuk eder. Siyaset dünyasına da toplum yaşamına da uzak olan genç kız, gemide tanıştığı yazar Terence Hewet’le nişanlanır; bu ilginç yolculuk Rachel için aynı zamanda bir içsel yolculuk da olacak, girdiği entelektüel ortamda özgürlüğü tanıyacaktır. Edward dönemindeki yaşam tarzını eleştiren ve satire eden Woolf’un sonraki romanı Mrs. Dalloway’in Clarissa Dalloway’i de ilk kez burada ortaya çıkar. Woolf’un başka hiçbir romanında olmadığı ölçüde gençliğin, hayatın heyecanını yansıtan, kadın bakış açısını güçlü bir şekilde öne çıkaran Dışa Yolculuk, İngiliz toplumunun yapısını, inançlarını ve önyargılarını, ayrıca kadın-erkek ilişkilerini, dini ve ölümü de irdeler. Otobiyografik öğeler de taşıyan roman Woolf’un iç dünyasının, aşklarının, tutkularının, inançlarının ve özyaşamının izlerini görmek mümkündür. Dışa Yolculuk belli bir zamanda yer alsa da insanlar arasındaki ilişkileri ele alışı evrenseldir.
 

Audrey Hepburn "Biz kimseye ait değiliz, kimse bize ait değil. Birbirimize bile ait değiliz. "

Pembeye inanıyorum. Gülmenin en iyi kalori yakan şey olduğuna inanıyorum. Öpüşmeye, çok öpüşmeye inanıyorum. Her şey ters gider gibi görünürken güçlü olmaya inanıyorum. Mutlu kadınların en güzel kadınlar olduklarına inanıyorum. Yarının başka bir gün olduğuna inanıyorum ve mucizelere inanıyorum.

Sofie'nin Dünyası - Jostein Gaarder

 "Sofi'nin Dünyası" yayınlandığı 1991 yılından bu yana aralarında Korece, Rusça, Japonca, Arapça gibi diller de olmak üzere kırka yakın dile çevrilmiş ve yayınlandığı her ülkede en çok satan kitap olma başarısını elde etmiştir...

"Benzer insanların", yüzeysel bilgilerin geçerli olduğu çağımızda, "3000 yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günübirlik yaşayan insandır" diyen Goethe'nin günübirlik insanlarından olmama yolunda ciddi bir adım.

15. yaşgününü kutlamaya hazırlanan Sofi, bir gün posta kutusunda "Kimsin" yazılı bir not bulur. Bu sorudan hareketle, bütün bir felsefe tarihinde sorulmuş soruları ve cevapları, sürükleyici bir roman kurgusu içinde anlatan Jostein Gaarder, Umberto Eco'nun "Gülün Adı"nda Ortaçağ teolojisini romanlaştırma gücünü bu kitabında felsefede gösteriyor.

Gaarder (1952) özellikle gençliğe yönelik kitaplarıyla tanınan Norveçli bir felsefe öğretmeni.
 
 * * *

Sofie’nin Dünyası

Norveçli yazar Jostein Gaarder’in 1991 yılında okuruyla buluşan ölümsüz eseri Sofie’nin Dünyası, felsefi konulara getirdiği yeni soluk ve yaratıcı bakış açısıyla, yayımlandığı günden bugüne ders vermeye devam ediyor. Norveç’teki başarısından sonra 1995 yılından itibaren tüm dünyayı kasıp kavuran eser, sizi felsefe tarihinin en çekici haliyle tanışmaya davet ediyor. İngilizceden Rusçaya, Arapçadan Japoncaya ve Türk dillerine kadar çeşitli dillere çevrilen ve tüm ülkelerde “Çok Satanlar” listelerinin zirvesine oturan Sofie’nin Dünyası, 30 milyondan fazla kopya ile tüm Norveç edebiyatı eserlerinden daha fazla okunma özelliğine sahip.

Felsefi Kuramlar ve Ekoller ile Güçlü Kurgu Bir Arada

Sofie’nin Dünyası; 3 bin yıllık felsefe geçmişini, öyküsel düzleme çekerek didaktik ve bir o kadar da akıcı bir anlatımla ele alıyor. Gaarder’in bu kitapta yakaladığı başarı, yazarın Oslo Üniversitesi’nde felsefe eğitimi alması ve daha da önemlisi bu alanda öğretmenlik yapıyor olmasından ileri geliyor.

Gaarder; Sofie’nin Dünyası’nda felsefenin temellerini, gelişimini ve yüzyıllar içinde geldiği konumu Sophie adlı bir genç kız ve onun hocası Alberto Knox’ın diyalogları şeklinde işliyor. Eserini okullarda verilen felsefe eğitiminin gerekli düzeyde olmadığından hareketle kaleme alan yazar, felsefe hakkında çok daha fazlasının peşinde olanlar için eşsiz bir kaynak olma özelliği taşıyor.  Bu kitabı okurken, siz de Sofie’nin her yaştan insanı kucaklayan bilgi dolu dünyasını keşfetmenin tadına varacaksınız.

En Sevilen Kitaplara Hemen Şimdi Sahip Olun!

