28 Şubat 2015

Yaşar Kemal " Ben de bu zilli kurtlardan biriydim "


  
Yaşar Kemal'in Türkiye'deki yazarlarla devlet arasındaki ilişkiyi anlattığı bir metafor. Bir konuşmasında Anadolu'da kuzular için köylere inen kurtlarla ilgili hikayeyi anlatan Kemal "Köylüler kurdun peşine düşer, onu canlı yakalar ve boynuna bir zil takıp salar. Zilli kurt, hiçbir canlıya yaklaşamaz. Bozkırlar, dağlar boyunca koşar durur ve bir gün açlıktan ölür. İşte Türkiye'de pek çok yazar, kavgasının bedelini zilli kurt olarak ödemiştir. Ben de bu zilli kurtlardan biriydim" demişti. 

27 Şubat 2015

Nazım Hikmet - Nerden Gelip Nereye Gidiyoruz?

Başlangıç
Doğrultup belimizi kalktığımızdan beri iki ayak üstüne,
kolumuzu uzunlaştırdığımızdan beri bir lobut boyu
                                                                ve taşı yonttuğumuzdan beri
            yıkan da, yaratan da biziz,
yıkan da yaratan da biziz bu güzelim, bu yaşanası dünyada.


Arkamızda kalan yollarda ayak izlerimiz kanlı,
arkamızda kalan yollarda ulu uyumları aklımızın, ellerimizin, yüreğimizin,
toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve pılastikte.

Kanlı ayak izlerimiz mi önümüzdeki yollarda duran?
Bir cehennem çıkmazında mı sona erecek önümüzdeki yollar?

1
Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler,
günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların,
çocukların avuçlarında yeşerecekler.

Çocuklar ölebilir yarın,
hem de ne sıtmadan, ne kuşpalazından,
düşerek de değil kuyulara filân;
çocuklar ölebilir yarın,
çocuklar sakallı askerler gibi ölebilir yarın,
çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında
arkalarında bir avuç kül bile değil,
arkalarında gölgelerinden başka bir şey bırakmadan.
Negatif resimcikler boşluğun karanlığında.
Kırematoryum, kırematoryum, kırematoryum.
Bir deniz görüyorum
                     ölü balıklarla örtülü bir deniz.
Negatif resimcikler boşluğun karanlığında,
yaşanmamış günlerimiz
                           çocukların avuçlarıyla birlikte yok olan.
2
Bir şehir vardı.
Yeller eser yerinde.
Beş şehir vardı.
Yeller eser yerinde.
Yüz şehir vardı.
Yeller eser yerinde.
Yok olan şehirlere şiirler yazılmayacak,
şair kalmayacak ki.

Pencerende bir sokak bulvarlı.
Odan sıcak.
Ak yastıkta üzüm karası saçlar.
Adamlar paltolu, ağaçlar karlı.
Penceren kalmayacak,
ne bulvarlı sokak,
ne ak yastıkta üzüm karası saçlar,
ne paltolu adamlar, ne karlı ağaçlar.
Ölülere ağlanmayacak,
ölülere ağlayacak gözler kalmayacak ki.
Eller kalmayacak.
Negatif resimcikler dalların altındaki
                    yok olmuş olan dalların altındaki.
Yok olmuş olan dalların üstünden
                                        o bulutlardır geçen.
Güneye götürmeyin beni,
ölmek istemiyorum...
Ölmek istemiyorum,
Kuzeye götürmeyin beni...
Batıya götürmeyin beni,
ölmek istemiyorum...
Ölmek istemiyorum,
Doğuya götürmeyin beni...
Bırakmayın beni burda,
götürün bir yerlere.
Ölmek istemiyorum,
ölmek istemiyorum.
O bulutlardır geçen
                 yok olmuş olan dalların üstünden.
3
Tahta, beton, teneke, toprak, saman damlarımızla iki milyardan artığız,
kadın, erkek, çoluk çocuk.
Ekmek hepimize yetmiyor,
kitap da yetmiyor,
                    ama keder
                              dilediğin kadar,
                     yorgunluk da göz alabildiğine.
Hürriyet hepimize yetmiyor.
Hürriyet hepimize yetebilir
ve sevda kederi,
                       hastalık kederi,
                                              ayrılık kederi,
                                                       kocalmak kederinden
          gayrısı aşmayabilir eşiğimizi.
Kitap hepimize yetebilir.
Ormanlarınki kadar uzun olabilir ömrümüz.
Yeter ki bırakmayalım, yaşanmamış günlerimiz yok olmasın çocukların
          avuçlarıyla birlikte,
boşluğun karanlığına çıkmasın negatif resimcikler,
yeter ki ekmek ve hürriyet yolunda dövüşebilmek için yaşayabilelim.

Çağırı
Tanrı ellerimizdir,
Tanrı yüreğimiz, aklımız,
her yerde var olan Tanrı,
            toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve pılastikte
ve bestecisi sayılarda ve satırlarda ulu uyumların.


İnsanlar sizi çağırıyorum :
kitaplar, ağaçlar ve balıklar için,
buğday tanesi, pirinç tanesi ve güneşli sokaklar için,
üzüm karası, saman sarısı saçlar ve çocuklar için.

Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler,
günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların,
çocukların avuçlarında yeşerecekler.
22.11.962 
 

İşte geldik gidiyoruz
hoşça kal kardeşim deniz

biraz çakılından aldık
biraz da masmavi tuzundan
sonsuzluğundan da biraz
ışığından da birazcık
birazcık da kederinden
bir şeyler anlattın bize
denizliğin kaderinden
biraz daha umutluyuz
biraz daha adam olduk
işte geldik gidiyoruz
hoşça kal kardeşim deniz
                                                27 Eylül, Pitsunda, 1958
 
hoş geldin bebek
yaşama sırası sende

senin yolunu gözlüyor kuşpalazı boğmaca kara çiçek sıtma
            ince hastalık yürek enfarktı kanser filan
işsizlik açlık filan
tiren kazası otobüs kazası uçak kazası iş kazası yer depremi sel baskını
            kuraklık falan
karasevda ayyaşlık filan
polis copu hapisane kapısı falan
senin yolunu gözlüyor atom bombası falan
hoş geldin bebek
yaşama sırası sende
senin yolunu gözlüyor sosyalizm komünizm filan.
                                                                        10 Eylül 1961, Laypzig
 

 Denizin üstünde ala bulut
yüzünde gümüş gemi
içinde sarı balık
dibinde mavi yosun
kıyıda bir çıplak adam
durmuş düşünür.

Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa,
balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.

                                                                            15 Eylül 1958
                                                                            Arhipo Osipovka

 

 Seni düşünmek güzel şey
                                  ümitli şey
dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey.

Fakat artık ümit yetmiyor bana,
ben artık şarkı dinlemek değil
                              şarkı söylemek istiyorum...

 
 Sevgilim,
başlar önde, gözler alabildiğine açık,
yanan şehirlerin kızıltısı,
                            çiğnenen ekinler
                            ve bitmez tükenmez ayak sesleri :
                                                                                  gidiliyor.
Ve insanlar katlediliyor :
                                      ağaçlardan ve danalardan
                                                                            daha rahat
                                                                            daha kolay
                                                                            daha çok.

Sevgilim,
bu ayak sesleri, bu katliâmda
hürriyetimi, ekmeğimi ve seni kaybettiğim oldu,
fakat açlığın, karanlığın ve çığlıkların içinden
güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan
gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman...
                                                                                    (İstanbul Hapisanesi)
 

 Hasretini, yokluğunu, sensizliği
bir ateş yanığı gibi öyle acıyla duydum ki yüreğimin etinde,
gitgide çoğalarak
           gitgide derinden işleyerek
                      öyle dayanılmaz oldu ki bu
                            seni boğabilirdim senden kurtulmak için
                            çünkü seni o kadar seviyorum.
                                                                                                    25-2-43
 

 
 Baba!
her yılbaşında
    sana söyleyecek
                        bir tek
                              sözüm var :
"Seni ne kadar çok seversem
                               o kadar
        çok olsun ömründen geçen yıllar..."

Baba!
        Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım!
Ne zulüm, ne ölüm, ne korku
                            başımı eğemez!
Yalnız senin elini öpmek için
                                      eğilir başım.

Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım...
                                                                        1/1/1932
 

 Seviyorum seni ekmegi tuza banıp yer gibi
geceleyin ateşler içinde uyanarak
              ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,

ağır posta paketini,  neyin nesi belirsiz,
              telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,
seviyorum seni denizi uçakla ilk defa geçer gibi.
İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık
              içimde kımıldanan bir şeyler gibi,
seviyorum seni "Yaşıyoruz çok şükür!' der gibi.
                                                                                    27 Ağustos 1960
 

 Seni düşünürüm
anamın kokusu gelir burnuma
                     dünya güzeli anamın.

Binmişin atlıkarıncasına içimdeki bayramın
fır dönersin eteklerinle saçların uçuşur
bir yitirip bir bulurum al al olmuş yüzünü.

Sebebi ne
              seni bir bıçak yarası gibi hatırlamamın
sen böyle uzakken senin sesini duyup
                            yerimden fırlamamın sebebi ne?

Diz çöküp bakarım ellerine
ellerine dokunmak isterim
dokunamam
arkasındasın camın.

Ben bir şaşkın seyircisiyim gülüm
alacakaranlığımda oynadığım dramın.

                                                                                7 Ağustos 1959
 

 Gülüm, iki gözümün bebeği
ölmekten korkmuyorum,
ölmek arıma gidiyor,
onuruma yediremiyorum ölmeği.
                                                                                15 Ağustos 1959
 

 Aya gidilecek
            daha da ötelere,
teleskopların bile görmediği yere.
Ama bizim dünyada ne zaman kimse aç
                                                            kalmayacak,
            korkmayacak kimse kimseden,
            emretmeyecek kimse kimseye,
            yermeyecek kimse kimseyi,
umudunu çalmayacak kimse kimsenin?


İşte ben komünistim bu soruya karşılık
                                                             verdiğim için.
                                                                            26 Ağustos 1959
 


 Merih'e giden kosmos gemisinde turistler
yeryüzüyce yazılmış şiirler okuyacak.
Her sözü beste beste, renk renk, kat kat açarak
        en sırlı çekirdeğe ulaşabilecekler.
                                                                                    Aralık 1959
 

 Ak bir karanfil gibi çatlayıp da çekirdek
atom bahçelerine yürüyünce aydınlık,
yalnız meraklıları değil, bütün insanlık
        şiirin aynasında kendini seyredecek.
                                                                                    Aralık 1959
 

 Kırdılar tazecik yeşil dallarımızı
Kırdılar kitap tutan ellerimizi
Kanına girdiler çocuklarımızın.
                                                                                    1960, Nisan
 
 Laypzig'de bir yağmur yağıyor incecikten,
yağıyoruz vitrinler, ağaçlar, insanlar,
                            bir de otomobillerin hızı,
                            bir de geçmiş zamanlar,
                            bir de saman sarısı,
                            bir de ben
                yağıyoruz yağan yağmurla beraber incecikten.
                                                                                    18 Eylül 1960


 İnsanların türküleri kendilerinden güzel,
                                kendilerinden umutlu,
                                kendilerinden kederli,
                daha uzun ömürlü kendilerinden.
Sevdim insanlardan çok türkülerini.
İnsansız yaşayabildim
                 türküsüz hiçbir zaman.
Hiçbir zaman beni aldatmadı türküler de.

