30 Ocak 2015

Dostoyevski / John Verdon / Paulo Coelho

Seni seviyorum, çünkü bir düş gördüm, sonra bir krala rastladım, billuriye sattım, çölü geçtim, kabileler savaşa tutuştular ve bir simyacının oturduğu yeri öğrenmek için bir kuyunun yanına geldim. Seni seviyorum, çünkü bütün evren sana ulaşmam için işbirliği yaptı.
İnsan sevdiği için sever. Aşkın hiçbir gerekçesi yoktur.
Dünya gerçeklerine oldukları gibi değil de, olmalarını istediğim gibi bakıyorum.
 Düşümü gerçekleştirmekten korkuyorum, çünkü o zaman yaşamak için hiçbir sebebim olmayacak.
 Haindir develer, en küçük bir yorgunluk belirtisi göstermeden binlerce fersah yol alırlar. Ve sonra birden diz üstü çöküp ölürler. Oysa atlar yavaş yavaş yorulurlar. Sen onlardan ne isteyebileceğini ve ne zaman öleceklerini bilirsin.
 Kötülük dedi Simyacı, “insanın ağzından giren şeyde değildir. Kötülük ordan çıkandadır.”
 Her gün, yaşamak ya da ölmek içindi. Her şey yalnızca tek bir şeye bağlıydı: “Mektup”
 Sana hayatın çok basit bir yasasını göstermek için: Gözümüzün önünde büyük hazineler olduğu zaman asla göremeyiz onları. Peki neden bilir misin? Çünkü insanlar hazinelere inanmazlar.
 Yüreğine, acı korkusunun, acının kendisinden de kötü bir şey olduğunu söyle.
 Yüreğin neredeyse hazinen de oradadır.
 Ve delikanlı, Evrenin Ruhu’na daldı ve Evrenin Ruhu’nun Tanrı’nın Ruhu’nun parçası olduğunu gördü ve Tanrı’nın Ruhu’nun kendi ruhu olduğunu gördü.
 Bütün dünyayı kucaklayamayacak kadar küçük biri olduğum için, sahip olduğum az bir şeyi her zaman korumaya çalışırım.
 Bir şeyi gerçekten istediğin zaman, arzunu gerçekleştirmeni sağlamak için bütün evren işbirliği yapar.
 Değeri bilinmeyen her lütuf, felakete dönüşüyor.
 Biraz şikayet edecek olursam, bu yalnızca benim bir insan yüreği olmamdandır ve insanların yürekleri böyle olur. Ulaşmaya layık olmadıklarını ya da ulaşamayacaklarını sandıkları için en büyük düşlerini gerçekleştirmekten korkarlar. Dirilmemek üzere sona ermiş aşklar, olağanüstü olabilecek ama olmayan anlar, keşfedilmesi gereken, ama sonsuza kadar kumların altında kalan hazineler, daha aklımıza gelir gelmez bizler, yürekler hemen ölürüz. Çünkü böyle bir durumla karşılaşınca ölümcül acılar çekeriz.
    Gözler ruhun gücünü gösterir.
    Sevdiğimiz zaman olduğumuzdan daha iyi olmak isteriz her zaman…
    Bulduğun şey saf maddeden yapılmışsa hiçbir zaman çürümeyecektir.
    Belki de Tanrı, çölü, insanlar hurma ağaçlarını görünce sevinsin diye yarattı.
    Bir şeye önem vermek, başlangıçtan başka bir şey değildir.
    Düşlerinin peşinde olduğu sürece hiçbir yürek kesinlikle acı çekmez.
    İnsanlar resimlerin ve sözcüklerin büyüsüne kapılıp sonunda Evrenin Dilini unutur.
    Öyle zamanlar vardır ki, insan hayat ırmağının akış yönünü değiştiremez...Simyacı-Paulo Coelho

Birbirimize hikayeler anlatıyoruz. Gerçek kanıtlarıysa kaçırıyoruz. Sorun bu. Zihnimiz böyle işliyor. Hikayelere çok düşkünüz. Onlara inanma ihtiyacı taşıyoruz. Ve ne oluyor biliyor musun? Bu inanma ihtiyacı seni bataklığa sürüklüyor...Gözlerini Sımsıkı Kapat -John Verdon

Belki de insan yalnızca refahtan değil, acıdan da aynı ölçüde hoşlanıyor. Hatta acının mutluluk kadar yararlı olduğu bile düşünülebilir. İnsanın yeri geldiğinde acıyı, tutkuya varan derecede sevdiği bir gerçektir. Bunu anlamak için insanlık tarihine bakmaya gerek yok, yaşamın ne olduğunu bilen bir insansanız kendi kendinize sorun yeter. Benim kişisel düşünceme göre, yalnızca refahı sevmenin biraz ayıp yanı bile vardır. İyi mi kötü mü olduğunu bilmem ama bazen bir şeyleri kırıp dökmenin bile kendine özgü bir tadı olabiliyor. Bu açıdan,ben ne yalnız başına refahı, ne de yalnız başına acıyı yeğlerim. Acı, kuşku demektir, yadsıma demektir. Bununla birlikte insan gerçek acıyı tatmak istediğinden, çevresinde bir kargaşa yaratmak, yok etmek, dağıtmak hevesinden asla kendisini uzaklaştıramaz. Bizim manevi varlığımızın biricik kaynağı acı değil mi?...Yeraltından Notlar-Dostoyevski

Aret Vartanyan - Sen ve Ben

Artık birisinin çıkıp bana sen güçlüsün demesini sevmiyorum. Ne zaman birisi bana sen güçlüsün dese bıyık altından gülümseyip sadece gökyüzüne bakıyorum. O anda yapmak istediğim, avaz avaz karşımdakinin yüzüne bağırmak. "Sen biliyor musun güçlü olmanın ne demek olduğunu? Sen biliyor musun nasıl gerçekten güçlü olunduğunu?" Söyleyeyim: Yaşadığın her acı, ödediğin her bedel güç dediğin şeyin bir damlası. Tıpkı sarkıtların, dikitlerin oluşması gibi. Her acı biraz daha sertleştiriyor, demircinin nasırlı elleri gibi ruhun sertleşiyor. Öyle bir hal alıyor ki şaşırmamaya başlıyorsun. Düşmekten, yıkılmaktan, kaybetmekten... Gün oluyor seri halde pata küte vuruyorlar kafana, biri bitti derken diğeri sol kroşeyi indiriyor. Ve sen güçleniyorsun. Ölmediğin ve dayak yediğin her gün biraz daha güçleniyorsun. En sonunda Azrail ile sohbet edebilir hale geliyorsun. Sonra da karşına geçip sana güçlüsün diyorlar.

Bülent Ecevit - Sonra

Burada bitsin mi hikaye
Başlasam mı yeniden her şeye
Yine Tanrı mı olsam, yaratsam mı kendimi
Ateşle havayla suyla mı
Yalnız eniyle boyuyla mı, neyle kursam
Boş mu versem tanrılığı
Bir başıma otursam
Ne ateş
Ne hava
Ne su
Ne en
Ne boy
Ne Habil
Ne Kabil
Ne soy!
Ne ben
Ne Tanrı

1953

Sahte dindarlara ve aşkı böyle yaşayamayanlara ithaf edilir...

Zamanın birinde, âlim zatlardan birisi, bir nehir kenarında namaza durmuş. Mecnun bir kişi, tam o sırada sözde alim zatın önünden geçmiş. Adam, öfkeyle namazını bozarak, o mecnun kişiye seslenmiş:
- bre melun! Görmez misin ki namaza duruyorum. Ne diye önümden geçersin? Mecnun kişinin dervişe verdiği cevap ise çok ilginçtir:
- Ben Leylanın aşkıyla senin namaz kıldığını görmezken, sen  Mevla'nın aşkıyla durduğun namazında beni nasıl görüyorsun.
Sahte dindarlara ve aşkı böyle yaşayamayanlara ithaf edilir...

28 Ocak 2015

Özdemir Asaf’ın kızından yaşanmış bir hayat hikâyesi

  
 Özdemir Asaf’ın kızından yaşanmış bir hayat hikâyesi

Şair Özdemir Asaf 1981'de, 58 yaşında İstanbul'da öldü. 34 yıl önce yitirdiğimiz şair Özdemir Asaf’ı saygıyla anıyoruz. Asaf'ın kızı Seda Arun babasıyla geçen bir hikayeyi şöyle anlatıyor...

Bir ilkokul. Okulun ilk günü. Birinci sınıf. Öğretmenleriyle ilk kez karşılaşan çocukların kulaklarında; “Şiir bilenler parmak kaldırsın” sözü çınlar. Parmak kaldıran öğrencilerin sayısı, iki elin parmaklarını geçmez. Öğretmenleri sırayla hepsini çağırır. Tahtaya kalkan çocuk, başı ile sınıfı selamladıktan sonra şiirini okur, hazır ol vaziyetinde.  

Biri Atatürk ile ilgili şiir okur, biri 23 Nisan, öteki 19 Mayıs, bir diğeri 29 Ekim, kimileri de annem, okulum, öğretmenim. Her şiir okuyan büyük alkış alır. Sıra kendisine gelen seda da tahtaya koşar, büyük bir sevinçle. Beyaz kurdeleler ile örülmüş saçları dalgalanır bu sırada. Rugan ayakkabılarını bitiştirdiğinde çıkan sesle içi gıcırdar, ama heyecanı daha ağır basmaktadır.

Bir şair olan babasının arkadaşlarının evlerini ziyaretleri sırasında, babasının çok sık okuduğu bir şiiri ezberlemiştir Seda. Babasından büyük ve önemli şair yoktur elbetteki o’nun için. Rugan ayakkabıların iç gıcıklayan sesi sınıf içerisinde yankılanmasa da okulda yankılanır.

Ölebilirim genç yaşımda,
En güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim.
Şimdi kavak yelleri esiyorken başımda,
Sevgilim,
Seni bir akşamüstü düşündürebilirim.

Sınıftaki sessizlik artarken, seda’nın heyecanı da artar. “Hani nerede alkışlar, hani nerede tebrikler?” soruları kafasının içinde yankılanır, birkaç saniye önce arkadaşlarının kulaklarında yankılanan mesaj şiiri gibi. Şiirin bitmesiyle başlayan sessizlik, seda’nın kafasının içinde artan bir çığlığa dönüşür. “Neden?” sessizliği ilk bozan kişi elbette öğretmenidir.