Felsefe öğretileri, günümüzde felsefe tarihinden ayrı düşünülemez. Bu durum, felsefenin özellikle de erken yaşlarda öğrenimini zorlaştıran bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Felsefe öğretmenliği sırasında bunu bizzat deneyimleyen Jostein Gaarder, felsefeyi eğlenceli hale getirerek anlatmak için çözüm yolunu, Sofie’nin Dünyası’nı kaleme almakta buluyor.

Asırlardır süregelen felsefe öğretilerinin özümsenmesini sağlayan Sofie’nin Dünyası, okurları için hem eğlenceli hem de verimli bir ders olma niteliği taşıyor. Felsefe derslerinin ana materyallerinden biri haline gelen Sofie’nin Dünyası’nı siz hala okumadınız mı? Öyleyse bu kitabı hemen siz de sipariş verin, Sofie ile birlikte felsefenin derinliklerine doğru keyifli bir yolculuğa çıkmaya hazırlanın! 

* * *

Jostein Gaarder tarafından kaleme alınan Sofie'nin Dünyası kitabı, 1991 yılında yayımlanmasıyla birlikte kırktan fazla dile çevrilmiş ve yayımlandığı her ülkede çok satan kitaplar listesine girmiştir. Sofie'nin Dünyası kitabının konusu, Sofie'nin '' kimsin? '' yazılı bir not bulması üzerine tüm felsefe tarihinde sorulmuş soru ve cevaplarıdır. Bu soru ve cevaplar sürükleyici kurgusal bir roman içerisinde okura aktarılmaktadır. Sofie'nin Dünyası kitabını okuyarak felsefi düşüncenin ne olduğunu ve insanlar için neden gerekli olduğunu anlayabilirsiniz.

 🌼🌼🌼

En duygusuz kararların ardında taş kalpli hesaplar yatabilir çoğu zaman.

Çünkü yalnızca erkek değildi kadını ezen. Kadın kendi hayatından sorumlu olmaktan vazgeçerek kendi kendini de eziyordu.

Her şeye rağmen içimizde bir ses, yaşamın büyük bir sır olduğunu fısıldar. Bu bizim bir zamanlar, daha düşünmeyi öğrenmeden önce yaşadığımız bir duygudur.

Çocuklar okulda önce arzularına gem vurmayı öğrenmelidir; bunun ardından cesaret geliştirilmeli ve son olarak da akıl bilgelik edinmelidir.

Her zaman en korkulan kişiler soru soran kişilerdir. Sorulara cevap vermek o kadar sakıncalı değildir. Tek bir soru bin cevaptan daha güçlü olabilir.

İyi bir filozof olmak için gereksindiğimiz tek şey hayret etme yeteneğimizdir.

Kendi çıkarlarına zarar vermek pahasına bile olsa kötülük etmemeye karar verdiğinde, özgür bir şekilde davranıyorsun.

Senden önce yaşamış insanlardan gelenek yoluyla ‘dalga dalga’ sana ulaşan düşünceler ve kendi yaşadığın çağdaki yaşam koşulları, senin düşünce biçimini etkiler. Bu yüzden herhangi bir düşüncenin sonsuza dek ve daima doğru kalacağı söylenemez.

Aristoteles, üç tür mutlu hayattan bahseder: İlk tür mutlu hayat, arzu ve isteklerin gerçekleştiği hayattır. İkincisi, özgür ve sorumlu bir vatandaş olarak varolunan hayattır. Üçüncü tür mutlu hayat ise araştırmacı ve filozof olarak geçirilen hayattır. Aristoteles, insanın mutluluğu için bu üç koşulun da bir arada varolması gerektiğini ısrarla belirtir, tek yönlülüğü reddeder. İnsanlarla ilişkilerimizde de 'altın orta'yı tutturmaktan söz eder Aristoteles; ne korkak, ne çılgınca atılgan olmak iyidir; insan sadece cesur olmalı! Cesaretin azı korkaklık, çoğu çılgınlıktır. Ne cimri, ne savurgan olmak iyidir; insan sadece cömert olmalı! Aşırı cömertlik savurganlık, az cömertlik cimriliktir.

İnsan bir şeyi anlamadığını anlamışsa bir kez, artık her şeyi anlamanın eşiğine gelmiş demektir. 

Olanaksızı hayal etmenin özel bir ismi var. Biz ona "ümit" deriz.

Şimdiyi hiç yaşamayan, hiç yaşamaz. Sen Ne yapıyorsun?

İnsan beyni onu anlayabileceğimiz kadar basit olsaydı, o zamanda biz onu anlayamayacak kadar aptal olurduk.

Cinselliği çok fazla düşündüğünü kendine itiraf etmek istemeyen biri, başkalarının cinsellik takıntısını kınamakta çoğu kez acele eder.

Derinlerimizde bir yerde bir şey bize hayatın büyük bir sır olduğunu söyler. Bu, düşünmeyi öğrenmeden çok önce yaşadığımız bir duygudur.