Türküleri anladım hangi dilde söylenirse söylensin.

Bu dünyada yiyip içtiklerimin,
                              gezip tozduklarımın,
                              görüp işittiklerimin,
                              dokunduklarımın, anladıklarımın
                                      hiçbiri, hiçbiri,
                beni bahtiyar etmedi türküler kadar...
                                                                                    20 Eylül 1960


 günde kaç milyon insan ölür yeryüzünde
                                      doğar kaç milyon
kaçı yaşadım diyebilirdi
        kaçı yaşadım diyebilecek
kaçı günde üç öğün yemek yiyebilirdi
                        kaçı yiyebilecek
                                                                                    13 Ağustos 1961, gece
 
 
Yaşım altmış
on dokuzumdan beri bir düş görürüm
yağmur çamur yaz kış
uykuda uyanık
takılmış düşümün peşine yürürüm.
Neleri alıp götürmedi benden ayrılık;
kilometrelerle umut, tonlarla keder,
taradığım saçlar, sıktığım eller.
Bir düşümle ayrılmadık.

Avrupa'yı, Asya'yı, Afrika'yı düşümle dolaştım
bir Amerikanlar vize vermediler
denizlerden dağlardan çöllerden çok adamları sevdim
                                                             adamlara şaştım.
Mapusanelerde ışığıydı hürriyetimin
ekmeğimin katığıydı sürgünde
her biten akşamdaydı, her başlayan günde :
ulu kurtuluş düşü memleketimin.
                                                                                                            1962
 

 Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim

kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
dünyayı çocuklara verelim
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler 


 21 Mayıs 962, Moskova 

Yılmaz Odabaşı " Boşuna çırpınma gökyüzü: Yurdum kadar ağlayamazsın. "

 Kimse bilmez be canım bir yara bir ömrü nasıl kanatır.

 Notaları kurşunlanmış bir şarkıdır yalnızlık.

 Kısa bir öyküdür hayat; uğrunu upuzun acılar çektiğimiz.

 Başkasının nüshası olacağınıza, kendinizin aslı olun.


 Yıllar da, acılar da geçmek içindir.

 Hayat, düşlerimizin gerisindeki kırıntılardır.

 Boşuna çırpınma gökyüzü: Yurdum kadar ağlayamazsın...

 Öyle bir serüven ki hayat: Karanlıkta Polyanna’lar, ışıklarda Paylaço’lar dolaşır.

 Mutsuzluğu ve yalnızlığı seçiyorum; çünkü herkes mutluluğu ve kalabalığı seçiyor.

 Ve and olsun ki hiçbir toprak ve hiçbir vatan, daha kutsal değildir insandan!

 Dilediğin kadar uzağa git, hep aynı gökyüzünü paylaşacağız.

 Yürek, daha mahremdir bedenden.

 Her rüya, bir hayatın içinden geçer ve her hayat, aslında bir rüyanın içinden.

 Herkes kırılamaz. İnce bir dal olmak gerekir kırılmak için. Ama dünya kütüklerin.

 İyi olmanın da bir şerefi vardır ve herkes ahlakı, bilinci ve duyarlığı kadar iyidir.

 Yitirdiğin her şeyde kazandığın bir şey var, kazandığın her şeyde biraz yitirdiklerin…

 Tutkularınızı, düşlerinizi ve yolculuklarınızı ertelemeyin. Çünkü çürürler; çünkü dokunduğu her şeyi çürütür zaman...

 Herşeye rağmen "kalmak"tı sorun; kişilikte, aşkta, düşte, inançta ve  sevgide kalmak.

  İnsanın aşkı da yaşadığı hayata benziyordu; dağınık yaşayanın aşkı da dağınık kalıyordu.

 Ben, iki şeyin apansız geldiğine inanırım: Aşk ve ölüm. İkisi de geldiğinde “git” diyemezsiniz. İkisinin de önemi ve büyüklüğü, belki de geldiklerinde “git” diyemediğimiz içindir.

 Bir akvaryumu yazmak, akvaryumda yaşamaktan kolaydır. Bu yüzden her dize biraz eksik, her şiir biraz yalandır.

  Bizden daha kötü durumda birinin elini tutarken, üşüyen birine rastladığımızda ona bir ceket giydirirken, tuttuğumuz, üzerini örttüğümüz aslında kendi vicdanımızdır...

 Bazen bir denizde kıyıları amansızca döven iri dalgalar olmaktansa, aykırı bir su damlası olmak yeğdir.

 Aşkın kavgasını veremeyenler hiçbir şeyin kavgasını veremezler. Aşkın özgürlüğünü yaşamayan ve yaşatmayanlar ise, hiçbir özgürlüğü hak edemezler.

 Biz, acının dip kısmını göze alamadığımız için, mutluluğun üst kısmı da bizi göze alamıyordur.

 Düş oldukça peşi sıra insandır;  çünkü en çok da düşlerin bize hesap sormaya hakkı vardır.

  Yaşarken hayatın, yazarken dilin, düşünürken bilincin belirlenmiş sınırları altüst edilebilmelidir.

  Umudu seviyorum, umutsuzluğu seviyorum; çünkü ikisini kardeş kılan hayatı seviyorum.

 Taşın bile kırılabilir olduğu şu dünyada, insanın kırgınlıklıkları da hep anlaşılabilir olmalıdır.

  Yaşvaklığın ya da fırlamalığın prim yaptığı bir dünyada önce asalet sakatlanır.

 Herkes bilir gitmesini. Bir zaman öğrenirsin gideni sırtından öpmesini.

 Hayatla ve zamanla ilgili fazla düşünmemek gerekir; her ikisi de kendi kurgularını -sizin adınıza -ve çoğu zaman sizin dışınızda- yaparlar zaten.

 Bir kent, gidince ve bir sevda, ayrılınca biter mi? Bir kent bitse bile, bir sevda bitse bile, o kente ve o sevdaya gitmiş olmak bitmez ki...

 Yalnızlığımda seni büyüttükçe kalabalıklaşacağım; sen kendi kalabalığında hep yalnız olacaksın.

Her Ömür kendi gençliğinden vurulur.

Bir şeylerin kötü gitmesinden daha kötüsü de, bu arada kötülüğün meşrulaşıp kanıksanarak galip gelmiş olmasıdır.

Gerçeğinizden hoşnut değilseniz, yeni bir gerçek olmaya gidersiniz.

Ezberlediklerimizde değil, inceliklerimizle insan oluruz.

Umuttan umudu kesmemek istiyorum; çünkü hala hayatın düşlere borcu var.


Amin Maalouf "Milliyetçiliğin birinci erdemi her sorun için bir çözümden çok bir sorumlu bulmak değil mi dir?"

Hayat başlar ve biter! Nasıl başlayıp nerede sona erdiği değil, ikisi arasına neler sığdırılabildiğin önemlidir.

    Beklediğim yarınlar dünde kaldı.


    Öyle bir an gelir ki tüm kararlar kötüdür; sorun, sonradan en az pişman olacağın kararı bulup seçmektir.


    Dünyaya uyanık gözle bakan kişi, yaşamın çürüyüp giden bir tohum olduğunu, gözler kuşkusuz... 


Yalnızca özgür bir ruh, üstünde mutsuzluktan başka bir şey bitmeyen çayırlardan vazgeçip, sonsuzluğun kokusunu içine doldurmayı bilir.

    Geçici bir mutluluk mu? Hepsi öyledir; bir hafta ya da otuz yıl da sürse, son gün geldiğinde aynı gözyaşı dökülür.


    Eğer insanların her zaman akıllarıyla hareket ettiklerini varsayarsak, dünyanın gidişatından hiçbir şey anlayamayız. Akılsızlık tarihin en güçlü ilkesidir.


    Eğer önündeki kapılar bir daha yüzüne kapanacak olursa, hayatının sona ermediğini düşün.. Sona eren şey yalnızca hayatlarının birincisidir ve diğeri başlamak üzere sabırsızlanmaktadır.. O zaman bir gemiye bin, seni bekleyen bir kent vardır.
 
    Zamanın iki yüzü var, dedi Hayyam kendi kendine. Zamanın iki boyutu var: Birisi uzunluğudur ki güneşin döngüsüyle ölçülür. Bir de zamanın derinliği var ki tutkuyla ölçülür.
    
Bedevi bir kadına bir gün en çok hangi çocuğunu sevdiğini sormuşlar. Kadın şöyle yanıt vermiş: ‘Hasta olanı iyileşene kadar, en küçüğünü büyüyene kadar, yolda olanı da eve dönene kadar.


  İnsanın kendi iç hesaplaşmalarıyla tamamen baş başa kalmak istediği anlar vardır ve o noktada en küçük bir dış müdahale bile saldırı gibi algılanır.

Her şey çürüdü: Arkadaşlık, aşk, adanmışlık, akrabalık, inanç, sadakat. Hatta ölüm. Evet, bugün ölüm bile bana kirlenmiş, bozulmuş gibi geliyor.

 

22 Şubat 2015

Nihat Behram " İnsandır en yüce değerleri yaratan."

Ölüme Gazel
İnsandır en yüce değerleri yaratan.
Sevdayı sözgelimi,
erdemi, özlemi, özveriyi,
umudu, şefkati, düşü...
Yaşamı tanıdıkça kendini tanımlayan... İnsandır...
Tanrılar yaratacak denli esinli, tinsel, engin...
Canı pahasına direnecek denli gözüpek,
atılgan, seçkin...
İnsandır...
Diş diş dudaklarında
özgürlüğün tutkusu kıvılcımlanır,
çığlığı gecenin ışıltısı olur şarkılarında.
Çağıran acılarsa eğer
koşar
üleşir her şeyini...
İnsandır...
Bir o’dur ölümlü doğuşunun bilgisiyle yaşayan...
Vurgunu olduğu göğe süssüz,
sürgünü olduğu cana güçsüz,
çılgını olduğu tene öksüz...
Narince açan... Soldukça üzgün...
Sevincini bile gözyaşıyla yoğuran...
bir yanı hep anılara sarmaşık...
Gönül boyu yaralı... Ömür boyu âşık...
Bağrında özlem, sırtında hançer
dağları delip, ağzında ışıkla gelebilir...
Coşkun, düşlü, dövüşken...
İnsandır...
Sonunda solacak,
kurumuş bir yaprak gibi rüzgâra ilişerek
geldiği toprağa dönecektir.
Yücelerde soluduysa ömrünü
baharda sazı kalır
dallarda hızı kalır
kuşlarda açar sesi
dillerde sözü kalır...
Irmağın kıvrım kıvrım suyunda
köpürür, gümüşlenir...
döndükçe gümüşlenir...
Arının kekik tüten balıyla
leylaklar kınalanmış bakışlar kutsar onu,
köklere sürgünlere uğurlar...
Ardı sıra
ateşböcekleri uçuşur,
su tutuşur...
Dalgalar alkışlarıdır.

Albert Camus - Veba

Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve aydınlatılmamışsa, iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir. İnsanlar kötü olmak yerine daha çok iyidir ve gerçekte sorun bu değildir. Ancak insanlar bir şeyin farkında değillerdir, şu erdem ya da kusur denilen şeyin; en umut kırıcı kusur, her şeyi bildiğini sanan ve böylece kendine öldürme hakkı tanıyan cehalettir. Katilin ruhu kördür ve insan her türlü sağduyudan yoksunsa güzel aşk ve gerçek iyilik diye bir şey olamaz.