"Sen bu şiiri nereden biliyorsun? Kim ezberletti bu şiiri? Kimin şiiri bu?"

Sessizlik artmaya devam etseydi diye düşünmekten kendini alamaz Seda, ama yanıtlamaktan da geri kalmaz.

"Babamın."
"Baban ne iş yapıyor?"
"Matbaacı."
"Babana söyle, yarın okula gelsin."

Akşam eve gider gitmez olanları anlatır babasına Seda ve beklediği gibi bir yanıt alır. Evet, sessizce dinleyen baba güler, yalnızca güler.

Bu olayı anlatan Seda Arun, şu cümleler ile devam eder: “Uzun saçları, gür bıyıkları, siyah beresi, bakışlarındaki ışıltısı, r’leri söyleyemeyişi, onu arkadaşlarımın babalarından ayırıyordu. Babamın Özdemir Asaf olduğunu öğrenmem için ilk kitabının basılmasını beklemem gerektiğini o günlerde bilmiyordum.”

Neyzen Tevfik - Geçer


Izdırabın sonu yok sanma, bu alem de geçer,
Ömr-i fani gibidir, gün de geçer, dem de geçer,
Gam karar eyliyemez hande-i hurrem de geçer,
Devr-i şadi de geçer, gussa-i matem de geçer,
Gece gündüz yok olur, an-ı dem adem de geçer,

Bu tecelli-i hayat aşk ile büktü belimi,
Çağlıyan göz yaşı mı, yoksa ki hicran seli mi?
İnleyen saz-ı kazanın acaba bam teli mi?
Çevrilir dest-i kaderle bu şu'unun fili mi,
Ney susar, mey dökülür, gulgule-i Cem de geçer,

İbret aldın, okudunsa şu yaman dünyadan,
Nefsini kurtara gör masyad-ı mafihadan.
Niyyet-i hilkatı bul aşk-ı cihan aradan,
Önü yoktan, sonu boktan, bu kuru da'vadan
Utanır gayret-i gufranla cehennem de geçer.

Ne şeriat, ne tarikat, ne hakikat, ne türe,
Süremez hükmünü bunlar yaşadıkça bu küre
Cahilin korku kokan defterini Tanrı düre!
Ma'rifet mahkemesinde verilen hükme göre,
Cennet iflas eder, efsane-i Adem de geçer.

Serseri Neyzen'in aşkınla kulak ver sözüne,
Girmemiştir bu avalim, bu bedyi' gözüne.
Cehlinin kudreti baktırmadı kendi özüne.
Pir olur sakiy-i gül çehre bakılmaz yüzüne,
Hak olur pir-i mugan, sohbet-i hemdem de geçer.


Neyzen Tevfik - Geçer (Kendi Sesinden) - YouTube

24 Ocak 2015

Uğur Mumcu - Yolsuzluk, Şiddet, Bağımlılık

Bir toplum böyle çöker işte!.. Devletin yerini kaba kuvvet alır, susulur. Yasanın yerini Allah alır, korkulur. Yolsuzluklar, cinayetler birbirini izler, eller kollar bağlanıp götürülür. Vuran vurur, öldüren öldürür ve bütün bunlardan sonra, bir çete gelir ve devleti teslim alır.
Cumhuriyet, 15 Ocak 1976, Bir Örnek...
 

22 Ocak 2015

İnsanlık Ülküsü ve Barış Özlemi

 
İnsanlık ülküsü
Artık insanlık kavramı, vicdanlarımızı temizlemeye ve duygularımızı yüceltmeye yardım edecek kadar yükselmiştir.
1931 (Atatürk’ün S.D.II, s. 273)

İnsanları mutlu edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak, insanlıktan uzak ve son derece üzülünecek bir sistemdir. İnsanları mutlu edecek tek yol, onları birbirlerine yaklaştırarak, onlara birbirlerini sevdirerek, karşılıklı maddî ve manevî gereksinimlerini temine yarayan hareket ve enerjidir. Dünya barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ülkü yolcularının çoğalması ve başarılı olmasıyla mümkün olacaktır.
1931 (Atatürk’ün S.D.1I, s. 273)

İnsanlıkta mutluluk, insanoğullarının birbirine yaklaşması, insanların birbirini sevmesi, hepsinin temiz duygu ve düşüncelerini birleştirmesiyle olacaktır.
1936 (Atatürk’ün R.Y.G.S., s.237)

Çok büyük milletlere ait küçük memleketler vardır. Gelecek, öteki milletlerden çok bu milletlere aittir.
(Marcel Sauvage, Ayın Tarihi, Atatürk’ün Vefatları, Sayı: 60, 1938, s.174)

Macar Heyeti’ni kabulü sırasında söylemiştir:
– Bir milletin büyüklüğü coğrafî yüzölçümü ile değil, yüreğinin soyluluğu, ülküsünün yüksekliği ile ölçülür.

1934 (Hakimiyeti Milliye gazetesi, 1.1.1934, s.3)

Bayrak, bir milletin bağımsızlık işaretidir. Düşmanın da olsa saygı göstermek gerekir.
(Muzaffer Kılıç, Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk, III, Der: N.A. Banoğlu, s. 12)

Biz kimsenin düşmanı değiliz! Yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız.
1936 (Ferit Celâl Güven, Ülkü Dergisi, Cilt: XII, Sayı: 70, 1938, s. 314)

Düşman kim ve herhangi milletten olursa olsun, bence birdir.
1920 (Ayın Tarihi, No: 50, 1938, s. 31)

Bizim intikamımız, zalimlerin zulmüne karşıdır. Onlarda zulüm hissi yaşadıkça bizde de intikam hissi devam edecektir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 89)

Çanakkale Savaşları’nda kolunu kaybeden Fransız Generali Gouraud ile uzun yıllar sonra Ankara’da karşılaştıkları zaman, Genaral’in yanında bulunan Fransız Büyükelçisi Chambrun’a söylediği söz:
– Türk topraklarında yatan onun şerefli kolu, memleketlerimiz arasında son derece değerli bir bağdır.

1930 (Charles de Chambrun, Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk III, Der: NA. Banoğlu, s.33)

Çanakkale’de Mehmetçik Anıtı’nı ziyaret edip bir konuşma yapacak olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya, Çanakkale Savaşları’nda diğer milletlerden ölen askerlere de hitap edilmek üzere verdiği not:
Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada, bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve rahat içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını savaşa gönderen analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır.

1934 (Uluğ İğdemir, Atatürk ve Anzaklar, 1978, s. 6; Yekta Ragıp Önen, Dünya gazetesi, 10. 11. 1953’ten alıntı).

Barış özlemi
Geleceğin yüksek ufuklarından doğmaya başlayan güneş,yüzyıllardan beri acı çeken milletlerin talihidir. Bu talihin, artık bir daha siyah bulutlara bürünmemesi, milletlerin ve onların önderlerinin dikkat ve özverisine bağlıdır.
1928 (Atatürk’ün S.D.11, s. 250 – 251)

Biz, yaşama ve bağımsızlık için mücadele eden ve bu kanlı mücadele manzarası karşısında bütün uygarlık dünyasının duygusuz, seyirci kaldığını görmekle içi kan ağlamış İnsanlarız.
1922 (Atatürk’ün S.D.11, s. 38)

İnsanlığa yönelmiş fikir hareketi, er geç başarılı olacaktır. Bütün mazlum milletler, zalimleri bir gün yok edecek ve ortadan kaldıracaktır. O zaman dünya yüzünden zalim ve mazlum kelimeleri kalkacak, insanlık kendisine yakışan bir toplumsal duruma erişecektir.      
1922 (Atatürk’ün S.D.11, s. 29)

Kesinlikle uygar, insanî ve barışçı ülkü belirmelidir.
1930 (Afetinan, Kemal Atatürk’ü Anarken, 1956, s.168)

Korkunç savaş araçları, özellikle uçak ve denizaltılar in büyük bir hızla gelişmekte olduğundan söz edilirken söylediği bir söz:
– Belki bu ilerlemedir ki, bir gün savaşı imkânsız hale getirecek, böylece dünyada sürekli bir barış dönemi açılmış
olacaktır.

(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s. 150)

İnsanlığa hizmet
Macar bilgini Prof. Zayti Ferenç’e söylemiştir:
Biz Türkler ve siz Macarlar kardeşiz. Ne yazık ki, biz i’lâ-yi kelimetullah* diye İslâm âleminin, siz de rûhullah ** diye Hıristiyanlığın yüzyıllarca öncülüğünü yaparak, boş yere birbirimizin yok olmasına çalıştık. Böyle bir şaşkınlığa düşeceğimize, iki kardeş millet el ele verseydik, insanlığa ne büyük hizmet ederdik.

1932 (Hasan Cemil Çambel, Makaleler, Hatıralar, s. 77)

Bir sabah Mısır Büyükelçisi’ne, Çankaya sırtlarından doğmakta olan güneşi göstererek söyledikleri:
Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün doğu milletlerinin de uyanışını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşacak daha çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşları, şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelmiş olarak gerçekleşecektir. Bu milletler, bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen, bunları yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerini, milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı alacaktır.

1933 (Dünya gazetesi, 20. 12. 1954)

Savaşçı olamam; çünkü, savaşın acıklı hallerini herkesten İyi bilirim!
(Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, s. 110)

Büyük milletler, felâket günlerinde şerefli sınavlar vermeye fırsat bulurlar.
(Nuri Ardıç, Hatıralar, Görüşler Adana Halkevi Dergisi,Sayı: 13-14, 1939, s. 31)

Milletleri antlaşmalardan çok duygular bağlar.
1937 (Ulus gazetesi, 20. 3. 1937)

Amerikalı havacılara söylemiştir:
Kıt’aları birleştirirken, milletleri yaklaştırıyorsunuz.
1931 (Milliyet gazetesi, 2. 8. 1931)

Yabancı gazetecilere söylemiştir:
Yakınlık sağlanmasında basının rolü çok değerlidir.
1930 (Vakit gazetesi, 31. 10. 1930)

Önderler ve milletlerin mutluluğu
Milletler gam ve keder bilmemelidir. Şeflerin görevi,yaşamı neşe ve sevinçle karşılamak hususunda milletlerine yol göstermektir.