Estetik aşamada yaşayan biri kolayca kaygı ve boşluk duygularına kapılıverir. Ama bu duyguları yaşıyorsa, o zaman umut da var demektir. Kierkegaard için kaygı neredeyse olumlu bir şeydir. Kişinin bir 'varoluşsal durumda' bulunduğunu gösterir. Bu kişi daha yüksek aşamayı sıçrama yapıp yapmayacağına kendi karar verebilecektir. Bu ya gerçekleşir ya gerçekleşmez. İnsan gerçekten sıçramadıysa, neredeyse sıçramış olmak bir işe yaramaz. Ya olur ya da olmaz.Senin yerine başka biride yapamaz bu sıçramayı. Kendin karar vermeli, kendin sıçramalısın.

TIK

Gitanjali - İlahiler - Rabindranath Tagore

Yoğun siyasi hayatı boyunca beş kez başbakanlık yapmış olan Bülent Ecevit, aynı zamanda şair, yazar ve çevirmendi. Hint ve Doğu felsefesiyle ilgilenen, Sanskrit ve Bengal dilleriyle ilgili çalışmalar yapan Ecevit’in yolu, yapıtlarında yoksulların dertlerini paylaşan ve evrensel insani değerleri savunan Tagore’la kesişecekti elbette. Gitanjali 1941’de, şairin bir diğer yapıtı Avare Kuşlar ise 1943’te onun çevirisiyle Türkçede yayımlandı. Gitanjali ’yi bizzat İngilizceye çeviren Tagore, şiirini yine kendi sözcükleriyle dünyaya duyurmuştu. Yaratıcısına bu sayede Nobel Ödülü getiren eseri şair Ecevit’in Türkçesinden 70 yılı aşkın bir zaman sonra yeniden sunuyoruz
 
 Rabindranath Tagore (1861-1941): Hintli şair, yazar, besteci, ressam ve mistik Tagore, Hindistan’ın önde gelen yaratıcı sanatçılarından biri olmuştur. Kalküta’da Ulu Bilge (Maharişi) Debendranath Tagore’un oğlu olarak dünyaya geldi. Yapıtlarını Bengal dilinde yazmıştır. Hint kültürünün Batı’ya, Batı edebiyatının da ülkesine tanıtılmasında önemli rol oynamış ve 1913’te Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülmüştür. 1880’lerde bir dizi şiir kitabının ardından, 1890’larda en tanınmış şiirlerinden bazılarını içeren Manasi’yi yayımladı. Bu kitapta, od gibi Bengal dilinde daha önce denenmemiş türlerdeki yapıtlarıyla, toplumsal ve siyasal konulardaki ilk şiirleri yer alıyordu. “Sıradan insanlar ve onların küçük acıları’nı anlattığı öykülerini Galpaguççha’da (1912) topladı. Üretken bir yazardı. Gijantali’yi karısını ve iki çocuğunu kaybettiği zor bir dönemde, 1902-1907 yılları arasında yazmıştı.
 
🌼🌼🌼
 
- Bana, sevinçlerimi ve üzüntülerimi kolayca kaldırabilecek kuvveti ver.
    - Tanrım, sen benim memleketimi, işte bu hürriyet cennetinde uyandır.
    - Ölüm kapını çaldığı gün ona ne ikram edeceksin? Misafirimin önüne hayatımın dolu kabını koyacağım, onu hiçbir zaman elleri boş çeviremem.
    - karanlıkta bekleyeceğim; ve sen ne zaman istersen, Tanrım, sessizce gel ve otur burada.
    - Ve şimdi ben, ölümsüzlüğe gitmek için ölmeye hasretim.
    - Bir kimse seni bildi mi, artık yabancılık yoktur, artık hiçbir kapı kapalı değildir.
    - Ne şen şarkılar söyledik, ne de oynadık ;ne bir kelime konuştuk ne de gülümsedik; yolda hiç yavaşlamadık. Zaman ilerledikçe adımlarımızı sıklaştırdık.
    - İşte senin taliin böyledir kalbim! Senin için ölüm çok daha hayırlıydı.
    - Ey sen, hayatımın son tezahürü olan ölüm, benim ölümüm, gel ve bana fısılda... Birbiri üstüne her gün seni bekledim ;ben senin için hayatın neş'e ve ızdıraplarını taşıdım.
    - Kırık bir ümitle onu odamın her köşesinde arıyorum. Bulamıyorum
    - Senin sözlerin, benim kuş yuvalarımın her bi­rinden şarkı kanatları takacak ve senin nağmelerin benim bütün koruluklarımda çiçek halinde açacak.
    - Biliyorum ki bu dünyayı bir daha hiç görmeyeceğim gün gelecek ve hayat, gözlerime son perdesini çekerek sessizlik içinde ayrılacak. Fakat hala yıldızlar geceleri bakışacaklar, sabah, eskisi gibi doğacak ve saatler, neş'e ve ıztırap saçarak deniz dalgaları gibi kabaracak.
   - Sana her şeyimsin diyebilecek kadar bırak bir zerre bende ben kalsın.
    - ne bir kelime konuştuk ne de gülümsedik


Romain Gary - Onca Yoksulluk Varken

 1975'te Fransa'nın en prestijli edebiyat ödüllerinden Goncourt Ödülü'ne layık görülen 'Onca Yoksulluk Varken', bir hayat kadınının oğlu olan Arap bir çocuğun, fahişe çocuklarına bakan Yahudi Madam Rosa'yla birlikte geçen hayatını anlatır. Ve aynı ödülü 1956'da 'Cennetin Kökleri' kitabıyla kazanmış olan Romain Gary'nin, daha sonra açıkladığı üzere, 'Yalnızca kendim olmaktan bıkmıştım,' gerekçesiyle 'Emile Ajar' müstear adıyla yayınlamış.
 