Cıvıl cıvıl gevezelik eden kalabalık kentin üzerine inen alev gibi akşamları dönüşerek son bulan o uzun tutsaklık saatleri bunlar...

Güneş gökyüzünde mıhlandı. Ardı arkası kesilmeyen dalgalar halinde sıcak ve ışık gün boyu kenti kapladı durdu. Kemerli yolların ve apartmanların dışında, kör edici yansımanın değmediği yer kalmamıştı sanki kentte.

Endişeli bir yüreğin en büyük arzusu, sevdiği kişiye sonsuza dek sahip olmak ya da ayrılık zamanı gelip çattığında, bu varlığın ancak buluşma gücüne gelince son bulacak düşsüz bir uykuya dalmasını sağlayabilmektir.

Tanrı tutku sever. bu uzak ilişkiler onun ateşli şefkatine yetmez. sizi daha uzun süre görmek ister, onun sizi sevme tarzı böyledir.

Son olarak, bu dayanılmaz kaçabilmenin tek yolu hayal gücüyle trenleri yeniden harekete geçirmek ve saatleri yine de kararlı bir biçimde sessiz kalan çanların sesiyle doldurmaktı.

Hümanistler; felaketlere inanmıyorlardı. Felaket insana yakışmaz, onun için felaket gerçek dışıdır, geçip gidecek kötü bir rüyadır, denir. Ancak her zaman da geçip gitmez, kötü rüyalar arasında insanlar geçip gider; önlemlerini almadığından da başta hümanistler gider.

İnsanın insandan vazgeçmediği nasılda doğruydu; onun da şu talihsiz insanlar kadar çaresiz olduğu ve yanlarından ayrılırken içini titreten o acıma duygusunu kendisinin de hak ettiği bir gerçektir.

İnsanların vicdanlarıyla hesaplaştıkları saat olan akşamın bu saati, boşluktan başka sorgulayacak hiç bir şeyi olmayan tutsak yada sürgün kişiye zor gelirdi. Onları kısa bir süre kendine bağlardı., sonra bu insanlar yeniden uyuşukluğun içine geri döner, vebanın dört duvarı arasında sıkışıp kalırlardı.

Buket Uzuner - Şairler Şehri

Uzakta, çok uzakta, hala herkesin gidemediği, henüz ulaşılamayan o dağın ardında bir kent varmış. Orada ancak gönül gözü keskin, sevda dili oynak, canevi zengin, düş gücü kıvrak, hoşgörüsü engin, öfkesi kısrak ruhözü sezgin, kalemi bıçak, kanı kaynak, sesi berrak, dili kaymak, yüreği seyyah insanlar yaşarmış. Umutla umutsuzluğun büyük testilerde mayalanarak oluşturulduğu, dünya yaşında ballanmış şarap içer, lezzetin bin yıl dirimli gizlerini tadar; yazın deniz kıyısında , baharda dağ zirvelerinde, kışın hane içlerinde ateş yakar, daima ateşin başında yaşarlarmış. Gözlerinden kıvılcımlanan asıl ateşin koru, yüreklerinde hiç küllenmezmiş. Ateş bakışlı bu insanlar, kendilerinden olmayanı hemen tanır, sevda yüklü kadınları, özü mert erkekleri ama en çok kendilerini severlermiş. Doğuştan kor yürekli bu insanlara “şair “ denirmiş. Orada yalnızca bu özelliklere uygun insanların, gerçek şairlerin kabul edildiği o kentte şiir yaratılır, şiir düşlenirmiş. Şairler Beldesi’nde şiir okuyan, şiir soluyan ozanlar; yürekleri kabuk tutmuş, göz ferleri çekilmiş, kanının kırmızısı solmuş insanların yaşadığı kentlere şiirler yollarmış; çiçek çiçek, ışık ışık, çığlık çığlık.

Charles Bukowski - Gülün Gölgesinde

Hiç bir zaman olması gerektiği gibi değil dedi insanlar, müziğin sesi sözcüklerin yazılışı. Hiç bir zaman olması gerektiği gibi değil, dedi, bütün bize öğretilenler, peşinden koştuğumuz aşklar, öldüğümüz bütün ölümler, yaşadığımız bütün hayatlar, hiç bir zaman olması gerektiği gibi değiller, yakın bile değilller. Birbiri arkasından yaşadığımız bu hayatlar, tarih olarak yığılmış, türlerin israfı, ışığın ve yolun tıkanması, olması gerektiği gibi değil, hiç değil, dedi.

Bilmiyor muyum? diye cevap verdim,

Uzaklaştım aynadan. Sabahtı, öğlendi, akşamdı,

hiç bir şey değişmiyordu
herşey yerli yerindeydi.
Birşey patladı, birşey kırıldı,
bir şey kaldı.

Abraham Maslow - Kendini Gerçekleştiren Bireyin Özellikleri

Kendini gerçekleştirmek deyince herkesin aklına "Kendini gerçekleştirmek nedir?”, "Neden önemlidir?”, "Kendini gerçekleştiren kişinin özellikleri nelerdir?”, "Kişisel gelişim ve kendini gerçekleştirmek paralel olarak mı ilerler?” gibi sorular geliyor. Aslında tüm bu soruların cevaplarını hepimiz içsel olarak biliyoruz… Sadece bazen hatırlamak sayesinde farkındalığımızı bu konuya çevirdiğimizde, enerji akışı değişerek, amacımıza daha kolay odaklanabiliyoruz. Bu nedenle ruhsal gelişim için farkındalığın ilk ve en önemli adım olduğunu bilmemiz gerekiyor…

"Kendini gerçekleştirme” terimine psikolojik yönden yaklaştığımızda aklımıza ilk olarak "Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidi” gelir. Bu piramitteki aşamalar aşağıdan yukarıya doğru ilerler ve bir aşama gerçekleştirilmeden, diğer bir aşamaya sağlıklı bir geçiş mümkün olmaz. Piramidin en tabanında kişinin "yemek, içmek ve uyumak” gibi temel ihtiyaçları yer alır. Kişi bu aşamayı gerçekleştirdikten sonra ikinci aşama "güvenlik” aşamasıdır. Kişi kendini güvende hissedeceği bir ortam, bir ev, bir yaşam bölgesi arar. Bundan sonraki basamak "sevgi ve ait olma” basamağıdır. Aslına bakılırsa "sevgi” bir duygu olarak algılanmasına rağmen, aslında bir ihtiyaçtır. Hatta görüldüğü üzere en temel ihtiyaçlardan biridir ve kişinin hem sevmeye hem de sevilmeye ihtiyacı vardır. Bunun üzerindeki basamak "saygınlık, tanınma, başarılı olma, takdir edilme” gibi değerleri içerir. Kendine saygı duyan kişi, doğal olarak başkaları tarafından da saygı görecektir. Piramidin en son ve çok az kişinin ulaşabildiği en son basamağı ise "kendini gerçekleştirme” basamağıdır. Kendini gerçekleştirmiş kişi ruhunun ve bedeninin kendine sunduğu tüm imkanları en etkin ve yaratıcı şekilde kullanarak hem ruhsal doyuma ulaşır, hem de çevresindeki insanlara ve dünyaya pozitif katkılarda bulunur.

Kendini gerçekleştirme, kendini aramayla başlar. Kim olduğunu, neden bu dünyada olduğunu, kendini ve çevresindekileri nasıl doyuma ulaştırabileceğini, yaşam amaçlarını vs.. arayan insan kendini gerçekleştirme yoluna girmiş olan kişidir. Kalıcı mutluluk, özgürlük, bağımsızlık ve dünyanın engelleyici bağlarından kurtulma gibi değerler ve durumlar, ancak kendini gerçekleştirmiş bir kişinin sahip olabileceği hediyelerdir. Fakat unutulmaması gereken en önemli nokta kendini gerçekleştirme yolculuğunun hiç bitmeyeceğidir. Bu yol o kadar uzun ve engin deneyimlerle doludur ki hayatlar boyu devam eder… Amaç yolculuk sonrasında bir yere varmaktan ziyade, yolculuktan edinilen tecrübelerin ruha kattıklarının özümsenmesidir.

Peki ya kendini gerçekleştiren kişinin özellikleri nelerdir?

    Doğruluk: Dürüstlük, gerçeklik, saflık ve sadelik… Gerçeğin bilinebilecek yönlerini doğru olarak algılayan ve ortaya koyan kişi…
    İyiye yönelim: Çekicilik, dürüstlük ve cömertliğin aynı potada erimesi…
    Güzellik: Canlılık, sadelik, içsel zenginlik…
    Bütünlük: Bütünlük hissi, evrenle ve doğayla bir olmaya yönelim, sinerji…
    Canlılık: Hedefe odaklı olma, yüksek enerji, kendi kendini motive edebilme, tam kapasiteyle hayatı kucaklama…
    Kendi varlığını kutsama: Biricik olduğunun ve bütünün bir parçası olduğunun farkına varma, kendini diğer kişilerle karşılaştırmama, kendini kendi kişisel gelişimiyle değerlendirebilme…
    Kusursuzluk: Tüm kusurların da kusursuzluğun parçası olduğunun farkına varmak, her şeyin kendi gelişimi yönünde olabileceği en iyi durumda olduğunun bilincinde olmak…
    Adalet: Açıklık ve vicdan ile değerlendirebilme yetisi, empati kurabilme…
    Organize: Bir amacı olduğunun farkında olmak, çalışkanlık, sebat ve emek, görev bilinci taşımak…
    Zenginlik: Farklılık, yaratıcılık ve sofistikelik …
    Oyunculuk: Hayattan keyif alma ve etrafına keyif verme, neşeli ve eğlenceli ruh hali…
    Kendine yeterlilik: Tek başına hayatta kalabilme, kimseye bağımlı olmama, kendi fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını giderebilme…
    Olduğu gibi kabul etme: Kendini, başkalarını ve hayatın akışını olduğu gibi kabul etme, kendine ait değiştirilebilecek durumları değiştirme, değiştirilemeyecekleri ise kabullenme…
    Yaşam boyu öğrencilik: Başta kendini sonra etrafındakileri, çevresini ve olayların altındaki nedenleri araştırma,  sürekli öğrenme açlığı içinde olup, yeni keşifler hevesiyle dolu olma durumu…
    Savunucu olmamak: Yaptığı hatalarını başkalarına karşı savunmak yerine bunlardan ders alıp kabul etme…
    Saflık ve masumiyet: Hayata bir çocuğun gözlerinden bakabilmeyi başarma…
    Derin sevgi ve dostluk: Sevgiyi paylaşma ve en az bir kaç çok yakın dost edinme…

Kendini gerçekleştiren kişinin en temel özellikleri yukarıda bahsedilenler olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle yukarıdaki özelliklere bakarak kendinizi dürüst bir şekilde değerlendirdiğinizde (kendine dürüst ve tarafsız bakmak da kendini gerçekleştirmiş kişinin özellikleri arasındadır), ilerlediğiniz yolun doğru olup olmadığı hakkında bir fikre sahip olabilirsiniz.

Ancak kişisel gelişim yolunu bir yarış ya da listede uyulması gereken özellikler olarak değerlendirmeniz, egonuzun sizi yönlendirdiği anlamına gelir ki bu, egonun kurnaz oyunlarındandır ve şaşırtıcı bir yoldur.

Kendinizi gözlemlemek, yaptıklarınızı neden yaptığınız hakkında sorgulamak, yaşam amacınız hakkında düşünmek, kendinize ve çevrenize karşı dürüst ve sevgi dolu olmak sayesinde "bütün olma” yolunda ilk adımı atmış olacaksınız.