Vaktiyle kitaplar karıştırdım. Yaşam hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı her şeyi kara görüyordu. "Madem ki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki geçici ömür esnasında neşe ve mutluluğa yer bulunamaz!" diyorlardı. Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki: "Madem ki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız sürece şen ve neşeli olalım." Ben kendi karakterim bakımından ikinci yaşam görüşünü tercih ediyorum, fakat şu kayıtlar içinde: Bütün insanlığın varlığını kendi kişiliklerinde gören adamlar mutsuzdurlar. Besbelli ki o adam birey olarak yok olacaktır. Herhangi bir kişinin, yaşadıkça memnun ve mesut olması için gereken şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Akıllı bir adam, ancak bu şekilde hareket edebilir. Yaşamda tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek kuşakların şerefi, varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir. Bir insan böyle hareket ederken, "Benden sonra gelecekler acaba böyle bir ruhla çalıştığımı fark edecekler mi? diye bile düşünmemelidir. Hatta en mutlu olanlar, hizmetlerinin bütün kuşaklarca gizli kalmasını tercih edecek karakterde bulunanlardır.

Herkesin kendine göre bir zevki var: Kimi bahçe ile meşgul olmak, güzel çiçekler yetiştirmek ister; bazı insanlar da adam yetiştirmekten hoşlanır. Bahçesinde çiçek yetiştiren adam, çiçekten bir şey bekler mi? Adam yetiştiren adam da, çiçek yetiştirendeki duygularla hareket edebilmelidir. Ancak bu şekilde düşünen ve çalışan adamlardır ki, memleketlerine ve milletlerine ve bunların geleceğine faydalı olabilirler. Bir adam ki, memleketin ve milletin mutluluğunu düşünmekten daha çok kendini düşünür, o adamın değeri ikinci derecededir. Esas değeri kendine veren ve bağlı olduğu millet ve memleketi ancak kişiliği ile ayakta gören adamlar, milletlerinin mutluluğuna hizmet etmiş sayılmazlar. 

Ancak kendilerinden sonrakileri düşünebilenler, milletlerini yaşamak ve ilerlemek imkânlarına eriştirirler. Kendi gidince ilerleme ve hareket durur zannetmek bir dalgınlıktır.Şimdiye kadar söz ettiğim noktalar, ayrı ayrı toplumlara aittir. Fakat, bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan, bağlı olduğu milletin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin mutluluğuna ne kadar değer veriyorsa bütün dünya milletlerinin mutluluğuna hizmet etmeye elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akıllı adamlar takdir ederler ki, bu yolda çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü, dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve mutluluğunu temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında huzur, açıklık ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendi kendisi için ne yaparsa yapsın, huzurdan mahrumdur. Onun için ben sevdiklerime şunu tavsiye ederim : Milletleri yöneten adamlar, doğal olarak evvelâ ve evvelâ kendi milletinin varlığının ve mutluluğunun yaratıcısı olmak isterler. Fakat, aynı zamanda bütün milletler için aynı şeyi istemek gerekir. Bütün dünya olayları bize bunu açıktan açığa kanıtlar. En uzakta zannettiğimiz bir olayın bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz. Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir organı saymak gerekir. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün organlar etkilenir.

"Dünyanın filân yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne?" dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa, tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz. Olay ne kadar uzak olursa olsun bu esastan şaşmamak gerekir. İşte bu düşünüş, insanları, milletleri ve hükümetleri bencillikten kurtarır. Bencillik kişisel olsun, millî olsun daima fena sayılmalıdır. O halde konuştuklarımızdan şu sonucu çıkaracağım: Doğal olarak kendimiz için bütün gereken şeyleri düşüneceğiz ve gereğini yapacağız. Fakat bundan sonra bütün dünya ile ilgileneceğiz. Kısa bir örnek: Ben askerim. Genel Savaş’ta bir ordunun başında idim. Türkiye’de diğer ordular ve onların komutanları vardı. Ben yalnız kendi ordumla değil, öteki ordularla da meşgul oluyordum. Bir gün Erzurum cephesindeki hareketlere ait bir sorun üzerinde durduğum sırada yaverim dedi ki: "Niçin size ait olmayan sorunlarla da uğraşıyorsunuz?" Cevap verdim: "Ben bütün orduların durumunu iyice bilmezsem, kendi ordumu nasıl yöneteceğimi belirleyemem." Bir devlet ve milleti yönetme durumunda bulunanların daima göz önünde tutmaları gerekensorun budur.
1937 (Ulus gazetesi, 20. 3. 1937)

Vatandaşların, bir milletin bireyleri olmak bakımından millete, onun devlet ve hükümetine ve bağlı olduğu milletin uygar insanlığın bir ailesi olması açısından, bütün insanlığa karşı birtakım görevleri vardır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk’ün El Yazıları, s. 16)

Hayyam ” Ağzımda boğul! İç kana kana! Bu dünyaya bir daha gelmeyeceksin asla!”

Kitaplara, insanlara sormaktan usanmış, bir gün bir testiye sordum. 
Dudaklarımı dudaklarına koydum ve mırıldandım: 
” Ne zaman öleceğim? 
Nereye gideceğim?” 
cevap verdi: 
” Ağzımda boğul!  İç kana kana! 
Bu dünyaya bir daha gelmeyeceksin asla!”
***

Dinle dinsizliğin arası bir tek soluk; 
Düşle gerçeğin arası bir tek soluk. 
Aldığın her soluğun değerini bil 
Bütün yaşamak macerası bir tek soluk.

Küçük İskender - De Gülüm

 
de gülüm! De ki: ela bir günde geleceğim
istanbul darmadağın olacak, saçlarım
darmadağın. Hepsi, darmadağın!
üzülme gülüm! Toparlanacağız, birlikte,
ayağa da kalkacağız, yürüyeceğiz de gülüm
hem de çelikten toprağını dele dele hayatın!
 
de gülüm! De ki: bitmiştir umut, bitmiştir
sevgi, bitmiştir güven!
güven bana gülüm!
sana bitmemişliği öğretecek, tattıracaktır
hasretten-hakikaten-ten değiştiren yüzüm!

göreceksin gülüm! Bekle!
hırslarımız, acılarımız gitgide ihanetlere
hainlere, ezilmelere alışacak..
göreceksin-sevinçten ağlayacaksın gülüm-ki
işte o vakit bana-doğrudur!
- şair olmak, seni sevmek pek çok yakışacak!

bak! şiirler var, mektuplar var, çocuklar var,
sokaklar var, kediler!
inan bana gülüm, ölüm yok bir tek! ölüm yok bize!
ölüm inananlar için sessizce
kara kaplı kitaplardan çıkartılacak..
göreceksin gülüm! Bekle! Göreceksin!
artık hiçbir insan, hiçbir kavga ve hiçbirimiz
bu dünyada, yapayalnız, umarsız kalmayacak!

Carl Rogers'a göre Yaratıcılık

 
İnsanın eğilimi içinde gizli kalmış olana dönüşmek ve kendini güncelleştirmektir. 
Organizmanın çevresiyle yeni ilişkilere girdiği zamanki yaratıcılığının ilk nedeni bu eğilimdir...Yaratıcılık, belli bir anlamla sınırlı değildir. Kendini tuval üzerinde veya bir senfoni ile gösteren yaratıcılıkla, yeni bir makinanın icadı veya kendi öz kişiliğini düzeltmeye çalışma yaratıcılığı arasında temelde hiçbir fark yoktur. 

Biz burada delilikten yatıyoruz kardeşim, salaklıktan değil !

Adamın birisinin, arabasının lastiği tam tımarhanenin önünde patlar.
Adam arabayı kenara zor yanaştırır.
Sonraki işlem malum.. Kriko, stepne, bijon anahtarı ve tekeri söker.
Ama söktüğü 4 adet bijon, yuvarlanıp yağmur mazgalına düşer.
Mazgal açılır gibi değil, bijonlar görünmüyor bile.
Adam bir sağına bakar, bir soluna bakar, çaresiz kaldırıma çöker.

Olayı en başından beri tımarhanenin demir parmaklıklı penceresinden izleyen bir deli, seslenir;
- Ula salak! Sen ne yapıyorsun orda öyle?
- Sorma birader, lastik patladı ve değiştirirken bijonları mazgala düşürdüm.
- Düşündüğün şeye bak! Diğer lastiklerden birer tane bijon çıkar.
Hepsi 3 bijonlu olsun. Seni, lastikçiye kadar idare eder.
Adam hemen denileni yapar. Ve akıl hastanesindeki deliye seslenir:
- Senin ne işin var tımarhanede?
Cevap müthiştir..
- Biz burada delilikten yatıyoruz kardeşim, salaklıktan değil ! 