 
 🌼🌼🌼
 
Bence, en iyi uyuyanlar dürüst olmayanlardır. Çünkü hiç bir şeyi takmazlar, oysa dürüst insanlar gözlerini kırpamazlar, her şeyi dert edinirler. Yoksa dürüst olmazlardı.
 
Bilgisizliğim üç ya da dört yaşımda son buldu, bazen özlemini çektiğim oluyor.
 
uzun zaman Arap olduğumu bilmedim, çünkü kimse beni aşağılamıyordu. 
 
Ben size şunu derim, dünyalı değil bu namussuz, dört yaşına basmıştı ve hala hoşnuttu.
 
Doktor Katz orada nedensiz bulunduğumu, dünyada onca yoksulluk varken bir iskemle işgal ettiğimi görürdü, ama her zaman çok sevimli bir şekilde gülümser, bana kızmazdı.
 
henüz bir duyarlılığım varken korkunç bir şok geçirmemi istemiyordu. Çocuklarda ilk kollanacak şey duyarlılıktır, derdi.
 
insanlar yaşama her şeyden daha çok önem verirler. Dünyadaki bütün öbür güzel şeyleri düşündüğümüzde, bu bayağı garip bile gelebilir.

Madam Rosa, karabasanlar düşlerin yaşlanmasıdır, derdi hep.

Bana hep garip gelen, gözyaşların doğmadan önce programlanmış olmasıdır. Bu demek ki ağlanacağınız önceden saptanmış. Bunu hiç düşündünüz mü? Kendine saygısı olan hiçbir yaratıcı yapmaz bunu.

Sanıyorum yaşamaya çok gençken girişmek gerekir, çünkü sonradan bütün değerinizi yitiriyorsunuz, kimse de size bağışta bulunacak değildir.

Mutluluk bir süprüntü, acımasızın tekidir, ona asıl yaşamasını öğretmek gerekir.
 
Yasalar, başkaların karşı korunacak bir şeyleri olan kişileri korumak için yapılmıştır.

Bana sorarsanız, eğer silahlı herifler varsa, çocukluklarında fark edilmedikleri içindir, hiç kimsenin gözüne çarpmamışlardır bir türlü.
 
Yaşlılar en sonunda hep bozuluyorlarsa bu onların suçu değildir, ben doğa yasalarını hiç tutmam.

Madam Lola kadar iyi ana olabilecek hiçbir Senegalli herif tanımıyorum. Doğanın bu işe engel olması gerçekten yazıktı. Bir haksızlığa kurban gitmişti, böylece bir sürü çocuğun mutluluğu engellenmişti.

Don Miguel Ruiz - Dört Anlaşma

Sunuş ... Toltek Bilgeliği, yalnızca efsanelerde ve hikâyelerde varolan ölü birgelenek değil, bugün hâlâ bir kısım Meksika Kızılderilileri tarafındanuygulanan canlı bir öğretidir.Toltek bir din değildir. Bir felsefe değildir. Bir ideoloji değildir. Tolteklerbir yaşam sanatının uygulayıcısıdır.Özellikle Carlos Castaneda’nın “Don Juan’ın Öğretileri” ile başlayan kitapdizisi Toltek öğretisinin dünyada tanınmasını sağlamıştır.Bir Toltek kendisini Doğa’nın ve Evren’in bir parçası olarak görür ve doğalyasalara uyumlu bir yaşam sürmeyi amaçlar.“Bilgi İnsanı” anlamına gelen Toltekler, 16. Yüzyıldan önce kendilerineWirrarika diyordu.Toltek İspanyolcasında “o” zamiri için tek sözcük vardır. Toltekler “o”derken kadın-erkek gibi cinsiyet ayrımı yapmadığı gibi cansız-canlı ayrımı dayapmaz. (İngilizcede he, she, it gibi ayrımlar vardır.) Çünkü Tolteklere göreher şey cinsiyetsiz ve canlıdır.Yine de Güneş ve gücünün,Rüzgâr ve beklenmedik davranışlarının erkek,Dünya ve sevgiyi öğretme derslerinin Su ve hayat verme yeteneğinin dişiolduğu bilinir.Resmi tarih Tolteklerin dokuzuncu ve on ikinci yüzyıllar arasındayaşadığını söylese de, Tolteklerin kökeni tarihin karanlıklarına kadar uzanır.Toltekler, Tula şehrinin dağılmasından sonra on ikinci yüzyılda birçokkollara ayrılmıştır. Bunlardan en bilinenleri Wirrarika, Aztek ve Mayadır.Toltek dünyasının en bilinen figürü Tüylü Yılanla sembolize edilen“Quetzalcoatl”dır. Bu sembol Tula piramitlerinde yer aldığı gibi Atlantissembolü olarak da bilinir.  
 
