21 Nisan 2013

Doğan Cüceloğlu "Bir İnsanın Anavatanı Çocukluğudur." _ Jorge Amado


 
 “Bir İnsanın Anavatanı, Çocukluğudur.”
Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum,
dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle
bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O
seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum;
onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle
beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı
çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması
çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu
doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.”
Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu
doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime
düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor
muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye
düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben
işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor
musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf
bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu.
Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar,
sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye
çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime
sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm;
otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar
alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti.
Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar
yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona
ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim
oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu
yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi
eğiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok
bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek
ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”
- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece
yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten
dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı
ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim.
Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları
bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa
kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla
kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her
gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu
kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam
nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç
söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu
söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin
farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında
olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya
devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki
veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor,
dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun.
Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti.
O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi
okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız
gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim
ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha
kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra
bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap
vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye
sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri
iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”
- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden,
vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim
ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap
veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür
ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu.
Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her
şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.
“Çocuklar gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak
büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler.
çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

Doğan CÜCELOĞLU
 
 
 
 
 
 
 
"Bir İnsanın Anavatanı Çocukluğudur."  
 

Yağmur ve Ben - Cahit Sıtkı Tarancı

Bir bahar güneşini içinde saklayana,
Bu yağmur manzarası nihayetsiz bir huzur,
Benimse içerimden akseden âlem yağmur;
Sanırım derinlerden biri seslenir bana.

Kendi çizgini uzat


UZUN ÇİZGİ
Öğretmen sınıftaki zeki fakat kıskanç öğrenciye:“Niçin arkadaşlarını çekemiyor, onların yaptıklarını bozup kavga ediyorsun?” diye sordu.Öğrenci, bir süre düşündükten sonra,“Çünkü onların beni geçmelerini istemiyorum” dedi. “En iyi ben olmalıyım. ”Öğretmen, masasından kalktı, eline bir parça tebeşir aldı ve yere 15 cm. uzunluğunda bir çizgi çekti, kıskanç öğrenciye bakarak, “Bu çizgiyi nasıl kısaltırsın?” dedi.Öğrenci bir süre bu çizgiyi inceleyip içinde çizgiyi birçok parçaya bölmek de olan birkaç yanıt verdi.Öğretmen, yanıtları kabul etmedi ve yere ilkinden daha uzun bir çizgi çekti. “Şimdi birinci çizgi nasıl görünüyor?” diye sordu.Öğrenci utana sıkıla,“Daha kısa” diyerek başını öne eğdi.Öğretmen bu yanıt üzerine öğrencisine şunları söyledi:“Bilgini ve yeteneklerini artırarak kendi çizgini uzatman, rakibinin çizgisini bölmeye çalışmandan daha iyidir...”

"Aşk, gitmekten vazgeçip sevmektir aslında." Özdemir Asaf

İmkânsızlıkları yaşamak mıdır sevmek,
Yoksa severken imkânsız mıdır yaşayabilmek?

Zor mudur gözlerine bakarken sevgiyi görmek,
Yoksa sevgi midir gözlerindeki tek gerçek?

Kolay mıdır biranda vazgeçip gitmek,
Yoksa gitmekten vazgeçip, sevmek mi gerek? 


Aşk, gitmekten vazgeçip sevmektir aslında.

"Hayatta her şey olabilirsin; Fakat mühim olan hayatın içinde "İNSAN" olabilmektir."

 
  -Sevmeyene karınca yük, sevene filler karınca. Dağı bile taşır insan aşık olup inanınca.

    -Yaşarken anlayamadıkları değerleri, öldükten sonra anlamanın kimseye faydası yok. 
 
-Sevdiğinizi dirileştirmenin yolu, hayatın tazeliğinde itiraf ve ifade etmektir.

    -'Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. "Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir" diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?

    -Kadın; bilene "nefes", bilmeyene "nefs"tir.

    -Her insan için bir aşık olma zamanı vardır, bir de ölmek zamanı...

    -Şeytanda insandaki özelliklerin birisi hariç hepsi vardır. Şeytanda eksik olan tek nimet aşk...Şeytanın insanı çekememesi aşksızlığındandır.

    -Kıyamet günü, Bedenim, bedenim diyeceksin. Hz. Muhammed, Ümmetim, ümmetim diyecek. Cennet, Hissem, hissem diyecek. Cehennem, Payım, payım diyecek. Rabbu'l-İzzet, Kulum, kulum diyecek.

    -Sen nasıl bir pınarsın Mevlana'm, içtikçe daha çok susadığım...

    -Allah bir insanı senin elinle ayağa kaldıracaksa, sen nasıl elini uzatmazsın ? Allah seni insanlara sevdirmek istiyor, Allah senin dağılmış parçalarını topluyor. Aşka nankörlük etme!

    -Ey aşk! Sen öyle bir kişisin ki, dünya tokları, senin vuslatının açlarıdır.

    -Aşık odur ki, Allah'tan aldığı aşk emanetini Allah'a verir. Aşk mezhebinde her şey Yüce Aşk'a kurbandır.

    -Dostluk gül olmaktır yaprağı ile de dikeni ile de.