21 Ocak 2015

Leylâ Erbil’in Yol Güncesi

“...galatapera’da da deniz kıyısıyla çevrili sur kalıntıları / kalıntıların altı / daha da altı / daha daha altı / uygarlığımızın saldırısına uğramış / geçmişin sonsuz alt katlarına doğru açılan / ölü kentlerin ruhları iç içe / hem yabancı hem bizim sayılan / hem bizim olan hem olmayan / hem yeraltı hem yerüstünün ruhunu taşıyan / bu merhametsiz kentin insanlarıyız ve yakında çok yakında zalim zamanın bir hiçi kadar yakında biz de aşağıya gideceğimizi bilerek şimdilik dolanıp durmaktayız toprağın üzerinde / iö 194’lerde septimius severus’un – esmer, upuzun boylu kıvırcık kara saçlı – yıktığı kent surlarını, büyük constantinus’un 326’larda yeni surlarla çevirip sınırlarını genişleterek / taş sütunları hipodromda spina üzerine dizdiği / hamamlar, heykeller, burmalı sütun ve bir limanla süslediği ve bir kitaplık kurduğu kentin bugüne kalmış yıkık dökük topraklarından avuçiçi kadarının kaderinde de bizim ev, ön ve arka bahçe olmak varmış. / sınırlıdır bahçe...” (Leylâ Erbil, “Kalan”)

 
Evet, bütünüyle bir Yol Güncesi’dir Leylâ Erbil edebiyatı.
Böyle yazar Leylâ Erbil.
Kimi zaman bugünün şurasında.
Kimi zaman ise Bizans’ın kim bilir neredesinde.
Keskindir viraj alışları.
Molaları, tarihin yurtsamalarıdır. Ve Leylâ Erbil’de yollar, hiç bitmez. Zamanın geleneksel bölümlenişlerine ise hemen hiç rastlanmaz. Ne bugüne saplanıp kalır ne de yarın düşlerine kapılır. Hele dünsüz, dünlersiz, geçmişinden gövertilmemiş şimdiki zamanlar, neredeyse ilenç kaynağıdır bu yazarın sözcük dağarcığında.
Ve ona göre zamanın geçmişe uzanışı, hiç sınır tanımaz.
Kendi çok çok öznel zamanlarının ve o zamanların kuytuluklarında gizli hakikatin peşine düştüğünde bile: “sözcüklerden örülü bir metin / hakikatine olabilir bu metnin / metnin içeriği / metnin içeriği / metnin içeriği / yazarın yakıştırmasıyla / hakikati ele geçirme çabasından başka / ne olabilir / ele geçirilemez olduğunun bilinci / yazarın hakikati / yazdığı metin mi / metnin hakikati / yazarın özü mü / tözü mü / hakikatin metni / yazarınki mi / ne olursa olsun / bu şimdiden / tıka basa şüpheyle doldurulmuş kuyudan çıkmak için / çocukluğa / daha da dibe/ toprağın altına inip binip göreceğim.” (“Kalan”). 

 
Leylâ Erbil’in ülkesinin edebiyatında “Kalan” kadar daha ilk sözcüğünden başlayarak felsefenin sorgulamalarıyla gerdeğe girmiş bir metin daha yoktur. “Kalan” yayımlandıktan bir süre sonra, roman üzerine yine bu sütunlarda bir şeyler çiziktirmiştim. Ve yazı çıktığı gün, Leylâ Erbil’den bir telefon geldi. Sözcükleri hâlâ ve aynı sözdizimi ile belleğimde: “Bugüne kadar epey yazıldı bu roman üzerine ...Ama yazılanların hiçbiri metnin felsefeye ne kadar yaslanmış olduğunu sizin kadar yakalayamadı...”
Belki de ötekiler, bu yazarı kafalarında hep masasının başında kalem kullanan biri diye canlandırmaktan, onun sözcüklerin denizindeki Evliya Çelebi tavrını yakalayamadıkları içindir!
Ve şimdi, Leylâ Erbil’in birinci ölüm yıldönümünde, yazarları ve şairleri hep çıktıkları yolculuklarda yakalamanın ustası olan editörü ve dostu Rûken Kızıler’den koca bir müjde: “Ondan geriye yazı adına kalan ne varsa hepsini basıma hazırlıyoruz...”

Orhan Veli - Yalnız Seni Arıyorum

Yalnız Seni Arıyorum (Nahit Hanıma Mektuplar)
Seni kendime karşı biraz daha alakalı görmek herhalde hoşuma gidecekti. Ama ne yapalım, hisler zorlanmaya gelmez. Karşılıklı duygularımızın samimi olması daha iyi. Son mektuplarımı soğuk bulduğunu söylüyorsun. Soğuk buluşun belki de öyle bulmak istediğin içindir. Biraz da kendini dinle. Ama her şeye rağmen biraz da haklı olabileceğini düşünüyorum. İçimde bir yeis var. Seni çok bekledim. Ancak yazın görülebileceğimizi tahmin ediyordum. Yegane ümidin dahi tahakkuk edemediğini görmek beni ister istemez düşündürdü. Demek ki artık karşı karşıya gelebilmemiz çok güç bir şey. İnsan karşılaşmanın bile bu kadar güç olduğunu düşünürse, günün birinde birlikte yaşayabileceğine nasıl inanır? Daha uzun zaman birbirimizi görmeden yaşamaya mahkum olduğumuzu düşünmenin ne biçim bir şey olduğunu tasavvur edebiliyor musun? Bana artık birbirimizden bütün bütün ayrılmışız gibi geliyor. Bundan sonra mektuplaşmamız da tuhaf olacak. Kaderleri ta başlangıçta ayrılmış, her biri ayrı birer kıtada kalmış iki eski sevgilinin ömürlerinin sonunda birbirlerinden haber alması gibi. Sen bundaki acılığı duymuyor musun ? Ben çok duyuyorum. İradelerimiz bundan ileriye geçemiyor demek. Ne zayıf mahluklarmışız. Zayıf olan, zayıf olduğu için de kabahatli olan ihtimal daha çok benim. Bununla beraber hayatımın böyle bir istikamet alışında senin büyük bir payın olduğunu da kabul etmek lazım. Seni tanımasaydım herhalde başka türlü bir insan olurdum. Daha mı iyi olurdu bilmiyorum; ama herhalde daha az bedbaht olurdum. Bunun niçin böyle olduğuna sen pek akıl erdiremezsin. Çünkü kendinin benim hayatımda nasıl var olduğunu ve ne vakitten beri var olduğunu bilemezsin. Ben evvela senin için bir eğlenceydim, ama sen benim için hiçbir zaman öyle olmadın.

Aşk da Özgürlüğün Sembolü Simone de Beauvoir

Kendi paramı kendim kazandığım ve kimse için harcama yapmak zorunda olmadığım için çok mutluyum. Vedrine’in ve Kos’un içinde bulunduğu durum oldukça trajik, ama hiçbir zaman beni etkilemiyor. Çünkü hayatımı istediğim gibi yaşamakta kendimi özgür hissediyorum ve kendimden başka kimseye karşı da sorumluluk duymuyorum. Kendimi olayların akışına bir süre bıraksam bile istediğim zaman yine bu durumdan kurtulabilirim. Karanlığın içinden kurtulmak için, içlerinde şansın ve olanakların en iyisine sahip olan yine benim. İşte bu her şeyde deneyim ve ilginçlikten tat almayı sağlıyor.

Sartre’la karşılaştığım zaman, her şeyi kazandığıma inanmıştım Onun yanında benim kendimi gerçekleştirmem başarısızlığa uğrayamazdı. Şimdi kendi kendime şunu söylüyorum: Kurtuluşu bir başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur. Benim ve Sartre’ın bilinçli olarak giriştiğimiz deney çok aşırı, o ölçüde de tutkulu bir deneydir; biz ikimiz arasında yürürlükte olan bağlılık bir yana, başka aşklar da yaşamak istedik, fakat galiba önemli bir meseleyi unuttuk. Acaba üçüncüsü ne diyecek, bu tür bir ilişkiyi nasıl karşılayacaktı? Öyle anlar oldu ki üçüncüsü bizim havamıza rahatlıkla ayak uydurdu, aramızdaki bağ dostluklara, aşk kokan arkadaşlıklara, geçici sevdalanmalara hak tanıyordu. Fakat üçüncüsü daha fazlasını isteyince, bulduğu ile yetinmeyince çatışma başlıyor ve üçüncü hep kaybediyordu. Hemen belirteyim, Sartre ile olan beraberliğimiz otuz yıldır hiç bozulmadan sürüp gidiyorsa, bilin ki üçüncüler arada harcanmış, kurduğumuz sisteme kurban gitmişlerdir…

Bir gün bana beyaz bir sayfa üstüne sözcükler atmanın onun için ne denli kolay, ne denli güç olduğunu anlatmaya çalıştı. Gerekli olan dedi bana, boşluğa güven duymak.” “Yazdıklarınızın her satırında ‘yaşamınızda öyle biri’ olmadığımı açıkça gördüm ve hissettim. Gerçekten siz ve ben bir bütün oluşturuyoruz; bu olağanüstü bir güç. Bunu hissettiğim zamanlarda her şey bana vız geliyor.” Hayatta bizi hiçbir şeyin ayırmayacağını belirttiğinizi okuyunca çifte mutluluk yaşadım” İkimizin de ne kadar kuvvetli insanlar olduğumuzu düşünmek hoşuma gidiyor. Burada bizim değer yargılarımızın ve yaşam biçimimizin zaferini görüyorum. Sizi başarıya ulaştıran yalnızca ilişkimiz değildi. Yüzde yüz yaşam tarzınız, ahlak anlayışınız ve benim de kendime ait bir yaşamımın olması sonucuydu

Birine güvenerek onu sevdiğiniz zaman, benim sizi sevdiğim gibi, o zaman karşınızdakinin her davranışını yumuşak, her sözcüğünü aşağı yukarı doğru ve belirleyici bir unsur gibi alıyorsunuz. Oysa karşısındakine tam olarak güvenmeden, onu yarım yamalak bir sevgi ve yapay tatlı sözler ve davranışlarla seven kişiler ancak belirlenmiş nesneler olabilirler. Yani onlar bir parantezin içindedir. Ve tek olamamak kendini parantezin içine koymak demek. Ben de bazen parantezlerin arasına giriyorum. Ve işte o zaman bende tuzağa düşmüş oluyorum. Hayatınızda bir şey oluyorum. Şüphesiz her zaman beni gerçekten sevdiğinizi düşündüm. Oysa şimdi biz tek kişiyiz diyorum ki, bu da az önce söylediğimin tam zıddı.

Size daha güzel mektuplar yazacağım. Bugün çok sıkıcı bir gündü, ama yavan değildi. Hiçbir zaman kendimi yavan hissetmem. Sizi hafif trajik ve biraz da kendini bırakmış bir biçimde seviyorum. Kendine mukayyet olmak çok hoş. Mutluluk için eskisine oranla daha az kaygılanıyorum veya en azından mutluluk benim açımdan dünyayı kavrayabilmek için ayrıcalıklı bir durum. Tıpkı çok iyi bir orkestra tarafından çalınan bir senfoni gibi.

Sizi göremedikten sonra yalnız olmayı tercih ederim. Kendimi bana hiçbir şey kazandırmayan insanlar için harcamaktan tiksiniyorum. Beni merak etmeyin sevgilim, yalnızca görünürde neşesizim. Sonuç olarak hep yaşadığımızdan fazlasını yazıyoruz. Çünkü yazdığımız an da çevremizde gördüklerimizi betimliyoruz. Dünyanın berbatlığı veya yaşamın tatsızlığı vs. 