Bugün Maya -Toltek bilgilerindeki derin astronomi bilgilerinin isabetliliği günümüz bilim insanlarını hala şaşkınlığa düşürmektedir . Toltek bilgileri çok boyutlu insan-evren ilişkilerini de içeriyor . - Bilimin ve spiritüel yaşamın birbirinden ayrılmadığı Toltek bilgileri . Maya uygarlığının en üst boyutlara ulaşmasını sağlamıştır . Toltek spiritüelliğinin en önemli özelliklerinden biri pragmatist olmasıdır . Bir Wirrarika ile onu Hıristiyan yapmaya çalışan bir misyoner arasında geçen şu konuşma ilginçtir : Wirrarika: Biz Kızılderililerin birçok tanrıya inandığımız için aptal olduğumuzu düşünüyorsun , öylemi ? Oysa biz , siz beyazlar gibi inançlara sahip değiliz . Bizim yolumu zinanca değil , görmeye dayanır . Siz ise bir kişinin peşinden sürü gibi gidiyorsunuz . İsa'nın ne yaptığını , ne yapmadığını nereden biliyorsun ? On u tanıdınmı ? Misyoner: Hayır , kişisel olarak değil . Wirrarika: Peki , onu tanıyan birini tanıyormusun ? Misyoner: Tabiiki hayır . O , iki bin yıl önce yaşadı . Wirrarika: İki bin yıl öncemi ? Şakamı yapıyorsun ? Onun gerçekten yaşayıp yaşamadığını nereden biliyorsun ? Belkide İsa sadece bir efsanedir . Misyoner: Tabii ki yaşadı . Onun sözleri İncil'de var . Wirrarika: Oh , ama ben okumayı bile bilmiyorum . Bizim al olduğumuzu söylüyorsun öylemi ? Dünyaya ve güneşe inandığımız için aptalız öylemi ? Sen sana söylenenlere inanıyorsun . Bana dünya hakkında kimsenin bir şey söylemesine gerek yok . Onu her gün görüyorum ! O her gün meyvelerini , mısırını , fasulyesini , suyunu bana armağan olarak sunuyor . Ona dokunabiliyor , üzerinde yürüyor ve yaşıyorum . Her gün Güneşin ısısını hissediyor , ışığını , bilgisini , vizyonunu , öğretilerini alıyorum . Güneşe inanmam gerekmiyor . Başımı kaldırıp ona bakmam yetiyor . Senin İsa'n ne üretti ? Bildiğim kadarıyla hiçbir şey . Oysa dünya her an üretiyor ! Bizi besliyor ! Onun sayesinde yaşıyoruz . Aptal olan kim ? Söyle bana . Bu ilginç konuşmada da görüldüğü gibi Toltekler görmeye , öğrenmeye , uygulamaya önem veriyor , tapınma onlar için bir anlam ifade etmiyor . Onlara göre dinlemeyi bilirsek , bize suyun , havanın , toprağın ve rüzgarın , geyiğin , ağacın , taşın öğreteceği çok şey var . Bugün modern insan , "doğaya tapınma " kültürlerine ilkel bir din formu olarak bakıyor . Oysa bu . Batı kültürünün kendini beğenmiş tavırlarından biridir . Batı kültürü , insanı her şeyin merkezine koyuyor . Doğayı kendisinden aşağı , kaynaklarını sömüreceği , açgözlülüğünü doyuracağı bir nesne olarak görüyor . Daha.. . daha.. . daha fazla kazanmak için doymak bilmeyen hırsıyla çevresine zarar verdiğini , bu zararın kendisi için bir intihar olduğunu bilmiyor . Oysa bu "ilkeller " kendilerini doğanın bir parçası olarak görüyor . Dünyaya , güneşe , hayvana , ağaca her şeye canlı bir varlık olarak saygı duyuyor . Doğayı yok etmenin kendisini yok etmek anlamına geldiğini biliyor . "İlkellerin " doğaya gösterdiği saygıyı . Batı kültürü "tapınma " diyerek aşağılıyor ; kendi "paraya tapınma " kültürlerinin ve yaşamı tek boyutlu algılamanın gerçek "ilkellik " olduğunun farkında bile olmadan . Bir Toltek'in dediği gibi ; "Biz ağaca baktığımızda onu dinler ve ondan çok şey öğreniriz . Siz beyazlar , ağaçtan ne kadar kereste ve kar elde edebileceğinizi hesaplarsınız. " Dört Anlaşma kitabının yazan don Miguel Ruiz , Meksika'da doğdu ve büyüdü . İyileştirici (curandcra ) bir anne ve şaman (nagual ) bir büyük baba tarafından ailenin geleneğine uygun olarak , iyileştirici ve öğretici olması için eğitildi . Aile yüzyıllardır ezoterik Toltek Bilgisini nesilden nesle aktararak yaşamasını sağlayan bir soydan geliyordu . Ama Ruiz' e modern yaşam daha çekici geldi . Gelenekleri bir yana bırakıp , tıp fakültesine gitmeyi seçti ve cerrah oldu . Miguel Ruiz'i n yaşamını bir "ölümle karşılaşma " deneyimi değiştirdi . 1970 yılının başında bir gece yarısı , arkadaşlarıyl a arabada giderken direksiyonun başında uyuya kaldı . Gözlerini açtığında arabanın beton bir duvara gömülmüş olduğunu gördü . İki arkadaşını arabadan çekip çıkarırken Ruiz yukarıdan kendisini seyrediyordu . Bu deneyim , onun için bir dönüm noktası oldu . Yoğun bir kendini-arayış dönemine girdi . Kendisini Toltek Yolunu araştırmaya adadı . Annesinden ve Meksika çölünde yaşayan büyük bir şamandan eğitim aldı . Büyük babası ölmüştü ama ona rüyalarında eğitim vermeye devam ediyordu . Toltek geleneğinde nagual kişinin kendi bireysel özgürlüğüne ulaşmasında rehberlik eden bir öğreticidir . Don Miguel Ruiz , Eagle Knight soyundan gelen bir nagualdır. Yaşamını Toltek bilgisini öğretmeye ve paylaşmaya adamıştır. 
 