R. Waldo Emerson "Bütün gün ne düşünürsek onu yaşarız."

Bazı insanları vicdanları yönetir, bazılarını egoları, bazılarını da gururları.Vicdan süründürür, ego kör eder, gurursa yalnız bırakır...Robin Sharma 

Kendinizden başka kimse size barış getiremez...Ralph Waldo Emerson

 

10 Şubat 2015

Gülten Akın, kendisinin ve insanlığın içinde bulunduğu durumu

  "Yaşam gerçektir, yaşam düştür. O ikisi bir açıyı taşısalar da yaşam bu ikisi birlikteyken ancak yaşamdır. O ikisini birbirine yaklaştıracak şey de yani düşten gerçeğe insanın geçebilmesini sağlayan şey de umuttur. Bu umut kaybolduğu, gerçekle düşün arası çok açıldığı zaman tam bir trajedi oluşuyor. İnsan yaşamında, ilişkilerinde, dünya ile insan arasında bir bölünme, parçalanma oluşuyor. Ve şiddet buradan çıkıyor. Düş’ün yaşama dönüşebileceği umudu olmadığı zaman bu şizofrenik bir bölünmeye sebep oluyor. İşte dünyanın ve insanların sorunu bence burada."

Birhan Keskin - Mağara Çiçeği

İçağrısıyım bir mağmanın
kopmuş fırtınanın sesi
derini yok, ses gelmiyor bir kuyu.
Çiçeğiyim yaprağını yüzüne
kapatan ağlamanın

havluları topladım,
şemsiyeyi kapattım
hadi kalk gidelim
serinledi hava, güneş söndü
iyice karanlığa döndü yüzüm

bir mağara çiçeği yürüyor içimde
içli bir bulut geçiyor üstümüzden
kalk gidelim.
 

08 Şubat 2015

Víctor Jara - Beş bin kişiyiz burada

Beş bin kişiyiz burada
Bu ufacık yerinde kentin.
Beş bin kişiyiz.
Kim bilir kaç kişiyiz daha
Kentlerde ve ülkede?
Burada yapayalnız
On bin el, tohum eken
Ve fabrikaları çalıştıran.
İnsanlığın ne kadarı
Açlıkla, korkuyla, panikle, acıyla
Ahlâki baskıyla, terörle ve çılgınlıkla
Yüz yüze?
Altımız yitip gitti
Yıldızlı göğe gidercesine.
Biri öldü, bir diğeri dövüldü, aklıma
Gelmezdi bir insanın böyle dövülebileceği.
Diğer dördü bitirmek istedi yaşadıkları dehşeti
Biri hiçliğe attı kendisini
Bir başkası kafasını duvarlara vura vura
Ama ölüm hepsinin bakışlarında.
Ne dehşettir bu faşizmin yüzünün yarattığı!
Planlarını bıçak keskinliğinde yürütüyorlar.
Hiçbir şey umurlarında değil.
Onlar için kan demek madalya demek,
Kıyımsa kahramanlık.
Ah, Tanrım, bu mudur yarattığın dünya
Yedi günlük mucize ve emeğin sonunda?
Bu dört duvar arasında sadece tek numara var
Ki o da ilerlemiyor
Ki o da yavaşça daha fazla ölüm istiyor.
Ama birden uyanıyor vicdanım
Ve görüyorum ki bu akışın yüreği atmıyor
Tek atan makinelerin nabzı
Ve askerlerin ebe yüzlerini gösterişi
Tatlılıkla yüklü.
Haykırsın Meksika, Küba ve
Dünyanın kalanı bu vahşete karşı!
On bin eliz biz burada
Hiçbir şey üretemeyen.
Kaç kişiyiz ülkede?
Başkanımızın, yoldaşımızın kanı
Bombalardan ve makinelilerden daha sert vuracak!
Bizim ilk darbemiz de yeniden!
Ne zor şarkı söylemek
Dehşetin şarkısını söylemek zorunda kalınca.
Yaşadığım dehşetin
Ölmeye durduğum dehşetin.
Görmek kendimi bunca insanın ve
Bunca sonsuzluk anının arasında
Sessizlik ve çığlıkların
Şarkımın sonunu getirdiği.
Gördüğümü daha önce hiç görmemiştim
Önce ve şimdi hissettiklerim
Doğurtacak anı
 
Estadio Nacional de Chile, Eylül 1973.
 
TIK
 
Joan Jara, Victor Jara: Yarım Kalan Şarkı
Victor Jara, general Pinochet yönetimindeki Şili ordusunun 11 Eylül 1973’te yaptığı askeri darbeden birkaç gün sonra binlerce kişiyle birlikte gözaltında tutulduğu spor salonunda işkenceyle katledildi. Diktatörlük Victor’u susturmak istedi. Çünkü onun gitarı zenginler için değildi, şarkısı devrimciydi. O şarkısını ezilenlerin, yoksulların ve yoksunların çığlığı gibi söylüyordu.

O şarkı bitmedi, bitmeyecek… Şimdi ve daima!

Joan Jara hem aşkı hem de yoldaşı olan Victor’u tanışmalarından başlayıp, Salvador Allende önderliğindeki Halk Birliği içindeki mücadelelerine kadar büyük bir tutku, cesaret ve samimiyetle anlatıyor. 
 

06 Şubat 2015

Sokrates sormuş: - Kaç kişi var?

Sokrates bir gün öğrencisi Sofokles'e şöyle demiş: - Öğrenciler birazdan derse girecek, kaç kişi olduğunu say, bana bildir.
Sofokles kapıya dikilmiş ve başlamış içeriye girenleri saymaya.
Aradan bir süre geçtikten sonra,
Sokrates sormuş:
- Kaç kişi var?
Sofokles:
Sadece bir kişi!
Sokrates, "Nasıl olur!" demiş hayretle, "Ama ben içeriye birçok kişinin girdiğini gördüm..."
Gülmüş ve başlamış anlatmaya Sofokles:

- Evet, ben de gördüm bu sınıfa birçok kişinin girdiğini ama onlar içeri girerken kapının önünde bir taş duruyordu. Ve onlardan hiçbiri, gördüğü halde o taşı kaldırıp yan tarafa koymadı. Fakat en son giren öğrenciniz Platon, taşı görür görmez onu aldı, kaldırıp bir kenara koydu. Onun için orada, sınıfta sadece bir adam var aslında... 
  

Eckhart Tolle - Şimdinin Gücü

VAR’LIK VE AYDINLANMA

Doğuma ve ölüme tabi sayısız yaşam formunun ötesinde sonsuz, ve daima -mevcut- olan Bir (tek) yaşam vardır. Birçok kişi onu tanımlamak için Tanrı sözcüğünü kullanır; ben genelde ona Var’lık derim. Var’lık sözcüğü hiçbir şeyi açıklamaz, Tanrı sözcüğü de öyle. Bununla birlikte, Var’lık sözcüğü açık bir kavram olma avantajına sahiptir. O, sonsuz ve görünmez olanı sonlu bir varlığa indirgemez. Onun zihinsel bir imgesini oluşturmak olanaksızdır. Hiç kimse Var’lığa tek başına sahip olduğunu iddia edemez. O sizin kendi özünüz ve mevcudiyetinizdir, ve ona kendi mevcudiyetinizin hissi olarak bir anda ulaşabilirsiniz. Böylece, Var’lık sözcüğü Var’lık deneyiminden sadece bir adım uzaktadır.

VAR’LIK SADECE HER FORMUN ÖTESİNDE DEĞİL, aynı zamanda her formun derinliklerinde de bulunur, çünkü o her formun en içteki, görünmez ve yok edilemez özüdür. Bu,onun sizin en derin benliğiniz, gerçek doğanız olduğu, ve sizin ona ulaşabileceğiniz anlamına gelir. Ancak, onu zihninizle kavramaya çalışmayın. Onu anlamaya çalışmayın. Onu ancak zihin sessizleştiğinde bilebilirsiniz. Siz orada mevcutken, dikkatiniz tam ve yoğun bir biçimde Şimdi’de bulunurken, Var’lık hissedilebilir, ama o asla zihnen anlaşılamaz.

Var’lığın farkındalığını yeniden kazanmak ve o “hissetme-idrakinde” kalabilmek aydınlanmadır.

Aydınlanma sözcüğü insanüstü bir başarı fikrini çağrıştırır, ve ego bunu böyle tutmayı sever; oysa aydınlanma sizin Var’lık ile bir’liği hissetmenizden, bu doğal halinizden başka bir şey değildir. O, ölçülemez ve yok edilemez bir şeyle, aslında siz olan, ama yine de sizden çok daha büyük bir şeyle birlik halidir. O, ismin ve formun ötesinde bulunan gerçek doğanızı bulmaktır.

Bu birliği hissedememe, kendinizden ve çevrenizdeki dünyadan ayrı olduğunuz illüzyonuna yol açar. O zaman siz kendinizi, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, tecrit olmuş bir parça olarak algılarsınız. Bu durumda korkuya kapılırsınız, içinizde ve dışınızda yaşadığınız çatışma normal haliniz haline gelir.

Bu birliği deneyimlemenizin önündeki en büyük engel, zihninizle özdeşleşmenizdir, ki bu düşünmenin durdurulamaz ve istemdışı hale gelmesine neden olur. Düşünmeyi durduramamak korkunç bir derttir, ama biz bunu fark etmeyiz, çünkü hemen herkes bu derdi çekmektedir, böylece o normal bir durum olarak kabul edilir. Bu ardı arkası kesilmez zihinsel gürültü sizin Var’lığa ayrılmaz bir biçimde bağlı olan o içsel sessizlik ve sükunet alemini bulmanızı engeller. O ayrıca bir korku ve ıstırap gölgesi oluşturan sahte, zihin-ürünü bir benlik yaratır.

Zihninizle özdeşleşme tüm gerçek ilişkinin önünü kesen donuk bir kavramlar, etiketler, imgeler, sözcükler, yargılar ve tanımlamalar perdesi yaratır. O sizinle kendinizin, sizinle diğer insanların, sizinle doğanın, sizinle Tanrı’nın arasına girer. Ayrılık illüzyonunu, sizin “diğerlerinden” tümüyle ayrı olduğunuz illüzyonunu yaratan bu düşünce perdesidir. O zaman siz -fiziksel görünümler ve ayrı formlar düzeyinin altında- tüm var olanla bir olduğunuz asli gerçeğini unutursunuz.

Zihin, eğer doğru biçimde kullanılırsa, muhteşem bir alettir. Ama, yanlış biçimde kullanılırsa, çok yıkıcı bir hale gelir. Meseleyi daha doğru biçimde koymak gerekirse, bu sizin zihninizi yanlış biçiminde kullanmanızdan değil, genelde hiç kullanmamanızdan kaynaklanır. O sizi kullanır. Hastalık da budur. Siz zihin olduğunuza inanırsınız. Yanılgı budur. Böylece alet sizi ele geçirmiştir, o sizi yönetmektedir.

Bu siz farkında olmadan bir varlığın size hakim olmasına benzer, böylece siz o varlığı kendiniz olarak algılarsınız.

ÖZGÜRLÜĞÜN BAŞLANGICI sizin o hükmeden varlık -yani düşünen- olmadığınızı idrak etmektir, bunu bilmek sizin o varlığı gözlemlemenizi mümkün kılar. Siz düşüneni izlemeye başladığınız anda, daha yüksek bir bilinç düzeyi harekete geçer. O zaman, düşüncenin ötesinde engin bir zeka aleminin bulunduğunu, o düşüncenin o zekanın sadece minicik bir veçhesi olduğunu fark etmeye başlarsınız. Ayrıca, gerçekten önemli olan her şeyin -güzellik, sevgi, yaratıcılık, sevinç ve iç huzurunun- zihnin ötesinden kaynaklandığını da fark edersiniz.