Kendimi o kadar özgür hissediyorum ki, bu neredeyse beni mutluluktan ağlatacak. Mutluysam bu sizin sayenizde. Benim mutluluğum da sizi mutlu ediyorsa, bu çok adil bir çark olacak. Bugün kendimi mutsuz hissediyorum, uzun zamandır hiç böyle olmamıştım. Bu ne karamsarlık, ne de boşluk duygusu, çırılçıplak bir mutsuzluk. Bu aralar çok okumalıyım, yoksa hüzünleneceğim.

Sevgilim o zamanlar hala gençtik ve dünyanın nereye gideceği belli değildi. Şimdiyse dünyanın nereye gittiği belli: karanlığa gidiyor.

18 Ocak 2015

Ece Temelkuran » Pazar hayali

Hava bir tuhaf. Hayal kurmaya yönelik bir tutum var havada. Kaçmaya müsait bir bulutluluk. Bir balkon olsa şimdi. Kimsenin seni tanımadığı bir şehirde. Kahvenin içine konyak kendiliğinden düşse, kocaman bir hırkanın içinde olsan şimdi sen. Bir şeyi terk etmiş olsan. Mesela bir şehri. Mesela kendini, yüzünü filan mesela. Sadece otelin kat görevlisi bilse ismini, sadece tesadüfen. İsminin yanlış telaffuz edildiği bir şehir olsa bu, sen de artık başka bir isme sahip olsan.
 Biri gelse...
Üstünde kocaman kocaman giysiler olsa, kocaman bir kazak, kocaman bir pantolon, kocaman çoraplar, iç organlarına kadar ısınmış olsan. İçeride televizyonun sesi açık olsa ve çok güzel müzikler vardır ya, hani günün üzerinde bir buğu yaratan, hayatı photoshop’layan müzikler, onlardan biri çalsa. Bir kitap okuyor olsan. Şöyle kocaman bir şey. Çalışıyor olsan hatta, altını çize çize. Bir şey öğreniyor olsan kitaptan. Koltuk tam sana göre olsa oturduğun, sehpa öyle. Sen tam kendine göre olsan. Bir papatya kadar dengeli.
Tam sen kitabı bitirdiğinde, gözlerin ağrıdığında biraz, kapı çalsa. Uzun zamandır görmediğin, artık aramaya da utandığın biri, seni hiç utandırmadan kapıda dursa. Çok eski bir dost olsa bu. O kadar eski olsa ki arada geçen zamanda ne olup bittiğini konuşmadan sohbet edebilsen. Gülsen gülsen...
Konuşmasan...
Akşam olsa birazcık. Madrid’de mesela jambon dükkânlarından birinde, ayakta şarapla biraz jambon yesen. Tek derdin damağını kesen ekmek kabuğu olsa. İnsanlara baksan, diyelim ki Buenos Aires’te o eski kahvelerden birinde, yüksek tavanlı olarak. Petersburg’da olsan mesela, oteline sarı saçlı bir kız o at arabalarından biriyle götürse seni, beyaz gece uzasa. Uzasa uzasa ve kimse seni merak etmese. Şam’da Hıristiyan Mahallesi’nin ara sokaklarında kaybolsan yürüye yürüye. Hiç konuşmasan kimseyle. Kimse de seninle konuşmaya çalışmasa.
Beyrut’ta akşam olsa, Deny’s barda sana kimse bir şey sormasa. Yüzünden anlasalar ne içeceğini. Gece bastırsa Paris’te, bir çatı katında bir yatağa kıvrılsan. Çinko su borularından güvercinlerin ayak sesleri duyulsa. Camda yağmur izlerini uzatsa, kısa kısa.
Görünmesen...
Çok güzel bir rüya görsen, huzurlu bir şey. Kalabalık olmayan bir rüya. Uyansan uyku bittiği zaman uyansan ama. Denize karşı kahvaltı etsen. Yine konuşmasan kimseyle. Kimse de sana bir soru sormasa.
Böyle kaç gün geçse... Böyle kaç gün geçse insan yeniden konuşmayı ister? Görünmeyi? Nefesinin sesini duyana kadar beklesen. Yatağa başını koyduğunda, yan dönüp kulağın yastığa dayandığında kalp sesini duyarsın ya kendinin. Öyle kaç gece geçse yeniden kalkıp kalabalıklara karışmak ister insan? Sorulara cevap vermeyi?
Kocaman giysilerin olsa üzerinde, iç organlarına kadar ısınmış olsan. Ellerinin kazak kollarının içinde...
Hava bir tuhaf. Hayal kurmaya yönelik bir tutum var havada. Kaçmaya müsait bir bulutluluk.

15 Ocak 2015

Nazım Hikmet - Mavi Liman


Çok yorgunum, beni bekleme kaptan. 
Seyir defterini başkası yazsın. 
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman. 
Beni o limana çıkaramazsın...

11 Ocak 2015

Halil cibran “düşünceler”

Bugünün acısı, dünün hazzının anısıdır.

Anımsamak bir tür buluşmadır.
Unutmak ise bir tür özgürlük.

Yüreğimdeki mühür
kalbim kırılmadan çözülebilir mi?

Sevgililer birbirlerinden çok
aralarındakini kucaklarlar.

Arkadaşlık her zaman için
tatlı bir sorumluluktur,
asla bir fırsat değil.

Ancak büyük bir acı veya büyük bir sevinç
senin gerçeğini açığa çıkarabilir.
İşte böyle bir anda
ya güneş altında çıplak danset,
ya da çarmıhını taşı.

İnsanlık, sonsuzluğun dışından
sonsuzluğa akan bir ışık nehridir.

Şafağa ancak
gecenin yolunu izleyerek ulaşılabilir.

Gariptir ki,
kimi zevklerin tutkusudur,
acılarımızın bir kısmını oluşturan.

Kişinin hayal gücüyle, düşlerinin gerçeklesmesi arasındaki mesafe,
yalnızca onun yoğun isteğiyle aşılabilir.

Cennet orada,
şu kapının ardında,
hemen yandaki odada;
ama ben anahtarı kaybettim.
Belki de sadece koyduğum yeri unuttum.

Kuş tüyünde uyuyanların düşlerinin,
toprak üzerinde uyuyanlarınkinden
daha güzel olmadığı gerçeğinde,
yaşamın adaletine olan inancımı
yitirmem mümkün mü?

Bana kulak ver ki,
sana ses verebileyim.

Karşındakinin gerçeği
sana açıkladıklarında değil,
açıklayamadıklarındadır.
Bu yüzden onu anlamak istiyorsan,
söylediklerine değil,
söylemediklerine kulak ver. 

Yalnızlığım, insanlar geveze hatalarımı övüp,
sessiz erdemlerimi eleştirmeye
başladığında doğdu.

Bir gerçek her zaman bilinmek,
ama ara sıra söylenmek içindir.

İçimizdeki gerçek olan sessiz,
edinilmiş olan ise gevezedir.
Yaşam kalbini okuyacak
bir şarkıcı bulamazsa,
aklını konusacak
bir filozof yaratır.

Zihnimiz bir süngerdir,
yüreğimizse bir nehir.
Çoğumuzun akmak yerine,
sünger gibi emmeyi seçmesi ne garip
Eger kış,
‘Baharı yüreğimde saklıyorum’
deseydi, ona kim inanırdı?

Öğretilerin çoğu pencere camı gibidir.
Arkasındaki gerçeği görürsün,
ama cam seni gerçekten ayırır.

Yürüyenlerle birlikte yürümeyi yeğlerim,
durup yürüyenlerin geçişini seyretmek değil. 

Evim der ki, ‘Beni bırakma,
çünkü burada senin geçmişin yaşıyor.’
Yolum der ki, ‘ Gel ve beni izle,
çünkü ben senin geleceğinim.’
Ve ben hem eve, hem de yola derim ki,
‘Benim ne geçmişim,
ne de geleceğim var.
Eğer kalırsam,
kalışımda bir ayrılış vardır;
gidersem,
ayrılışımda bir kalış.

Yalnızca sevgi ve ölüm
her şeyi değiştirebilir.’
Ağaçlar yeryüzünün
gökkubbeye yazdığı şiirlerdir.
Ama biz onları devirir ve
boşluğumuzu kaydedebilmek için
kağıda dönüştürürüz. 
Sözler zamansızdır.
Onları zamansızlıklarını bilerek
söylemeli ya da yazmalısın.

Seçme Şiirler

 
Her Soluk Alışta
Kaldırın bugün
ne kadar engel varsa
güneşle aranızda,
elinizin değdiği her şey
gökyüzü koksun

Türkülerle doldurun göğsünüzü
açılın kırlara çiçekler devşirin
kolan vurun ağaçtan ağaca
her soluk alışta duysanız bile
o zonkloyan hüznü
Bugün ilkyazın ilk günü...Kemal Özer
 

Hep Böyle
Anlaşıldı kara günler için doğmuşuz,
İçli dışlı olmuşuz acılarla.
Aydınlığın dar kapılarından
Geçemeyiz güle oynaya
Bayram kaçağıyız.

Topladığımız gönül çiçekleri
Kucağımızda sararıp solar
Utanır da veremeyiz
Sunamayız dilimiz dolaşır
Oysa neler düşlemişizdir geceden.

"Hepimiz…" diyor sevgili kızım
Yeni yıl için çektiği telde,
"Esenlikler dolu günler dileriz!"
Benim de en içten dileğim bu…
Daha çoğuna yetmiyor ki, gücümüz.