Ateş Çemberi'ne; 
Daha önce yaşamış olanlara . 
Şu anda yaşayanlara , 
Gelecekte yaşayacak olanlara..
 
Sonsuzluğun ötesi içinizdedir 
 
Gözler kapalı yaşamak kolaydır . Görebildiğiniz tek şey yanlış yorumlardır.-John Lennon 
 
  
Dünyada Cennet
 
Sizden yaşamınız boyunca öğrendiğiniz her şeyi unutmanızı istiyorum. Bu, yeni bir anlayışın, yeni bir rüyanın başlangıcıdır. Yaşadığınız rüya kendi yaratıcılığınızın eseridir. Kendi ger­çeklik algılamanızdır. Bu realiteyi istediğiniz an değiştirebilirsi­niz. Cehennemi yaratma gücünüz de var, cenneti yaratma gücü­nüz de. Zihninizi, hayal gücünüzü, duygularınızı cennet rüyası yarat­mak için kullanabilirsiniz. Sadece hayal gücünüzü kullanarak olağanüstü şeyler yaratabilirsiniz. Farklı gözlerle dünyaya baktığınızı düşleyin. Gözlerinizi açtığınızda dünyayı farklı algılayacağınızı bilin. Şimdi gözlerinizi kapayın. Bir süre sonra gözlerinizi açın ve etrafınıza bakın. Ağaçlardan, gökyüzünden, ışıktan sevgi fışkırdığını görecek­siniz. Etrafınızda olan her şeyde sevgiyi algılayacaksınız. Ken­diniz ve diğer insanlar da dahil her şeyden sevgiyi direkt olarak algılayacaksınız. Üzgün ya da kızgın insanlarda bile bu duygu­nun arkasında sevginin olduğunu göreceksiniz.Yeni bir yaşam sürdüğünüzü, yeni bir rüya gördüğünüzü düşleyin. Bu yaşamda varoluşunuza mazeret bulmaya çalışmaya­caksınız ve kendiniz olmakta özgür olacaksınız. Mutlu ve haz dolu olduğunuzu düşleyin. Kendinizle ve diğer insanlarla uyumlu bir yaşam sürdüğünüzü düşleyin. Kendi rüyalarınızı ifade etmekten korkmadığınız bir yaşam düşleyin. Başkaları tarafından yargılanmaktan korkmadığınız, istediği­niz zaman "evet", istediğiniz zaman "hayır" diyebildiğiniz biryaşam düşleyin. Kimsenin fikrinden sorumlu olmadığınız, kimseyi kontrol et­me ihtiyacı duymadığınız, kimsenin sizi kontrol etmesine izin vermediğiniz bir yaşam düşleyin. Kimseyi yargılamadığınız, herkesi kolaylıkla affettiğiniz bir yaşam düşleyin. Haklı olma ihtiyacı duymadığınız, kimseyi haksız kılma ihti­yacı duymadığınız bir yaşam düşleyin. Kendinize ve başkalarına saygı duyduğunuz ve başkaların­dan saygı gördüğünüz bir yaşam düşleyin. Sevme korkusu ve sevilmeme korkusu olmadan yaşadığınızı düşleyin. Reddedilme korkusu ve kabul görme ihtiyacı duymadığınız, özgürce "seni seviyorum" diyebildiğiniz bir yaşam düşleyin. Risk almaktan korkmadığınız ve yaşamı keşfetmenin hazzı­nı duyduğunuz bir yaşam düşleyin. Yaşamaktan da ölmekten de korkmadığınız bir dünyayı dü­şünün. Bunları düşlemenizi istiyorum. Çünkü bu düşledikleriniz tü­müyle mümkün. Bu cennet boyutu sadece sevme yeteneğiyle mümkündür. Aşık olduğunuzda her şey size güzel gelir. Bulutlarda gezer­siniz. Her yerde sevgiyi görürsünüz. Bu boyutta sürekli yaşamak mümkün. Bu boyutta yaşayan insanlar var. Dünya çok güzel ve çok harika bir yer. Sevgiyi bir yaşam biçimi yaptığınızda yaşam çok kolaylaşır. Dünyada cennetin va­rolduğunun gerçekliğini bilirsiniz. Her an sevecen olabilirsiniz. Bu bir seçimdir. Sevmek için bir neden bulmanız gerekmiyor. Sevmenin çok güzel bir nedeni de var. Çünkü sevmek sizi mutlu kılar. İfade edilen sevgi sadece mutluluk üretir. Sevgi size dinginlik ve iç barış verir. Algılamanızı genişletir. Her şeyi sevginin gözleriyle görebilirsiniz. Sevginin her yerde olduğunun farkında olabilirsiniz. Sevgiyle yaşadığınızda zihninizdeki sis yok olur. Mitote yok olur gider. İnsanların binlerce yıldır aradığı şey bu. Binlerce yıldır mutluluğu arıyoruz. Mutluluk bir kayıp cennet. İnsanların bu noktaya gelişi zihnin evriminin bir parçasıdır. Cennet, insanlığın geleceğidir. Böyle bir yaşam mümkün ve bu kendi elinizde. Sevgi bilinciyle sürülen yaşama, Musa, Vaat Edilen Toprak; Buda, Nirvana; İsa, Cennet dedi. Toltekler de Yeni Rüya diyor. İçinizdeki parazit siz değilsiniz. Parazitten kurtulun ve sevgiyi deneyimlemek için boşluk ya­ratın. Yargıca ve Kurbana bağımlı olduğunuz sürece acı çekersiniz. Acı çekmek size güvenli gelebilir, çünkü çok iyi bildiğiniz bir şeydir. Ama acı çekmek gerekli değildir. Acı çekiyorsanız, acı çekmeyi seçtiğiniz içindir. Yaşamınızda acı çekmek için birçok neden, birçok mazeret bulabilirsiniz ama asla iyi bir neden, gerçek bir neden bulamaz­sınız.  Aynı şey mutluluk için de geçerlidir. Mutlu olmanızın tek nedeni mutlu olmayı seçmenizdir. Acı da, mutluluk da bir seçimdir. Cehennemde yaşamak da, cennette yaşamak da bir seçimdir. Ben cennette yaşamayı seçiyorum. Sizin seçiminiz ne?
 