Böylece uyanmaya başlarsınız.

KENDİNİ ZİHİNDEN KURTARMAK

İyi haber şu ki siz kendinizi zihnin bu esaretinden kurtarabilirsiniz. Bu tek gerçek özgürlüktür. Hemen şimdi bu konuda ilk adımı atabilirsiniz.

KAFANIZDA BU SESİ DİNLEYİN ve bunu elinizden geldiğince sık bir biçimde yapın. Özellikle, tekrarlanıp duran düşünce kalıplarına, zihninizde belki yıllardır çalıp duran o eski plaklara dikkat edin.

Benim “düşüneni izlemekten” kastettiğim şey budur, ki bu “kafanızdaki sesi dinleyin, orada bir tanık olarak bulunun” demenin bir başka yoludur.

Siz bu sesi tarafsız bir biçimde, yani yargılamadan dinlemelisiniz. İşittiğiniz şeyi yargılamayın ya da suçlamayın, çünkü böyle yapmak aynı sesin bu kez arka kapıdan gelmesine neden olur. Çok geçmeden şunu fark edeceksiniz: Ses vardır, ve ben burada onu dinliyorum, izliyorum. Bu ben’im farkındalığı, bu kendi mevcudiyetinizi hissetmeniz, bir düşünce değildir.  O zihnin ötesinden yükselir.

Böylece siz bir düşünceyi dinlerken, sadece düşüncenin değil, kendinizin de -düşüncenin tanığı olarak- farkında olursunuz. Böylece, ortaya yeni bir bilinç boyutu çıkar.

DÜŞÜNCEYİ DİNLERKEN, düşüncenin ardında bilinçli bir mevcudiyeti -daha derin benliğinizi- hissedersiniz. O zaman düşünce üzerindeki gücünü yitirir ve hızla batıp kaybolur, çünkü siz artık zihne -onunla özdeşleşerek- güç vermemektesinizdir. Bu istemdışı ve kesintisiz biçimde düşünmenin sonunun başlangıcıdır.

Bir düşünce battığında, siz zihinsel akışta bir kesinti -bir “düşünce’sizlik” boşluğu- deneyimlersiniz. İlk önce bu aralıklar, boşluklar belki birkaç saniye kadar, yani kısa sürecektir, ama onlar yavaş yavaş uzayacaktır. Bu boşluklar ortaya çıktığında, siz içinizde belirli bir sessizlik ve huzur hissedersiniz. Bu Var’lık ile bir olduğunuzu hissettiğiniz doğal halinizin -ortaya çıkması zihin tarafından engellenen o halin- başlangıcıdır.

Uygulama sonucunda, bu sessizlik ve huzur duygusu derinleşecektir. Aslında, onun derinliğinin bir sonu yoktur. Ayrıca içinizin derinliklerinden süptil bir sevincin yükseldiğini de hissedeceksiniz; bu, Var’lığın sevincidir.

Bu içsel birleşme hali içinde, zihinle-özdeşleştiğiniz hale kıyasla çok daha uyanık ve farkında olursunuz. Orada tümüyle mevcut olursunuz. Bu ayrıca fiziksel bedene yaşam veren enerji alanının titreşim frekansını da yükseltir.

Siz -ona Doğu’da verilen isimle- bu düşünce’sizlik aleminin daha derinlerine dalarken, saf bilinç halini fark edersiniz. O hal içinde, kendi mevcudiyetinizi öyle bir yoğunluk ve sevinçle hissedersiniz ki, bununla kıyaslandığında, tüm düşünceler, duygular, fiziksel bedeniniz ve tüm dış dünya önemsiz hale gelir. Ancak, bu bencil değil, benlik-ötesi bir halidir. O sizi daha önce “kendi benliğiniz” olarak düşündüğünüz şeyin ötesine götürür. Bu mevcudiyet aslında sizsinizdir, ama o aynı zamanda sizden hayal edilemez biçimde daha büyük bir şeydir.

“DÜŞÜNENİ İZLEMEK” YERİNE, ayrıca dikkatinizi Şimdi’ye yönelterek de düşünce akışında bir kesinti, bir boşluk yaratabilirsiniz. Sadece içinde bulunduğunuz anın yoğun bir biçimde bilincinde olun.

Bu derin bir doyum veren bir şeydir. Bu yolla bilincinizi zihinsel faaliyetten uzaklaştırıp, son derece uyanık ve farkında olduğunuz, ama düşünmediğiniz, bir düşünce’sizlik boşluğu yaratırsınız. Bu meditasyonun özüdür.

GÜNLÜK YAŞAMINIZDA bunu, normalde bir vasıta olan rutin bir faaliyete tüm dikkatinizi vererek, böylece onu kendi başına bir amaç haline getirerek uygulayabilirsiniz. Örneğin; evinizde ya da işyerinizde merdivenleri inip çıktığınız her seferinde her adımınızda, her hareketinize, hatta soluk alıp verişinize bile çok dikkat edin. Tümüyle orada olun.

Ya da, ellerinizi yıkarken, bu faaliyetle ilişkili tüm duygusal algılara, suyun sesine ve verdiği hisse, ellerinizin hareketine, sabunun kokusuna vs. dikkat edin.

Veya arabınıza bindiğinizde, kapıyı kapattıktan sonra, birkaç saniye durun ve nefesinizin akışını izleyin. Sessiz ama güçlü bir mevcudiyet duygusunun farkında olun.

Bu uygulamada başarınızı tek bir ölçütle ölçebilirsiniz: içinizde duyduğunuz huzurun derecesiyle.

Aydınlanma yolculuğunuzda tek en önemli adım şudur: Zihninizden ayrılmayı, onunla özdeşleşmemeyi öğrenmek. Düşünce akışınızda bir aralık, bir boşluk yarattığınız her seferinde, bilincinizin ışığı güçlenir.

Bir gün kendinizi, kafanızdaki sese bir çocuğun maskaralıklarına gülümsediğiniz gibi gülümserken yakalayabilirsiniz. Bu sizin artık zihninizin içeriğini o kadar ciddiye almadığınız anlamına gelir, çünkü artık benlik duygunuz ona dayanmamaktadır.

AYDINLANMA: DÜŞÜNCENİN ÜZERİNE YÜKSELME

Siz büyürken kendinizle, kim olduğunuzla ilgili -kişisel ve kültürel koşullanmanıza dayanan- bir zihinsel imaj oluşturursunuz. Buna hayalet benlik, ego diyebiliriz. O zihin faaliyetinden oluşur ve ancak kesintisiz düşünmeyle sürdürülebilir. Ego terimi farklı insanlara farklı şeyler ifade eder, ama ben burada onu zihinle bilinçsizce özdeşleşme sonucunda yaratılan sahte benlik anlamında kullanıyorum.

Ego için şimdiki an mevcut değildir. O sadece geçmişi ve geleceği önemli görür. Gerçeğin bu tam tersine çevrilişi egosal zihnin bu kadar bozuk-işlevli oluşunun nedenidir. O daima geçmişi canlı tutmakla ilgilenir, çünkü geçmişiniz olmadan siz kimsinizdir? O varlığının sürmesini sağlamak ve orada bir tür rahatlık, kurtuluş ya da doyum aramak için kendisini sürekli geleceğe projekte eder. O der ki: “Bir gün bu ya da şu gerçekleştiğinde ben iyi, mutlu, huzurlu olacağım”

Ego şimdi ile, yaşanan an ile ilgileniyormuş göründüğünde bile, onun gördüğü şey şimdi değildir: O yaşanan anı geçmişin gözleriyle gördüğünden, onu tümüyle yanlış algılar. Ya da yaşanan anı -hedefe götüren- bir vasıtaya indirger, ki bu daima zihnin-projekte ettiği gelecekte yatan bir hedeftir. Zihninizi gözlemleyin, bunun böyle işlediğini göreceksiniz.

Şimdiki an özgürlüğün anahtarını barındırır. Ama siz zihniniz olduğunuz sürece şimdiki anı bulamazsınız.

Aydınlanma, düşüncenin üzerine yükselmek demektir. Aydınlanmış halde, siz düşünen zihninizi yine, gerektiğinde kullanırsınız, ama bunu eskisinden çok daha odaklanmış ve etkili bir biçimde yaparsınız. Onu çoğunlukla pratik amaçlarla kullanırsınız, ama şimdi istemdışı iç diyalogdan kurtulmuşsunuzdur, ve içsel bir sessizlik ve sükunet vardır.

Siz zihninizi kullandığınızda, ve özellikle yaratıcı bir çözüme ihtiyacınız olduğunda, her birkaç dakikada bir düşünce  ile sessizlik, düşünce ile düşünce’sizlik arasında gidip gelirsiniz. Düşünce’sizlik hali düşünce’siz bilinçtir. Ancak bu şekilde yaratıcı biçimde düşünmek mümkündür, çünkü ancak bu şekilde düşünce gerçek bir güce sahip olabilir. Düşünce, çok daha geniş bilinç alemine bağlı olmadan, tek başına hızla kısır, anlamsız ve yıkıcı hale gelir.

DUYGU: BEDENİN ZİHNİNİZE TEPKİSİ

Ben zihin derken, bu sözcükle sadece düşünceleri kastetmiyorum. O aynı zamanda sizin duygularınızı ve tüm bilinçsiz zihinsel-duygusal tepki kalıplarınızı da içerir. Duygu zihnin ve bedenin buluştuğu yerde ortaya çıkar. O bedenin zihninize gösterdiği tepkidir, ya da buna, zihninizin bedendeki bir yansıması da diyebiliriz.

Düşüncelerinizle, hoşlandığınız ve hoşlanmadığınız şeylerle, yargılarınızla ve yorumlarınızla daha çok özdeşleştikçe, yani izleyen bilinç olarak orada daha az mevcut oldukça, siz bunun farkında olsanız da olmasanız da, duygusal enerji birikimi daha güçlü olacaktır. Eğer duygularınızı hissedemezseniz, eğer onlarla bağlantınız kesilmişse, en sonunda onları fiziksel düzeyde bir hastalık ya da hastalık belirtisi olarak deneyimleyeceksinizdir.

EĞER DUYGULARINIZI HİSSETMEKTE ZORLANIYORSANIZ, işe dikkatinizi bedeninizin içsel enerji alanında odaklayarak başlayın. Bedeninizi içten-doğru hissedin. Bu ayrıca sizi duygularınızla temasa geçirecektir.

Eğer zihninizi gerçekten tanımak istiyorsanız, beden size daima doğru bir yansıma verecektir, bu yüzden duyguya bakın, ya da daha iyisi, onu bedeninizde hissedin. Eğer onların arasında belirgin bir çatışma varsa, burada düşünce yalan, duygu gerçeği söylüyor olacaktır. Bu sizin kim olduğunuzla ilgili en yüksek gerçek değil, o sıradaki ruh halinizle ilgili göreceli gerçek olacaktır.

Siz bilinçsiz zihin faaliyetinizi düşünceler olarak fark edemeyebilirsiniz, ama o daima bedene bir duygu olarak yansıyacaktır, ve siz bunu fark edebilirsiniz.