Hep böyle sevgili kızım,
Yıl boyu,
İçiçe olacağız düşlerimizle…
Biz dileklerle doğar,
Yaşar gideriz, hep dileklerde.
Mutluluklar esenlikler ne varsa
Hep veresiyesinde yeni yılların,
Günebakanız, ayçiçeğiyiz!...Rıfat Ilgaz

Biten Sene ve Gelen Yeni Yıl
Katılmamış hesapları koyup hesaba
Gelen üç yüz altmış beş günle kucaklarım
Eksilerimi kefeye koyup tartarım artılarla
Yeni yılda yeni bir hesap açarım
Merhaba yeni yıla, dostlara ve hayata...İbrahim Ethem Bingül

Haziran
Aşktır, yırtıldı yırtılacak bir anı gibi
eski sesli haziranın tam ortasından,
tam duyuldu duyulacak derken yalnızlığın
sesi aşktır, açılır bir şiirin her yerinde:
– Yalnızlık kokuyorsun demiş miydi Edip Bey,
öyleyse haziran kokuyorsun demiştir bir de
şunu: Bir anıya bir başka anıdan ne
kalır, elbet aşkın ortasında haziran kalır!
Bir yazı bile şurda-burda birlikte
tamamlamadan henüz, bir yaz daha
çıkarma telaşından sakın! Ne haziran
kalır geriye ne o adamla kadın!
Şimdiden teşekkürler bir anıyı böyle
dayanıklı kılan iyiliğine, aşkın
ve haziranın trenini kaçırma, ocakta
ateşçisi ol ve öv onu, hızlı geçen
şubatta yavaşlığına bak kırların, martta
makas değiştir, istasyonda bekleyen çocuğu
benim için öp, o senin çocukluğun!
Mayısı havalandır, sonrası hazirandır…
Hazirandır, yalnızlık gibi aşkın ortasındadır...Haydar Ergülen

Yazılamayan Zaman
Herşeyi yazarım da
zamanı yazamam-
o yazar çünkü
beni.
Yazar beni
yavaş yavaş
özenli-
azalta azalta
görkemli-
sanki
dolduracakmış
olduracakmış
gibi.
Halbuki
sıyırıp düşürmüştür
tırnağımdaki çürüğü
parmağımdaki yarayı

kabuk kabuk
geçirmiş-
geçerken, sanki
çoğalta çoğalta
yazarak
beni:
özenli
görkemli...Oruç Aruoba

Aşkın başlangıcı 
Ey gülümseyiş, ilk gülümseyiş, bizim gülümseyişimiz.
İnsan nasıl da o: ıhlamurların kokusunu soluyuş, 
parlak sessizliğini dinleyiş, birden,birbirimizdeyken, 
yukarlara bakış ve şaşkınlık, gülümseyinceye dek biz.
 
O gülümseyişte anıınsanması vardı 
bir tavşanın, karşıki çimende oynayan.
O gülümseyişin çocukluğu böyleydi.
Daha ağırbaşlı bir etki bıraktı onda 
sonradan gördüğümüz kuğunun devinmesi: 
durgun havuzu bölüyordu kuğu, 
sessiz akşamı ikiye bölercesine.
Ve saf, açık göğe çizilmiş, 
gelecek gecelerle kaynaşan ağaçların tepeleri 
o gülümseyişin taslağını çizmişlerdi 
yüzümüzde esriyen geleceğe karşı...Rainer Maria Rilke

Her Neyse
Orada
beni düşünüyorsun
Hissettim bunu:
Bir şiddetli rüzgar gibi
aşarak tepeleri
geçerek boğazları
ulaştı buraya
geldi dokundu bana
düşünmen beni.
Orada
beni düşünüyorsan
hissetmelisin bunu:
Bir rengarenk ışın gibi
aşarak tepeleri
geçerek boğazları
ulaşmak oraya
gelip dokunmak istiyor sana
düşünmem seni...Oruç Aruoba

Walter Benjamin - Parıltılar

 Neyle ölçüyor insan kendi gücünü ?
‘uğradığımız yenilgilerle zayıflıklarımız yüzünden nerede başarısız olmuşsak orada kendimizi aşağı görür , utanırız.. oysa güçlü olduğumuz noktalarda aşağıladığımız şey kendi yenilgimizdir , utanç duyduğumuz şey de talihsizliğimizdir.. zafer ve talihle mi ölçüyoruz gücümüzü ? en köklü zayıflıklarımızı , hiçbir şeyin zafer ve talih kadar kolayca açığa çıkaramadığını bilmeyen var mı ? bir mücadelede ya da aşkta kazanılan bir zaferden sonra , zayıflığından dolayı şaşkınca ve ürperircesine sevinerek içinden ‘bu ben miyim ? ben ki en zayıfıyım , bütün bunlar bana mı ?’ sorusunun geçtiğini hissetmeyen var mıdır ? ayağa kalkmanın bütün hilelerini öğrendiğimiz ve utançtan yüzümüzün kıpkırmızı kesildiği yenilgilerse başka.. şöhret , alkol , para ya da aşkla , gücü hangi alanda olursa olsun , insan orada ne doğru dürüst davranmasını bilir , ne onur tanır , ne rezil olma korkusu.. en bezirgan yahudi bile müşterisi önünde casanova’nın , charpillion’a karşı davrandığı kadar küstah hareket edemez.. bu tür insanlar kendi güçleri çerçevesinde idare ederler ortalığı.. ama asıl fecaat güçlü olmanın bedelindedir.. bir sarnıcın içinde oturup yaşamaya çalışmak.. içinde yaşarsak budalayızdır , bize yaklaşan olmaz , çukurlara yuvarlanır , ne kadar engel varsa hepsine takılır kalırız , pislikleri eşeleyip durur toprağı da rezil ederiz.. ama pisliğe ancak böylesine bulaşmışken artık yenilmeyiz..’ 

10 Ocak 2015

Richard Dawkins 'Ateizm'

Benim ya da diğer ateistlerin din karşısında ara sıra takındığımız bu düşmanca tavır sadece kelimelerle sınırlıdır. Ben ilahiyat kaynaklı bir tartışma yüzünden hiçbir yere bomba atmayacağım, kimsenin kafasını kesmeyeceğim, kimseye taş fırlatmayacağım, kimseyi çarmıha gerip yakmayacağım, kimseye işkence etmeyeceğim veya gökdelenlere uçakla çarpmayacağım. 

Marcus Aurelius "Hayatımız düşüncelerimizin eseridir."

    
 Algılarını, isteklerini ve içgüdülerini sona erdirirsen ruhun özgürdür.

    Dalgaların art arda gelip çarptıkları kaya gibi ol: Sağlam, kıpırtısız, çevresinde kaynayan suların dinginleşmesini seyreden.

    Dimdik durmalısın, başkaları seni ayakta tutmasın.

    Güç zihninizdedir, - dışarıda bir yerlerde değil. Bunu anladığınızda dayanıklılık gücünüzü de bulacaksınız.
     
    Hayatımız düşüncelerimizin eseridir.

    İnsanlar kır evlerinde, deniz kenarlarında ve dağlarda inzivaya çekilecek yer arar; sen de buna şiddetli bir özlem duyuyorsun. Fakat bu özlem çok cahilcedir. Eğer inzivaya çekilme isteği duyuyorsan, gayet mümkün ve basittir bu: İn­san dilediği zaman kendi içinde inzivaya çekilebilir. Üstelik insan inzivaya çekilmek için kendi içinden, kendi ruhundan daha huzurlu, daha sakin hiçbir yer bulamaz, özellikle de kendinde inzivaya çekildiğinde ona huzur verecek şeylere sahipse.

    Kendi mutluluğunuz sadece kendinize bağlıdır.

    Öfke ve üzüntü, bize, bizi öfkelendiren ya da üzen şeylerin kendilerinden çok daha fazla zarar verir.

    Ruhunun yapmak istediği şeyleri yapmadığın için acı çektin.

07 Ocak 2015

Charlie Chaplin " Hayat ön provası yapılmamış bir tiyatro gösterisidir. "

Aklım başımda olduğu için Tanrı'ya inanmıyorum.    

Ayna benim en iyi arkadaşımdır; çünkü ben ağladığımda o asla gülmez...
    
Beni anladıkları için, seni anlamadıkları için alkışlıyorlar.

    (Albert Einstein'a söylediği söz.)

    Benim hayatımdaki en büyük düşman zamandır.
 
    Gülüşlerim, acılarımı örtmeye çalışan acı işçilerdir.
 
    Bir kişiyi öldürürsen katil, milyonlarca kişiyi öldürürsen kahramansın.
 
    Dünya herkese yetecek büyüklükte. Onun için, başkasının yerini kapmaktansa, çalışarak gerçek yerinizi bulun.
 
    Genellikle insanlar sizi kritik edip sizinle alay etmek için her zaman bir eksiğinizi bulacak ve kimse sizi olduğunuz gibi kabul etmeye yanaşmayacaktır. Bunun için,doğru bildiğiniz şekilde yaşayın ve kalbinizin sizi yönlendirdiği yere gidin!
 
    Gün sonunda yapmadıklarınla değil yaptıklarınla yargılanırsın.
 
    Hayat dar alanda trajedi, geniş açıda komedidir.

    Hayat ön provası yapılmamış bir tiyatro gösterisidir. Bu, alkışı olmayan tiyatronun perdesi kapanmadan; gülün, şarkı söyleyin, dans edin, âşık olun... Hayatınızın her anını değerlendirin.

    İnsanlar ölmeyi bildikleri sürece özgürlük yok olmayacaktır. Hayatta beni mutsuz edebilecek en büyük şey, lükse alışmaktır.
    Gülümsemeden geçirdiğin hergün, kayıp bir gündür.
    Konuşursam beni sadece İngilizce bilenler anlayacak; ama sessiz bir filmi herkes anlayabilir ve dünya İngiltere'den ibaret değil.
    Neden olmasın? Ne de olsa kendi malı.

    ("Tanrı ruhunu affetsin" diyen papaza cevabı.) Son sözleri

    Zaman en iyi yazardır. Her zaman mükemmel sonu yazar.

    Üzgünüm ama ben bir imparator olmak istemiyorum. Bu benim işim değil. Kimseyi yönetmek ya da fethetmek de istemiyorum. Herkese yardım etmek istiyorum.Yahudi, Yahudi olmayan, zenci, beyaz. Hepimiz başkalarına yardım etmeliyiz. İnsanlık böyle başlar. Biz birbirimizin mutluluğu için yaşamayı isteriz, kötülüğü için değil. Biz birbirimizin mutluluğu için yaşamayı isteriz, üzüntüsü için değil. Bu dünyada, herkes için yer vardır, yeryüzü zengindir ve bunu herkes paylaşabilir. Yaşam tarzımız özgürlük ve güzellik olmalıdır. Ama biz yolumuzu kaybettik. Açgözlülük insan ruhunu zehirledi, dünyayı nefretle kuşattı, bazıları bizi üzüntü içinde bıraktı. Hızlı geliştik ama bu sırada kendimize de zarar verdik. İstediklerimizi elde etmek için makineleri kullandık. Bilgimizi olumsuz, zekamızı sert ve kaba kullandık. Çok fazla düşündük ama çok az hissettik. Makinelerden çok, insanlığa ihtiyacımız var. Zekadan çok şefkat ve kibarlığa ihtiyacımız var. Bunlar olmadan yaşam şiddet dolu olur ve her şeyi kaybederiz.