 Sonsuzluğun ötesi içinizdedir 
 
Dualar

 Lütfen şimdi gözlerinizi kapatın ve yüreğinizi açın. Yüreğinizden gelen tüm sevgiyi hissedin. Sözlerime zihninizle ve yüreğinizle katılmanızı istiyorum. Sevginin güçlü bağlantısını hissetmenizi istiyorum. Birlikte, yaratıcı ile bir olmayı deneyimlemek için çok özel bir dua edeceğiz. Dikkatinizi akciğerlerinize odaklayın. Sadece akciğerleriniz var. Ciğerlerinizin iyice genişlediğini hissedin. İnsan bedeninin en büyük ihtiyacı olan havayı içinize çekin. Derin bir nefes alın ve ciğerlerinizin havayla dolduğunu his­sedin. Havanın sevgi olduğunu hissedin. Hava ile ciğerleriniz arasındaki sevgi bağını hissedin. Ciğerlerinizi sonuna kadar doldurun. Ve nefesinizi vermenin hazzını hissedin. Bedenin herhangi bir ihtiyacını karşıladığınızda bu bize haz verir. Nefes almak bize haz verir. Sadece nefes almak bile mut­lu olmamız için yeterlidir. Yaşamanın, canlı olmanın hazzını hissedin. Sevgiyi hissetmenin hazzını duyun.
 
Özgürlük Duası
 
 Evrenin yaratıcısı. Bugün bizimle sevgiyi paylaşmanı istiyoruz. Gerçek adının Sevgi olduğunu biliyoruz. Seninle iletişim içinde olmak aynı vibrasyonu, aynı titreşimi paylaşmak demek. Çünkü evrende varolan tek şey sensin. Bugün, bize senin gibi olmamız için, yaşamı sevmemiz için, yaşam olmak, sevgi olmak için yardım et. Bize senin gibi sevmemiz için yardım et. Koşulsuz, beklentisiz, görevsiz, yargısız. Kendimizi yargılamadan sevmemiz ve kabul etmemiz için bize yardım et. Çünkü kendimizi yargıladığımızda suçlu buluyoruz ve cezalandırıyoruz. Başkalarını koşulsuz sevmemiz için bize yardım et. Onları yargılamadan kabul etmemiz için bize yardım et. Çünkü onları yargıladığımızda suçlu buluyoruz ve cezalandırı­yoruz. Başkalarını reddettiğimizde kendimizi reddediyoruz, kendimizi reddettiğimizde Seni reddediyoruz. Yarattığın her şeyi koşulsuz sevmemiz için bize yardımcı ol. Bugün yüreğimizi ve duygusal zehrimizi temizle. Zihnimizi yargılardan özgürleştir. Böylece saf huzur ve saf sevgiyle yaşayabilelim. Bugün çok özel bir gün. Bugün yüreklerimizi yeniden açıyo­ruz ve birbirimize "Seni seviyorum" diyoruz -korkmadan ve sevgiyi hissederek. Bugün kendimizi sana sunuyoruz. Bize gel, sesimizi, gözlerimizi, ellerimizi ve yüreklerimi kul­lan. Kullan ki sevgiyi herkesle paylaşabilelim. Yaratıcı. Bugün tıpkı Senin gibi olmamız için bize yardım et. Bugün bize verilen her şey için şükranlarımızı sunuyoruz 
-özellikle kendimiz olabilme özgürlüğümüz için.
Amin.
 