Bir duyguyu bu şekilde izlemek, bir düşünceyi -daha önce tarif ettiğim gibi- dinlemek ya da izlemek ile temelde aynı şeydir. Aradaki tek fark, bir düşünce sizin kafanızda bulunurken, bir duygunun güçlü bir fiziksel unsura sahip olması, ve böylece öncelikle bedende hissedilmesidir. O zaman siz -onun tarafından yönetilmeden- duygunun orada olmasına izin verebilirsiniz. Siz artık duygu değil; izleyen, gözlemleyen mevcudiyetsinizdir.

Eğer bunu uygularsanız, sizde bilinçsiz bulunan herşey bilincin ışığına çıkacaktır.

KENDİNİZE ŞUNU SORMAYI ALIŞKANLIK HALİNE GETİRİN:  Şu anda içimde ne olup bitiyor? Bu soru size doğru yönü gösterecektir. Ama onu analiz etmeyin, sadece izleyin. Dikkatinizi içinizde odaklayın. Duygunun enerjisini hissedin. Bir duygu mevcut değilse, dikkatinizi daha derinlere, bedeninizin içsel enerji alanına yöneltin. O, Var’lığa açılan kapıdır.

holyharmony

Bilinciniz dışa doğru yöneldiğinde, zihin ve dünya ortaya çıkar. O içe doğru yöneldiğinde, kendi Kaynağını idrak eder ve yuvaya, Tezahür-Etmemiş-Olana geri döner.

Bedene Derinlemesine Girmek

Bedenimin içindeki, özellikle kollarımdaki ve bacaklarımdaki enerjiyi hissedebiliyorum, ama sizin daha önce önerdiğiniz gibi bedenime daha derinlemesine giremiyorum.

Onu bir meditasyona dönüştürün. Bunun uzun sürmesi gerekmez. On-onbeş dakika yeter. Önce gelen telefonların ya da başka insanların sizi rahatsız edemeyeceği bir yere çekilin. Bİr sandalyeye oturun, ama geriye yaslanmayın. Omurganızı dik tutun. Bu sizin uyanık kalmanıza yardımcı olacaktır. Ya da kendi sevdiğiniz meditasyon oturuşunu seçin.

Bedeninizin gevşemiş olduğundan emin olun. Gözlerinizi kapayın. Birkaç derin nefes alın. Karnınızdan doğru nefes alıp verin. Onun her nefes alıp verişte nasıl hafifçe genişleyip büzüldüğünü gözlemleyin. Sonra bedenin tüm içsel enerji alanının farkında olun. Onun hakkında düşünmeyin, onu hissedin. Bunu yaparak, bilinci zihinden geri çekmiş, ona yeniden sahip çıkmış olursunuz. Eğer onu yararlı buluyorsanız, daha önce tarif ettiğim “ışık” imgelemesini kullanın.

İçsel bedeni berrak bir biçimde tek bir enerji alanı olarak hissedebildiğinizde, eğer mümkünse, her türlü görsel imgeyi bırakın ve sadece his üzerinde odaklanın. Eğer yapabilirseniz, ayrıca fiziksel bedenle ilgili hâlâ sahip olabileceğiniz her türlü görsel imajı da bırakın. Bu durumda geriye kalan tek şey her-şeyi-kapsayan bir mevcudiyet ya da “var’lık” duygusudur ve içsel beden sınırsız olarak hissedilir. Sonra dikkatinizi bu hisse daha da derin bir biçimde verin. Onunla bir olun. Enerji alanı ile birleşin, öyle ki artık gözleyen ile gözlemlenen, siz ve beden arasında bir ayrılık kalmasın, böyle bir dualite algılanmasın. Bu durumda içsel ile dışsal olan arasındaki ayrım ve fark da ortadan kalkar, böylece artık ayrı bir içsel beden kalmaz. Siz bedene derinlemesine girerek, bedeni aşarsınız.

Bu saf Var’lık âleminde rahat ettiğiniz, istediğiniz kadar kalın; sonra yine fiziksel bedenin, nefes alıp verişinizin ve fiziksel duyumların farkına varın ve gözlerinizi açın. Birkaç dakika kadar çevrenizdeki şeylere meditatif bir biçimde, yani onları zihnen etiketlemeden bakın ve bu sırada içsel bedeni hissetmeye devam edin.

Bu formsuz âleme girmek gerçekten özgür leş tir içidir. O sizi formun ve formla özdeşleşmenin esaretinden kurtarır. O parçalara, çokluğa ayrılmadan Önceki, ayrılıp farklılaşmamış hali içindeki yaşamdır. Biz ona Tezahür-Etmemiş-Olan, her şeyin görünmez Kaynağı, tüm varlıkların içindeki Var’lık diyebiliriz. O derin bir sessizlik ve huzur, ama aynı zamanda derin bir sevinç ve yoğun bir canlılık âlemidir. Siz orada mevcut olduğunuz her an bu Kaynaktan yayılan ışığa, saf bilince bir dereceye kadar “geçirgen” hale gelirsiniz. Ayrıca, ışığın gerçek sizden ayrı olmadığım, onun sizin ta özünüzü oluşturduğunu da fark edersiniz.

Chi’nin Kaynağı
Tezahür-Etmemiş-olan, Doğu’da chi, yani evrensel yaşam enerjisi denen şey midir?

Hayır, değildir. Tezahür-Etmemiş-Olan, chi’nin kaynağıdır. Chi bedeninizin içsel enerji alanıdır. O dışsal siz de Kaynak arasındaki köprüdür. O tezahür etmiş olan, form dünyası ile Kaynak arasında bulunur. Chi bir nehre ya da bir enerji akımına benzetilebilir. Eğer bilincinizi derin bir biçimde içsel bedende odaklarsanız, bu nehri Kaynağına dek izliyor olursunuz. Chi devinimdir; Tezahür-Etmemiş-Olan devinimsizliktir. Siz mutlak bir devinimsizlik noktasına eriştiğinizde -ki o aslında yaşamla titreşmektedir- içsel bedenin ötesine, chi’nin ötesine, Kaynağın kendisine erişmiş olursunuz: Bu Tezahür-Etmemiş-Olan’ dır. Chi, Tezahür-Etmemiş-Olan ile fiziksel evren arasındaki bağdır.

Böylece, eğer siz dikkatinizi derin bir biçimde içse! bedende odaklarsanız, dünyanın Tezahür-Etmemiş-Olan’da eriyip kaybolduğu ve Tezahür-Etmemiş-Olan’ın -daha sonra dünya haline gelen- Chi enerji akımına dönüştüğü bu noktaya, bu tekilliğe erişebilirsiniz. Bu doğum ve ölüm noktasıdır. Bilinciniz dışa doğru yöneldiğinde, zihin ve dünya ortaya çıkar. O içe doğru yöneldiğinde, kendi Kaynağını idrak eder ve yuvaya, Tezahür-Etmemiş-Olana geri döner. Sonra, bilinciniz tezahür etmiş dünyaya geri döndüğünde, siz geçici olarak bıraktığınız form kimliğini yeniden üstlenirsiniz. Sizin bir isminiz, bir geçmişiniz, bir yaşam-durumunuz, bir geleceğiniz vardır. Ama, asli bakımdan siz eskiden olduğunuz kişi değilsinizdir: Siz içinizde, “bu dünyaya ait olmayan” (aslında sizden ayrı olmadığı gibi, bu dünyadan da ayrı olmayan) bir realiteyi kısa bir süre için görmüşsünüzdür.

Şimdi bırakın spiritüel uygulamanız bu olsun: Yaşamınızı sürdürürken, dikkatinizin yüzde yüzünü dış dünyaya ve zihninize vermeyin. Dikkatinizin bir kısmını içinizde tutun. Ben bundan zaten söz ettim. Günlük faaliyetlerle meşgulken bile, özellikle insanlarla ilişkileriniz sırasında ya da doğayla ilişki kurarken içsel bedeni hissedin. Onun derinlerindeki sessizliği ve devinimsizliği hissedin. Kapıyı açık tutun. Yaşamınız boyunca Tezahür-Etmemiş-Olan’ın bilincinde olmak gerçekten mümkündür. Onu geri plânda bir yerde derin bir huzur duygusu, dışarıda her ne olursa olsun sizi asla terk etmeyen bir sessizlik ve devinimsizlik olarak hissedersiniz. Siz Tezahür-Etmemiş-Olan ile tezahür etmiş olan arasında, Tanrı ile dünya arasında bir köprü haline gelirsiniz. Bu bizim aydınlanma dediğimiz, Kaynağa bağlanma halidir.

Bu sözlerden Tezahür-Etmemiş-Olan’ın tezahür etmiş olandan ayrı olduğu izlenimini edinmeyin. Bu nasıl olabilir ki? O her formun İçindeki yaşamdır, var olan her şeyin içsel özüdür. O bu dünyayı kaplar. Bunu açıklayayım.

Rüyasız Uyku

Siz her gece derin rüyasız uyku aşamasına geçtiğinizde Tezahür-Etmemiş-Olana bir yolculuk yaparsınız. O aşamada Kaynakla birleşirsiniz. Ondan, tezahür etmiş dünyaya, ayrı formlar dünyasına döndüğünüzde bir süre size güç verecek olan yaşam enerjisini alırsınız. Bu enerji yemekten çok daha yaşamsal bir öneme sahiptir: “İnsan sadece ekmekle yaşamaz.” Ama, rüyasız uykuda, siz ona bilinçli olarak girmezsiniz. Bedensel işlevlerin hâlâ sürüyor olmasına karşın “siz” artık o hal içinde mevcut değilsinizdir. Rüyasız uykuya tam bir bilinçle girmenin nasıl bir şey olacağını hayal edebilir misiniz? Bunu hayal etmek olanaksızdır, çünkü o hal hiçbir içeriğe sahip değildir.

Tezahür-Etmemiş-Olan, siz ona bilinçli olarak girene dek sizi özgürleştirmez. İşte bu yüzden İsa, “gerçek sizi özgürleştirecek,” dememiş, onun yerine: “Siz gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi özgürleştirecek,” demiştir. Bu kavramsal bir gerçek değildir. Bu formun ötesinde bulunan ebedi yaşamın gerçeğidir ve bu gerçek ya direkt olarak bilinebilir ya da hiç bilinemez. Ama, rüyasız uykuda bilinçli kalmaya çalışmayın. Bunu başarmanız pek mümkün değildir. Olsa olsa, rüya aşaması sırasında bilinçli kalabilirsiniz, onun ötesinde değil. Buna “aklı başında rüya görme” denir; bu ilginç, hatta büyüleyici bir şey olabilir, ama özgürleştirici değildir.

Öyleyse içsel bedeninizi Tezahür-Etmemiş-Olana girebileceğiniz bir kapı olarak kullanın ve bu kapıyı her zaman Kaynağa bağlı kalabilmeniz için açık tutun. İçsel beden söz konusu olduğunda, fiziksel bedeninizin genç mi yaşlı mı, zayıf mı güçlü mü olduğu hiç fark etmez. İçsel beden zamana bağlı değildir, o ebedidir. Eğer siz henüz içsel bedeni hissedemiyorsanız, diğer kapılardan birini kullanın (aslında, nihai olarak tüm kapılar bir’dir). Bu kapıların bazılarından daha Önce söz etmiştim, ama burada yine kısaca değineceğim.

Diğer Kapılar

“Şimdi” ana kapı olarak görülebilir. O içsel beden de dahil, diğer her kapının asli bir veçhesidir. Siz yoğun bir biçimde Şimdi’de mevcut olmadan bedeninizde bulunamazsınız.