    Uçaklar ve radyo bizi yakınlaştırıyor. Bu icatlar insanlığın erdemlerini etkileyecek ve insanlar arasındaki kardeşliği ve birliği geçekleştirebilecek. Şu anda bile sesim milyonlarca insana, milyonlarca umutsuz erkek, kadın ve çocuğa erişiyor. Sistemin kurbanlarına ve işkence çeken kişilere ve hapisteki masum insanlara. Beni duyanlara şunu söyleyeceğim, umutsuzluğa kapılmayın. Umutsuzluk şu an üzerimizde ama bunu da atlatacağız. İnsanlığın ilerlemesinden korkanlar ezilip gidecekler. İnsanlığın nefreti geçecek, diktatörler ölecek ve onların insanlardan aldığı güç insanlara geri dönecektir. Son insan ölene kadar özgürlük asla yok olmayacaktır.

    Askerler, kendinizi bu zebanilere teslim etmeyin. Sizi küçümseyen, sizleri köle yapan yaşamlarınızı sistematikleştiren, ne düşüneceğinizi, ne hissedeceğinizi, ne yapacağınızı söyleyen sizi terbiye eden, size koyun gibi davranıp, savaşa gönderen bu insanlara. Kendinizi makine kalpli, makine düşünceli, bu makine kalpli, makina adamlara teslim etmeyin. Sizler makine değilsiniz, sizler koyun değilsiniz, sizler insansınız. Kalbinizde insanlık sevgisine sahipsiniz. Sizler nefret etmezsiniz sadece hiç sevilmemiş olanlar nefret eder hiç sevilmemişlik doğal olmayandır. Sevgisiz ve nefret dolu olmayın. Askerler, kölelik için savaşmayın, özgürlük için savaşın!


Hayatı çok ciddiye almadım…
O da beni ciddiye almadı…
Yokmuşum gibi davrandı.
Olsun küskünlüğüm yok !
Zaten büyük hesapların adamı olmadım hiç !
Bir an sonrası belli olmayan hayatta
Uzun vadeli planlar yapmadım.
Her an bir yerlere gidecekmiş gibi
Valizimi hazır beklettim.
İkiyüzlüler maske takmamı istediler.
Bıyık altından gülenlerde oldu…
Olsun geceleyin yastığa başımı rahat koyuyorum ya,
Bu yeter bana !
Şöyle geriye dönüp mazime baktığım zaman,
Çok da kaybettiğim bir şey yok esasen...

Pınar Selek - Baldan Umut

Şimdi yeniden başlarken, sizlerle bir hikayeyi paylaşmak istiyorum. Lise yıllarında dinlediğim bir hikaye. Yürüttüğümüz özgürlük ve demokrasi mücadelesindeki duruşumuzla etkimiz ve başarımız arasındaki ilişkiyi bize sorgulatan bir hikaye. Beni çok etkilemişti. Tüm arkadaşlarıma anlattım. Bazıları biliyorlarmış. Gerçek olması muhtemel. Öyle diyorlar. Hatta anlatanlar adres bile gösteriyor.

Kısaca şöyle: Köyün birinde arıcılıkla uğraşan bir ailenin beş altı yaşlarındaki çocuğu yemeden içmeden kesilivermiş. Su ve bal dışında bir şeyin yüzüne bakmıyormuş. Ne ekmek, ne süt, ne şeker kesinlikle yemiyormuş. Ailenin, akrabaların, arkadaşların, tüm köy halkının çabaları işe yaramamış. Ufaklık balı parmaklıyor, başka hiçbir şeyi ağzına koymuyormuş. Gitikçe zayıflayan çocuğu doktor doktor, hoca hoca gezdirmişler. Büyülere, telkinlere götürmüşler. Para etmemiş. Çocuğun gözü baldan başka bir şey görmüyormuş. Tabii ağzı ve midesi de öyle...

Sonra bir gün bilen kişiler bir erenden övgüyle bahsetmişler. Her gün bir kapıya giden aile, iskelete dönen çocuğu alıp eren kişinin kapısına varmış. Yaşlı adam onları uzun uzun dinledikten sonra bir iç geçirmiş ve demiş ki:
- "Bilmiyorum, belki elimden bir şey gelir ama bana on gün müsaade etmeniz gerekir. Yine de size söz veremem. On gün sonra ne olur bilemem. Belki bir yardımım dokunur."
Ailenin tüm ısrarlarına rağmen yaşlı adam on gün sonra görüşmek üzere onları yolcu etmiş.

On gün boyunca çocuğu kapı kapı gezdiren, ufaklığın hiçbir telkin tınmayan sabit bakışlarını ve iyice güçsüzleşen bedenini umutsuzca izleyen aile, on gün sonra yaşlı adamın karşısına çıkmışlar. Yaşlı adam sabırsızlıkla kendisine bakan anneyle babanın elinden çocuğu tutup yanına çekmiş, ona şöyle bir bakmış:
- "Baldan başka şeyler de yeniyor, daha iyi oluyor..." demiş ve bir parça ekmek uzatmış. Çocuk da başını sallayıp ekmeği kemirmeye başlamış.

O günden sonra her şeyi yemeğe başlayan çocuğun ailesi bayram etmiş tabii. Ama babası bir yandan da büyük bir meraka düşmüş. "Bu dervişin söyledilerini bin kere başkaları da söyledi. Daha güzel, daha etkileyici laflar edenler de oldu. Ama çocuk niye bu adamı dinledi? İhtiyardaki keramet nedir? Dur hele... Belki işime yarar... İşin sırrını öğrenirsem herkese istediğim her şeyi yaptırırım" deyip yaşlı adamın peşine düşmüş. Onu görür görmez dolambaçlı yollardan sorusunu sormuş.

Derviş bu karmaşık laflar içindeki soruyu farkedince gülümsemiş. "Basit" demiş. "Ben de bal düşkünüyüm. Kulübenin arkasında iki kovan var. Bazı günler sadece bal yiyorum. Başka şey yemek hiç canım istemiyor. Zorunluluktan yiyorum. Siz çocuğu getirdiğinizde ağzımdan çıkan sözün sahibi olmak için on gün müsaade istedim ve on gün ağzıma bal koymadım. Zor oldu ama başardım. Gördüm ki baldan başka şeyler de yenirmiş. Bunu söyledim. Çocuk benim kendi söylediklerime yürekten inandığımı hissetti. Bu nedenle inandı" demiş ve keramet avcısı babanın gözlerine bakıp sözlerini şöyle bitirmiş: "Yürekten akan sözler yüreğe akar. Ağızdan çıkan sözler ise bir kulaktan girer bir kulaktan çıkar..."


Hikaye böyle bitiyor. Demokrasi, özgürlük, solculuk, devrimcilik, onur, ahlâk... Birçok kavramın sloganlaşıp ranta bulaştığı, ortalığı inançsızlık sardığı bir dönemde, bu hikayeyi hatırlamak bile bana güç veriyor. Umut veriyor...

Umarım herkese verir.

05 Ocak 2015

Bir Çöl Rüzgarı Ömrümüz - Ömer Hayyam

Rubailer
Yoğun bir acıyla titrediğinde ve artık gözyaşların da akmadığında, yağmurdan sonra harelenen çimenleri düşün! Ne zaman duru bir gökyüzüyle çılgına dönüp, sonsuz bir gecenin dünyaya çökmesini dilersen, uykusunda gülümseyen bir çocuğu hatırla!

Her aşkın başlangıcı: Tatlılık, dostluk ve güzellik!
Ardından, sevmeler okşamalar! Ve sonra, yırtık bir zarf gibi yürekler…
Herbiri bir yanda!
Yeryüzünde yüzyıllar boyu okunan ender ozanlardan biri Hayyam.

Bu ölümlü dünya güzelliğinin anlamını sorgulayan şiirleri insanların dilinden düşmüyor.İnsanın temel sorunlarının konu edinildiği rubailer, katı düşünce sistemlerinin egemen olduğu bir dünyada hayatın güzelliklerini öne çıkarmasıyla her dönemde yaygın biçimde okundu

Neye yarar?
Bir meyhaneye çöküp vicdanı sınava
çekmek. Camide secdeye kapanmak bitmiş
bir ruhla. Bir yazgımız olduğunu bilmek
ve ne yazıldığını hiç bilmemek:

Dert değil!

Öyle davran ki,
kimse bilgeliğinden acı çekmesin. Kendini
tut, öfkelenme. Gerçek bir gönül arılığına
varmak istiyorsan, senden başka hiç kimseye
vurmayan
talihine gülümse!

Ne aşağılıktır,
sevmesini bilmeyen, sevgiden esrimeyen
yürek! Sevmiyorsan eğer, ayın ya da
güneşin tatlı parlak ışınlarına nasıl
değer biçersin?

Cehennem
korkakları sığınırlar tapınaklara…
Tanrı’nın yüceliğini bilenler, kalplerine
sokmazlar böyle düşünceleri!

Definemiz
şarap, köşkümüz meyhane. Sarhoşluk
ve susuzluk en eski dostlarımız. Bir
hırka, bir kadeh, bir ruh ve bir yürekle
ne topraktan sakınınız, ne
ateşten
ne sudan!

Yakınma
bu dünyada dostlarının azlığından!
Birkaç candostundan öte umursamaz
hiçbiri. Bir insanın elini almadan
önce, o elin bir gün sana vurmayacağını
düşün!

Cenneti
ve cehennemi arıyordum, dünyanın ve
sonsuzluğun ötesinde. Görkemli bir ses
yankılandı göklerde: “Ne arıyorsun?
Cennet de sendedir, cehennem de!”

Umurumda
değil dünya! Doldur kadehi güzelim.
Dudakların bir goncagül bu akşam…
Yanakların gibi lâl olsun şarap…
Ve pişmanlıklarım uçup gitsin
zülfündeki
rüzgârla!