Sevgi Duası
 
 Birlikte güzel bir rüyayı paylaşacağız. Her zaman görmek is­teyeceğiniz bir rüyayı. Bu rüyada ılık, güzel bir yaz günündesiniz. Kuşların, rüzga­rın ve minik ırmağın sesini işitiyorsunuz. Irmağın kıyısına gidi­yorsunuz. Kıyıda yaşlı bir adam meditasyon yapıyor. Yaşlı ada­mın başının üzerinden rengarenk bir ışık yayıldığını görüyorsu­nuz. Onu rahatsız etmemeye çalışıyorsunuz. Ama o, varlığınızı hissediyor ve gözlerini açıyor. Gözleri sevgi ve kocaman tebes­süm dolu. Ona bu rengarenk ışığı nasıl yaydığını soruyorsunuz. Size de bunu yapabilmeyi öğretmesini istiyorsunuz. O da, uzun yıllar önce aynı soruyu kendi öğretmenine sorduğunu söylüyor. Yaşlı adam size hikayesini anlatmaya başlıyor:"Öğretmenim göğsünü açtı, kalbini dışarı çıkardı ve yüreğin­den güzel bir alev aldı. Sonra benim göğsümü açtı, yüreğimi dı­şarı çıkardı ve küçük alevi içine yerleştirdi. Yüreğimi yeniden göğsümün içine koydu. Yüreğim içine girer girmez yoğun bir sevgi hissettim. Çünkü yüreğime koyduğu alev, kendi sevgisiy­di. Bu alev yüreğimde büyüdü, büyüdü kocaman bir ateş oldu. Bu ateş yakmıyordu ama dokunduğu her şeyi arındırıyordu. Ateş bedenimin her hücresine dokundu. Ve hücrelerim bana Sevgiyi geri verdi. Bedenimle bir oldum ama Sevgim daha da büyüdü. Bu kez ateş tüm duygularıma dokundu ve tüm duygularım güçlü ve yoğun Sevgiye dönüştü. Ve kendimi bütünüyle ve koşulsuz sevdim. Ama ateş yanmaya devam ediyordu. Sevgi­mi paylaşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sevgimi ağaçlara dağıtma­ya başladım. Bir parça Sevgi koyduğum her ağaç bana Sevgiyi geri verdi. Ağaçlarla bir oldum. Ama Sevgim yine durmadı, da­ha da büyüdü. Bir parça Sevgimi, her çiçeğe, çimene, toprağa verdim. Onlar da bana Sevgilerini geri verdi. Ve bir olduk. Sev­gim daha da büyüdü, büyüdü, büyüdü ve dünyadaki her hayvana Sevgimi verdim. Hayvanlar bana Sevgiyi geri verdiler ve Bir oldum. Ama Sevgim büyümeye devam ediyordu. Sevgimi her kristale, her taşa, metale, suya, okyanusa, nehir­lere, yağmura, karaya, havaya, rüzgara verdim. Her şey bana sevgiyi geri verdi. Ve onlarla Bir oldum. Sevgim büyümeye devam etti. Başımı gökyüzüne çevirdim, Sevgimi güneşe, yıldızlara, aya verdim. Onlar da bana Sevgiyi geri verdi. Güneşle, ayla, yıldız­larla Bir oldum. Sonra Sevgimi parça parça her insanın içine koydum. Ve tüm insanlıkla Bir oldum. Nereye gidersem gideyim, kiminle tanışırsam tanışayım, her bir insanın gözlerinde kendimi gördüm. Çünkü ben her şeyin parçasıyım. Çünkü ben seviyorum." Ve yaşlı adam göğsünü açarak yüreğini çıkarır, yüreğindeki bir alevi sizin yüreğinize koyar. Artık siz de her şeyle Birsiniz: rüzgarla, suyla, yıldızlarla, doğayla, hayvanlarla, insanlarla. Yüreğinizden yayılan sıcaklığı ve ışığı hissediyorsunuz. Ba­şınızın üzerinden rengarenk bir ışık yayılıyor. Sevginin ışığını yayıyorsunuz ve şöyle diyorsunuz: "Evrenin yaratıcısı. Bana yaşam denilen armağanı verdiğin için teşekkür ediyorum. Gerçekten ihtiyacım olan her şeyi bana verdiğin için teşekkür ederim. Bu güzel bedeni ve zihni dene­yimleme imkanı verdiğin için teşekkür ederim. Tüm sevginle, saf ve sınırsız ruhunla, sıcak ve parlak ışığınla içimde yaşadığın için teşekkür ederim. Gittiğim her yerde sevgini paylaşmak için, sözlerimi, gözlerimi, yüreğimi kullandığın için teşekkür ederim. Seni olduğun gibi seviyorum çünkü ben senin yarattığınım. Kendimi olduğum gibi seviyorum. Yüreğimdeki sevgiyi ve hu­zuru hep korumama yardım et. Bu sevgiyle yeni bir yaşam ya­ratmaya ve hayatımın geri kalan döneminde sevgiyle yaşamama yardım et.
Amin