Zaman ve tezahür-etmiş-olan, zaman’sız-sonsuz Şimdi ve Tezahür-Etmemiş-Olan kadar, birbirine ayrılmaz biçimde bağlıdır. Siz yoğun şimdiki-an farkındalığıyla psikolojik-zamanı ortadan kaldırdığınızda, Tezahür-Etmemiş-Olan’ın hem direkt hem de dolaylı olarak bilincine varırsınız. Direkt olarak onu bilinçli mevcudiyetinizin -içeriksiz, sadece mevcudiyetin- parlaklığı ve gücü olarak hissedersiniz. Dolaylı olarak, onu duyusal âlemde ve duyusal âlem vasıtasıyla hissedersiniz. Bir başka deyişle, siz Tanrı-özünü her yaratıkta, her çiçekte, her taşta hisseder ve “var olan her şeyin kutsal olduğunu” idrak edersiniz. İşte bu yüzden İsa, tamamen özünden ya da Mesih kimliğinden konuşarak, “Bir odunu parçaladığında, ben oradayım. Bir taşı kaldırdığında beni orada bulacaksın,” demiştir.

Tezahür-Etmemiş-Olana açılan bir başka kapı da düşünmenin kesilmesiyle yaratılır. Bu bilinçli bir nefes almak ya da bir çiçeğe -zihinsel bir yorumun devreye girmeyeceği şekilde-yoğun bir uyanıklık hali içinde bakmak gibi çok basit bir şeyle başlayabilir. Kesintisiz düşünce akışında bir aralık yaratmanın birçok yolu vardır. Meditasyon da tümüyle bununla ilgilidir. Düşünce tezahür etmiş olan âlemin bir parçasıdır. Sürekli zihin faaliyeti sizi form dünyasında hapis tutar ve Tezahür-Etmemiş-Olan’ın bilincine varmanızı, kendinizdeki, her şeydeki ve tüm yaratıklardaki formsuz ve sonsuz Tanrı-özünün bilincine varmanızı önleyen donuk bir perde haline gelir. Siz yoğun bir biçimde mevcut olduğunuzda, elbette düşünmenin kesilmesiyle ilgilenmeniz gerekmez, çünkü zihin o zaman kendiliğinden durur. İşte bu yüzden ben Şimdi’nin diğer her kapının asli bir veçhesi olduğunu söyledim.

Teslimiyet -yani, olana gösterdiğimiz zihinsel-duygusal direnci bırakmak- da Tezahür-Etmemiş-Olan’a açılan bir kapıdır. Bunun nedeni basittir: içsel direnme sizi diğer insanlardan, kendinizden, çevrenizdeki dünyadan ayırır. O ego’nun varlığını sürdürmesini sağlayan ayrılık hissini güçlendirir. Ayrılık hissi ne kadar güçlüyse, siz tezahür etmiş olana, ayrı formlar dünyasına o kadar çok bağlı olursunuz. Siz form dünyasına ne kadar çok bağlıysanız, form kimliğiniz de o kadar katı ve nüfuz edilemez hale gelir. Kapı kapalıdır ve siz içsel boyuttan, derinlik boyutundan ayrı düşmüşsünüzdür. Teslimiyet halinde, sizin form kimliğiniz yumuşar ve Tezahür-Etmemiş-Olan’m içinizden parlayabileceği şekilde “geçirgen” hale gelir.

Yaşamınızda Tezahür-Etmemiş-Olana bilinçli olarak girmenizi sağlayacak bir kapı açmak size bağlı bir şeydir. İçsel bedenin enerji alanıyla temasa geçin, yoğun bir biçimde mevcut olun, zihinle Özdeşleşmeyi bırakın, olana teslim olun; bunların hepsi kullanabileceğiniz kapılardır, ama sizin içlerinden birini kullanmanız gerekir.

Kuşkusuz, sevgi de bu kapılardan biri olmalı, öyle değil mi?

Hayır, değil. Kapılardan biri açılır açılmaz, sevgi içinizde birliğin “his-idraki” olarak mevcut olur. Sevgi bir kapı değil, bir kapı yoluyla bu dünyaya gelen şeydir. Siz tamamen form kimliğinizin kapanına kısılı kaldığınız sürece, sevgi ortaya çıkamaz. Size düşen şey sevgiyi aramak değil, onun girebileceği bir kapı bulmaktır.

Sessizlik

Sözünü ettiklerinizden başka kapılar var mıdır?

Vardır. Tezahür-Etmemiş-Olan, tezahür etmiş olandan ayrı değildir. O bu dünyayı kaplar, ama o kadar iyi kılık değiştirmiştir ki hemen herkes onu gözden kaçırır. Eğer siz nereye bakacağınızı bilirseniz, onu her yerde bulabilirsiniz. Her an bir kapı açılır.

Uzakta havlayan şu köpeği işitiyor musunuz? Ya da yanınızdan geçip giden kediyi? Dikkatle dinleyin. Onda Tezahür-Etmemiş-Olan’ın mevcudiyetini hissedebiliyor musunuz? Hissedemiyor musunuz? Bunu seslerin ondan çıkıp yine ona döndüğü sessizlikte arayın. Seslerden daha çok sessizliğe dikkat edin. Dışarıdaki sessizliğe dikkat etmek içsel sessizlik yaratır: zihin sessizleşir. Bir kapı açılmaktadır.

Her ses sessizlikten doğar, sonra yine sessizlikte kaybolur ve varlığını sürdürdüğü sürece sessizlik tarafından kuşatılır. Sessizlik sesin var olmasını sağlar. O her sesin, her müzik notasının, her şarkının, her sözcüğün aslında var olan, ama tezahür etmemiş bir parçasıdır. Tezahür-Etmemiş-Olan bu dünyada sessizlik olarak bulunur. İşte bu yüzden bu dünyada en çok sessizliğin Tanrı’ya benzediği söylenmiştir. Sizin yapmanız gereken tek şey ona dikkatinizi vermektir. Bir sohbet sırasında bile sözcüklerin arasındaki boşlukların, cümlelerin arasındaki kısa sessizliklerin bilincinde olun. Siz bunu yaparken, sessizlik boyutu içinizde büyür. Aynı anda kendi içinizde sessizleşmeden dışarıdaki sessizliğe dikkatinizi veremezsiniz. Dışarıda sessizlik, içte sessizlik. Böylece Tezahür-Etmemiş-Olana girersiniz.

Uzay (Boşluk)

Nasıl hiçbir ses sessizlik olmadan var olamazsa, hiçbir şey de onun olmasına olanak veren uzay (boşluk) olmadan var olamaz. Her fiziksel nesne ya da beden hiçbir-şeyden gelmiştir, hiçbir-şey tarafından kuşatılır ve en sonunda hiçbir-şeye geri dönecektir. Sadece bu değil, her fiziksel bedenin içinde bile “bir şeylerden” çok daha fazla “hiçbir-şey” vardır. Fizikçiler bize maddenin katılığının bir illüzyon olduğunu söylerler. Fiziksel bedeniniz de dahil olmak üzere, görünüşte katı madde bile neredeyse yüzde yüz boşluktur, büyüklükleriyle kıyaslandığında atomların arasındaki mesafeler çok geniştir. Dahası, her atomun içinde bile çoğunlukla boşluk vardır. Geriye kalan şey katı madde parçacıklarından çok, müzikal bir nota gibi bir titreşim frekansıdır. Budistler bunu 2500 yılı aşkın bir süredir bilirler. “Form boşluktur, boşluk formdur,” der ünlü kadim Budist metinlerinden biri olan Kalp safrası. Her şeyin Özü boşluktur.

Tezahür-Etmemiş-Olan bu dünyada sadece sessizlik olarak bulunmaz; o aynı zamanda tüm fiziksel evreni -içten ve dıştan- uzay (boşluk) olarak kaplar. Bu da sessizlik kadar kolayca gözden kaçırılır. Herkes boşlukta yer alan şeylere dikkatini verir, ama boşluğun kendisine kim dikkat eder?

Siz “boşluk”yada “hiçbir-şey “in sadece hiçbir şey olmadığını, onun gizemli bir niteliğe sahip olduğunu ima eder görünüyorsunuz. Bu hiçbir-şey nedir?

Siz böyle bir soru soramazsınız. Zihniniz hiçbir-şeyi bir şeye dönüştürmeye çalışıyor. Siz onu bir şeye dönüştürdüğünüz anda gözden de kaçırmış olursunuz. Hiçbir-şey -yani, boşluk- Tezahür-Etmemiş-Olan’ın bir duyusal-algılama dünyasında dışsal bir fenomen olarak belirmesidir. Onun hakkında ancak bunu söyleyebiliriz ve bu bile bir tür paradokstur. O bir bilgi nesnesi haline gelemez. Siz “hiçbir-şey” üzerine bir doktora yapamazsınız. Bilim adamları uzayı incelediklerinde, çoğunlukla onu bir şeye dönüştürür ve bu yüzden onun özünü tamamen gözden kaçırırlar. Hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, son teori uzayın hiç de boş olmadığı, onun bir maddeyle dolu olduğudur. Bir kez siz bir teori bulduğunuzda, en azından bir başka teori ortaya çıkana dek, bu ilk teorinin doğruluğunu kanıtlayacak bir kanıt bulmak çok zor değildir.

“Hiçbir-şey,” ancak onu kavramaya ya da anlamaya çalışmazsanız sizin için Tezahür-Etmemiş-Olana açılan bir kapı olabilir.

Bizim burada yaptığımız onu anlamaya çalışmak değil mi?

Kesinlikle değil. Ben size Tezahür-Etmemiş-Olan’ın boyutunu yaşamınıza nasıl getirebileceğinizi gösterecek işaret direkleri sunuyorum. Biz onu anlamaya çalışmıyoruz. Ortada anlayacak bir şey yok.

Boşluk hiçbir “mevcudiyete” sahip değildir. “Mevcut olmak” aslında “görülmek” anlamına gelir. Siz boşluğu anlayamazsınız, çünkü o görülmez. O kendi başına bir mevcudiyete sahip olmamasına rağmen, başka her şeyin mevcut olmasına olanak verir. Aynı şekilde, sessizlik de bir mevcudiyete sahip değildir, Tezahür-Etmemiş-Olan da.

Öyleyse eğer dikkatinizi boşluktaki nesnelerden çekip boşluğun kendisinin farkında olursanız ne olur? Bu odanın özü nedir? Mobilya, resimler vs. odamn içindedir, ama onlar oda değildir. Yer, duvarlar ve tavan odanın sınırlarım belirler, ama onlar da oda değildir. Öyleyse odanın özü nedir? Boşluk elbette. Onsuz bir “oda” olmazdı. Boşluk “hiçbir-şey” olduğundan, biz burada olmayanın olandan daha önemli olduğunu söyleyebiliriz. Öyleyse tüm çevrenizde bulunan boşluğun farkında olun. Onun hakkında düşünmeyin. Onu olduğu gibi hissedin. Dikkatinizi “hiçbir-şeye” verin.