Ben, her zaman
Ermişlerin veresiye mutluluğuna karşın
yaşam şarabının peşin coşkusunu seçtim.
Gönlüm yok
Uzaktan hoş gelen tambur sesinde!

Gül gibi
bir yüzü okşamadan önce, dikenlerini
ç›karmalısın bedeninden, benliğinden!
Bak şu tarağa: Bir odun parçasıydı..
Kesildi, parçalandı, ne acılar çekti.
Ama şimdi, bir güzelin kokulu
saçlarında!

Tanrı,
ey Tanrı, cevap ver bize: Göz verdin,
güzellikler verdin. Mutluluğu tattırdın!
“Bakma, görme!” diyorsun, “Tatma”
diyorsun… Dolu bir kadehi boşaltmadan
ters çevirin
bakalım!

Sabah rüzgârı,
giysilerinden soyunan güllerin fisıltısıyla
duyulduğunda, yalnız biri vardır yaşam› anlamlı
olan: Uykuda gülümseyen masum bir genç
kız! İşte buna içmeli ve kırmalı
kadehi sonra!

Bilgisizler, 
ya da çokbilmifller: “Ruh ve beden ayrıdır.”
derler! Ben de derim ki: “Şarap
var, şarap! Ayrılığı›, endişeyi yok
eden!”

Ölümden
korkmuyorum! Doğduğum andan beri yakamı
bırakmayan hayata yeğlerim ölümü! Nedir
ki hayat? Ben istemeden, bana emanet
edilen armağan… Umursamadan geri
vereceğim!

Biraz ekmek,
biraz taze su! Bir ağaç gölgesi ve gözlerin! Hiçbir
Sultan benden mutlu değildir artğk! Ve
hiçbir dilenci,
benim gibi kederli!

Her aşkın
bafllangıcı: Tatlılık, dostluk ve güzellik!
Ardından, sevmeler okşamalar! Ve sonra, yırtık
bir zarf gibi yürekler… Herbiri bir
yanda!

“İçme artık,
Hayyam!” diyorlar bana. Oysa ben içince
anlıyorum lâlelerin, güllerin, zambakların dilini.
Ve karşımda suskun duran sevgilimi!

Bak, ne diyor
gül: “Dünyanın hârikasıyım! Bir damla
gülsuyuna, nasıl kıyarlar bana?” İçini çekti bülbül:
“Bir mutlu günün ardından bin yıl gelir
gözyaşlarıyla!”

Yoğun
bir acıyla titrediğinde ve artık gözyaşların
akmadığında, yağmurdan sonra harelenen çimenleri
düşün! Ne zaman duru bir gökyüzüyle çılgına
dönüp, sonsuz bir gecenin dünyaya çökmesini
dilersen, uykusunda gülümseyen bir çocuğu
hatırla!

Şems-i Tebrizi - Hiç

 
"Sözün kıymetini " Lal " olandan,
Ekmeğin kıymetini " " olandan,
Aşkın kıymetini " Hiç " olandan öğrenmeli insan...'' 
 
 

F. Wilhelm Foerster 'Biz bu dünyaya anlaşılmak için değil, anlamak için geldik.'

 
Beraber yaşayan insanların birbirini iyice anlaması gerektiğini iddia etmek yanlış bir anlayıştan doğar...
Anlaşılmak çok az insana nasip olan bir lükstür; hele en iyi ve en derin şeyler hayatta hep yanlış anlaşılır...
Biz bu dünyaya anlaşılmak için değil, anlamak için geldik...
Anlaşılmamanın üzüntüsünü duyacağımız yerde, bütün ruhumuzla başkalarını anlamaya çalışsak, hayat daha güzelleşir...
Zaten çoğu zaman biz bile kendimizi anlayamazken, başkaları nasıl anlayabilirler?
 Alman pedagog F. W. Foerster

Paulo Coelho - Işığın Savaşçısının Elkitabı


 
Bu dünyaya aittirler, başkalarının hayatlarının bir parçasıdırlar, yolculuklarına çıkarken sırtlarında heybeleri, ayaklarında sandaletleri yoktur. Çoğu kez cesaretsizdirler. Her zaman doğru kararı alamazlar. En önemsiz şeyler için üzülürler, düşünceleri sıradandır, bazen de büyüyemeyeceklerine inanırlar. Çoğu kez, lütuf görmeyi ya da mucizeyi hak etmediklerini düşünürler. Bu dünyada ne yaptıklarına her zaman emin olamazlar. Hayatlarının anlamsız olduğuna inanarak uykusuz geceler geçirirler. İşte bu yüzden ışığın savaşçısıdırlar. Hata yaptıkları için. Kendilerine soru sordukları için. Bir neden aradıkları için- ve onu kesinlikle bulacakları için...

Şükrü Erbaş - Okyanusu Gösteren Su

 

Cam tozu gibi bir yağmur yağıyordu. Yağmur değil de silme gökyüzü kesilmiş bir ağustos güneşi, yedi rengini savura savura dünyamıza dökülüyordu. Kentin en küçük meydanı bile insanda iyilik duyguları uyandıran bir genişlik kazanmıştı. Herkes kirpiklerinden sızan iki su damlasıyla bakıyordu birbirine. Sokaklar, bahçeler, çatılar, ıslandıkça yemyeşildi. Bu ağustos denizinde dağlar, sisten yontulmuş birer gemiydi, herkesin içindeki yolculuğu büyüten. Bütün evler pencerelerini açmış, gizli hülyalarına soluk aldırıyordu. Yağmur değil bir barıştı bu. İnsanların insanlarla, insanların nesnelerle olan ilişkisine bir incelik, bir güzellik gelmişti. Trenlerin ufka çizdiği karakalem keder, kapıların büyüttüğü alışkanlıklar, içini çeken aşk, mahkeme salonlarının ceza kokan adaleti, çarşılarda burgaçlanan yoksulluk, yaşlıların bir iç sese dönen yalnızlığı, yalan olma değerini bile yitirmiş bir siyaset, günde yirmi dört saat kutsanan şiddet, paradan başka hiçbir değeri olmayan adamların onur kırıcı saltanatı… Kötülük ya da keder olarak içimizden dışımızdan bizi kuşatan ne varsa, yağmurla birdenbire gerçekliğin dışına çıkmıştı. Doğa, yaşama sevincini suyla sokmuş olmalıydı insanın yüreğine.

     Yağmurdan mı doğmuştu, yoksa yağmurla tenimize sızan güneşin bize bir bağışı mıydı, yaşamın yalnızca acı ve korku olmadığını göstermek için. Dar vakitlerde gelen iyi haberlere benziyordu, insana tüm çektiklerini unutturan. Her hareketinde, Ferhat’ın suyu getirdiği anda yaşadığı kendini aşmış bir aşkın doyumu vardı. Şenlik ateşleri gibi gülümsüyordu. Rüzgar öyle gezerdi buğday tarlalarında. Saçlarındaki dalgalanmaya bakarsan bir öğrenci yürüyüşünden geliyor olmalıydı. Teri özgürlük kokuyordu ve sesinde bir halkın kalbi atıyordu. Deniz çocuğu olduğu kesindi, yoksa neden durmadan gökyüzüne baksındı, cebinde bir tutam yosunla. Hapislerin rüyaları kadar yakıcı, gerçek ve zengindi. Büyük ve önemli şeylerin değil de küçük ve değerli şeylerin altına çizgiler çeken bir görme ustasıydı. Babaların annelerin doğrularından çok, çocukların yanlışlarına inanıyor ve seviniyordu. Yarasını öperek öyle bir bakışı vardı ki, gözlerinde birazcık duran herkes, bir olanaksızlığı yaşama gücüne dönüştürmenin tüm gizini öğrenebilirdi. Okyanusa benzeyen bir suya benziyordu. Her insanda gidilebilecek uzaklığı bilmek gibi bir gücü vardı. Bu yüzden incelikli bir gülümsemeyle bakıyordu telaşımıza. Karın tüm yönleri sildiği bir düzlükte incecik bir yol gibiydi sesi. Ateşler içinde yatıyorduk da eli alnımıza şefkat taşıyordu. Bir kuşun bir dala konması neyse öyle bir şeydi varlığı. Gülüşü, sisle gün ışığının dokunduğu bir orman gibi gamzeleniyordu. Gözyaşı bile dinginlik veriyordu insana. Bir kentin akşam saatlerinden çok sabah sokaklarına benziyordu. Konuşmuyor da, gecikmiş bir su, sararan otların dibinden özür diler gibi akıyordu. Bir kadın bir pencereden baksa baksa onun güzelliğine bakardı. Ya da bir erkek onun mutluluğunu onun gözleriyle kundaklardı.

      ‘’Suyu sevmeyen insanın, rüzgarı anlamayan, gökyüzünde bir bulutu olmayan insanın gideceği uzaklık, olsa olsa kendine sızan çaresizliktir. Yaşlı bir kadının hüznünü duymazsanız, bir genç kızın saçlarında çarpan kalbini nasıl göreceksiniz? Evlere neden pencereler açıldığını düşündünüz mü hiç? Dünya yokmuş gibi yaşamaktan büyük yoksulluk olur mu? Güvenlik duygusu, kasım ayında bir top nergisle çalabileceğiniz bir kapınız olmasıdır; hesabını şaşırdığınız para, çelik kapılar, ömrünüzü değersiz bir nesneye dönüştüren eşyalarınız değil. Kendinize alınıp satılmaz bir armağan verin, gidin bir sabah çayırların türküsünü dinleyin. Tarla kuşlarının şakımasını bilmezseniz, aşkınızı hangi kanatlı sözlerle gökyüzüne yazabilirsiniz? Su içerken suyu düşündünüz mü hiç; yıldızlar gecenize ne katar; güneşle birlikte neler uyanır bir kentin varoşlarında? Şarkıları bin yıldır ölümü ve ayrılığı söyleyen bir ülkede siz gerçekten özgür müsünüz? Birbirinize bu kadar benzemek canınızı sıkmıyor mu? Gelin, hazır yağmurdan bir bahaneniz varken, duvarlarınızdan izin alın bir kerecik, ağaçlar, kuşlar, gün ışığı, rüzgar ve toprağın o büyük şölenine bir sigara içimi olsun konuk olun. Kim bilir, eşit ve özgür ilişki hakkında bir kıpırdanma olur aklınızda…’’