Siz bunu yaparken, içinizde bir bilinç değişimi meydana gelir. Bunun nedeni şudur: Boşluktaki mobilya, duvarlar vs. gibi nesnelerin içsel dengi (eşdeğeri) sizin zihin nesnelerinizdir: yani, düşünceler, duygular ve duyular. Ve boşluğun içsel dengi -tıpkı boşluğun her şeyin var olmasını sağlaması gibi- zihin nesnelerinizin var olmalarını sağlayan bilinçtir. Böylece, eğer siz dikkatinizi şeylerden -boşluktaki nesnelerden- geri çekerseniz, dikkatinizi otomatik olarak zihin nesnelerinizden de çekmiş olursunuz. Bir başka deyişle, siz bu yüzden boşluğu ya da sessizliği hem düşünüp hem de onun farkında olamazsınız. Çevrenizdeki boşluğun farkında olarak, aynı zamanda düşüncesizlik boşluğunun, saf bilincin: Tezahür-Etmemiş-Olan in da farkında olursunuz. İşte boşluk üzerinde derin düşünceye dalmak sizin için böylece bir kapı olabilir.

Boşluk ve sessizlik aynı şeyin, aynı hiçbir-şeyin iki veçhesidir. Onlar içsel boşluğun ve içsel sessizliğin: tüm varoluşun sonsuz derecede yaratıcı rahminin bir dışsallaşmasıdır. Çoğu insan bu boyutun hiç bilincinde değildir. Onlar için hiçbir içsel boşluk, hiçbir sessizlik yoktur. Onlar dengesizdir. Bir başka deyişle, onlar dünyayı bilir, ya da bildiklerini düşünür, ama Tanrı’yı bilmezler. Onlar özlerinin bilincinde olmadan, sadece fiziksel ve psikolojik formları de özdeşleşirler. Ve her form son derece değişken ve gelgeç olduğundan, onlar korku içinde yaşarlar. Bu korku onların kendilerini ve diğer insanları derin bir biçimde yanlış algılamalarına, dünyayı çarpık bir biçimde görmelerine neden olur.

Eğer kozmik bir sarsıntı dünyanın sonunu getirseydi, Tezahür-Etmemiş-Olan bundan hiç etkilenmezdi. Mucizeler Kursu bu gerçeği güçlü bir biçimde ifade eder. “Gerçek olan hiçbir şey tehdit edilemez. Gerçek-olmayan hiçbir şey zaten mevcut değildir. Tanrı’nın huzuru da burada yatar.”

Eğer siz Tezahür-Etmemiş-Olan ile bilinçli bir bağlantı içinde kalırsanız, tezahür etmiş olana ve onun içindeki her yaşam formuna formun Ötesindeki Bir (Tek) Yaşam’ın bir ifadesi olarak değer verir, sever ve derin bir biçimde sayarsınız. Siz ayrıca her formun bir gün yok olacağını ve dışarıdaki hiçbir şeyin sonuçta o kadar önemli olmadığım bilirsiniz. Siz İsa’nın deyişiyle, “dünyayı yenmiş,” ya da Buda’nın deyişiyle, “diğer kıyıya geçmişsinizdir.”

Uzay ve Zamanın Gerçek Doğası

Şimdi şunun üzerinde düşünün: Eğer sessizlikten başka bir şey var olmasaydı, sessizlik sizin için mevcut olmayacaktı; siz onun ne olduğunu bilmeyecektiniz. Sadece ses ortaya çıktığında sessizlik de ortaya çıkar. Aynı şekilde, uzayda hiçbir nesne olmadan, sadece uzay var olsaydı, bu uzay da sizin için mevcut olmayacaktı. Kendinizi uzayın enginliğinde, çevrenizde hiçbir yıldız, hiçbir galaksi olmadan, sadece boşlukta süzülen bir1 bilinç noktası olarak hayal edin. Birden, uzay artık engin bir genişliğe sahip olmayacaktı; o var bile olmayacaktı. Buradan oraya (bir nesne ile bir başka nesne arasında) hiçbir hız, hiçbir hareket olmayacaktı. Mesafe ve uzayın var olabilmesi için en azından iki başvuru noktasının bulunması gerekir. Bir iki olduğu anda ve Lao Tse’nin tezahür etmiş dünyayı adlandırdığı gibi, “iki, on-bin şey olduğunda,” uzay giderek daha engin hale gelir. Böylece dünya ve uzay aynı anda ortaya çıkar.

Hiçbir şey uzay olmadan var olamazdı, bununla birlikte uzay hiçbir-şey’dir. Evren oluşmadan önce, “büyük patlamadan” önce doldurulmayı bekleyen boş bir yer (uzay) yoktu. Hiçbir şey olmadığı gibi, hiçbir uzay-boşluk da yoktu. Sadece Tezahür-Etmemiş-Olan, yani Bİr vardı. Bir “on-bin şey” olduğunda, birden Uzay ortaya çıktı ve birçok şeyin var olmasına olanak verdi. 0 nereden gelmişti? O evrene yer sağlamak için Tanrı tarafından mı yaratılmıştı? Elbette değil. Uzay hiçbir-şey’ dir, öyleyse D asla yaratılmamıştır.

Berrak bir gecede dışarı çıkıp gökyüzüne bakın. Çıplak gözle görebileceğiniz binlerce yıldız orada bulunanın son derece küçük bir bölümüdür. Bir milyar galaksinin varlığı çoktan en güçlü teleskoplarla saptanmıştır, her bir galaksi milyarlarca yıldız içeren bir “ada evren”dir. Ancak, daha da huşu verici olan şey uzayın kendisinin sonsuzluğu, tüm bu ihtişamın var olmasını sağlayan derinlik, sessizlik ve devinimsizliktir. Hiçbir şey uzayın akla hayale sığmaz genişliğinden ve sessizliğinden daha huşu verici ve görkemli olamaz; peki ama, o nedir ki? Boşluk, engin bir boşluk.

Evrenimizde zihin ve duyularımızla uzay olarak algıladığımız, bize uzay gibi görünen şey bizzat Tezahür-Etmemiş-Olan’ın dışsallaşmış halidir. O Tanrı’nın “bedenidir.” Ve en büyük mucize şudur: Evrenin var olmasını sağlayan o sessizlik ve enginlik sadece orada, uzayda değil, aynı zamanda sizin içiniz-dedir de. Siz bütünüyle, tamamen mevcut olduğunuzda, onunla düşüncesizliğin sessiz içsel boşluğu olarak karşılaşırsınız. içinizde, o genişlik olarak değil, derinlik olarak engindir. Uzay-sal genişlik nihai olarak sonsuz derinliğin bir yanlış algılanışıdır, ki sonsuz derinlik bir (tek) aşkın realitenin niteliğidir.

Einstein ‘a göre, uzay ve zaman ayrı değildir. Ben bunu gerçek ten anlamıyorum, ama sanırım o zamanın uzayın dördüncü boyutu olduğunu söylüyor. O buna, “uzay-zaman sürekliliği” diyor.

Evet. Sizin dışsal olarak uzay ve zaman diye algıladığınız şey nihai olarak illüzyonidir, ama onlar bir gerçek çekirdeği içerirler. Onlar Tanrı’nın -sizin dışınızda, dışsal bir mevcudiyete sahiplermiş gibi algıladığınız- iki asli niteliği, sonsuzluk ve ebediyettir. Hem uzay hem de zaman, sizin içinizde, sizinkini olduğu gibi kendi gerçek doğalarım da açığa vuran içsel bir eşdeğere sahiptir. Uzay sizin içinizde sessiz, sonsuz derinlikte düşüncesizlik âlemiyken, zamanın içsel eşdeğeri de mevcudiyettir, ebedi Şimdi’nin farkındalığıdır. Onların arasında hiçbir ayrım ve fark olmadığını da hatırlayın. Uzay ve zaman içinizde Tezahür-Etmemiş-Olan, yani düşüncesizlik ve mevcudiyet olarak idrak edildiğinde, dışsal uzay ve zaman sizin için mevcut olmayı sürdürse de, çok daha az önemli hale gelir. Dünya da sizin için mevcut olmayı sürdürür, ama artık sizi bağlayıp sınırlayamaz.

Bu yüzden, dünyanın nihai amacı dünyada değil, dünyayı aşmakta yatar. Tıpkı uzayda hiçbir nesne bulunmasaydı uzayın bilincinde olamayacağınız gibi, Tezahür-Etmemiş-Olan’ın  idrak edilmesi için de dünyaya ihtiyaç vardır. Şu Budist deyişini duymuş olabilirsiniz: “Eğer illüzyon olmasaydı, aydınlanma da olmazdı.” Tezahür-Etmemiş-Olan kendini dünya ve nihai olarak da sizin vasıtanızla tanıyıp bilir. Siz evrenin İlahi amacının gerçekleşmesini sağlamak için buradasınız. İşte siz bu kadar önemlisiniz!

Bilinçli Ölüm

Daha önce sözünü ettiğim rüyasız uykudan başka, istem dışı açılan bir başka kapı daha vardır. O fiziksel ölüm sırasında kısa bir süre için açılır. Yaşamınız sırasında spiritüel idrak için tüm diğer fırsatları kaçırmış olsanız bile, beden öldükten hemen sonra sizin için son bir kapı açılacaktır.

Ölümün eşiğinden dönen insanların çoğu, bu deneyim sırasında bu kapıyı parlak bir ışık olarak gördüğünü bildirmiştir. Bu İnsanların birçoğu, o sırada vecit dolu bir dinginlik ve derin bir huzur hissettiğini de söylemiştir. Tibet’in Ölüler Kitabı’nda bu, “Boşluğun renksiz ışığının parlak ihtişamı” olarak tarif edilir ve bunun “sizin gerçek benliğiniz” olduğu bildirilir. Bu kapı çok kısa bir süre için açılır ve eğer siz yaşarken Tezahür-Etmemiş-Olan’ın boyutuyla karşılaşmamışsanız, büyük bir olasılıkla onu gözden kaçırabilirsiniz. Çoğu insan çok fazla direnç kalıntısı, çok fazla korku, duyusal deneyime çok fazla bağlılık, tezahür etmiş dünya ile çok fazla özdeşleşme taşır. Bu yüzden onlar kapıyı gördüklerinde, korkuyla geri döner ve sonra bilinçlerini yitirirler. Bundan sonra olup bitenin çoğu istem dışı ve otomatik olarak vuku bulur. Eninde sonunda, bir başka doğum ve ölüm devresi olacaktır. Onların mevcudiyetleri henüz bilinçli ölümsüzlük için yeterince güçlü değildir.

Öyleyse bu kapıdan geçmek yok olmak anlamına gelmez…

Tüm diğer kapılarda olduğu gibi, sizin parlak gerçek doğanız kalır, kişilik değil. Her durumda, kişiliğinizde gerçek olan ya da gerçek değere sahip olan her şey gerçek doğanızın içinizden yansımasıdır. Bu asla kaybolmaz. Değere sahip olan, gerçek olan hiçbir şey, asla kaybolmaz.

Ölüme yaklaşmak ve ölüm, yani, fiziksel formun çözülmesi daima spiritüel idrak için büyük bir fırsattır. Bu fırsat çoğunlukla trajik bir biçimde kaçırılır, çünkü biz gerçekten önemli olan her konuda olduğu gibi, ölüm konusunda da hemen hemen cahil olan bir toplumda yaşamaktayız.

Bakın, her kapı aslında bir ölüm kapısıdır: sahte benliğin ölümü. Siz o kapıdan geçtiğinizde, kimliğinizi psikolojik, zihin-ürünü formunuzdan almayı da bırakırsınız. O zaman, tıpkı formla Özdeşleşmenizin bir illüzyon olduğu gibi, ölümün de bir illüzyon olduğunu idrak edersiniz. İllüzyonun sonu: ölüm tümüyle budur. O sadece siz illüzyona sımsıkı sarıldığınız sürece acı vericidi