    -İnsanlar maşuk aramıyor, bencil duygularına köle arıyor. Köle buluyor ama aşkı bulamıyor...

    -Ey gönül! Şimdi sorarım sana, hangi aşk daha büyüktür? Anlatılarak dile düşen mi, anlatılmayıp yürek deşen mi?

    -Her şey insanoğluna feda iken insanoğlu ise kendine cefa olmuştur.

    -Hakiki dost Allah gibi mahrem olmalıdır. Dostun çirkinliklerine, hoşa gitmeyen hallerine tahammül etmeli, hatasından incinmemelidir. Dosttan yüz çevirmemelidir, dosta itiraz etmemelidir. Nitekim rahmeti bol olan Allah kullarının ayıplarından, günahlarından, noksanlarından dolayı onlardan yüz çevirmez. Tam bir inayet ve şefkatle, onlara rızkını verir. İşte garazsız, ivazsız dostluk budur...

    -Sığ suları en hafif rüzgarlar bile coşturabiliyor.
    Derin denizleri ise ancak derin sevdalar..
    Anladım ki, derin ve esrarengiz olan her şey susuyor.
    Anladım ki susan her şey derin ve heybetli…

    -Bu nicelik ve nitelik dünyasının ucunda
    Dertli sesiyle konuşan bir adam durmakta !
    Gözü kartallarınkinden bile daha keskin
    Yüzü şahididir gönül ateşinin
    İç ateşinin yakıcılığı artıyor her zaman
    Arzuyla dolu bir ruhtan, yanan bir avuç topraktı
    Aşk ve sarhoşluktan nasipsiz bilginler
    Tedavi için nabzını hekim eline verdiler...

    -Allah senin kapından aşk sarayına bir insan alacaksa, o insana sen nasıl ben seni sevmiyorum dersin?

    -Sende o var bu var, falan dedi var, falan anlattı var, peki sende senden ne var Mevlana?

    -Gençliğimde aradığımı yaşlılığımda buldum , neylersin. Ya ben erken geldim ya sen geç kaldın vuslata , neylersin. Kader!

    -Önce sevgiyi anlayalım.

    -Elalem şarap içer sarhoş olur, biz aşk ehliyiz içmeden sarhoş olmuşuz..

    -Musikinin ritminde bir sır saklıdır; eğer onu ifşa etseydim dünya alt üst olurdu..

    -Her yolun bir adabı vardır. Allah'ı sevmenin de bir adabı vardır. Derviş sadece gönlü geniş ve ruhu gezgin bir sufi demek değildir ki.

    -Gel bakalım ateşle nasıl oynanır göstereyim.Gör bakalım ateş mi seni yakar, sen mi ateşi?

    -Alimken arif oldun, peki aşık olmaya namzet misin?

    -Ey Celaleddin, talipsen yüreğime, yalnızlığını adayacaksın bana.

    -Eğer susarsan konuşman daha aydınlık olur. Çünkü sükutta hem sessizliğin ışığı, hem de konuşmanın faydası gizlidir.

    -Bir şey yap, güzel olsun. Çok mu zor? O vakit güzel bir şey söyle. Dilin mi dönmüyor? Güzel bir şey gör veya güzel bir şey yaz. Beceremez misin? Öyleyse güzel bir şeye başla. Ama hep güzel şeyler olsun. Çünkü her insan ölecek yaşta..

    -Anladım ki: İnsanlar;
    Susanı korkak.
    Görmezden geleni aptal.
    Affetmeyi bileni çantada keklik sanıyorlar.
    Oysaki; biz istediğimiz kadar hayatımızdalar.
    Göz yumduğumuz kadar dürüstler ve sustuğumuz kadar insanlar..!

    -Sözler hakikat değildir ağızdan çıkan seslerdir. Hakikati öğrenmek için söze değil yaşamaya ihtiyaç vardır.

    -Allah'ın bile insanlar hakkındaki hükmünü, ömürleri sona erdikten sonra verdiğine inanırken... Biz kim oluyoruz da insanları birkaç kez görmek, iki-üç yazı okumak, birkaç dedikodu dinlemekle, yargılama hakkına sahip olabiliyoruz!

    -Kapımıza değil, kalbimize vuran buyursun!

    -Hayata tepeden bakarsan insanların sadece tepesini görürsün. Hayata daima insanlarla aynı mesafeden bak. O zaman onların hem yüzünü, hem kalbini görürsün.

    -Güzel bir gülü, güzel bir geceyi, güzel bir dostu herkes ister. Önemli olan gülü dikeniyle, geceyi gizemiyle, dostu tüm derdiyle sevebilmektir.

    -Esas kirlilik, dışta değil içte, kisvede değil, kalpte olur. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.

    -Ne diye böbürlenip büyükleniyorsun. Doğumun bir damla su, ölümün bir avuç toprak değil mi?

    -Bir gül kadar güzel ol; ama dikeni kadar zalim olma. Birine öyle bir söz söyle ki, ya yaşat ya da öldür; ama asla yaralı bırakma.

    -Ey İnsan... Kafdağı kadar yüksekte olsan da, kefene sığacak kadar küçüksün. Unutma, her şeyin bir hesabı var: Üzdüğün kadar üzülürsün.

    -Hüzün, taze tutar aşk yarasını. Yaramdan da hoşum, yârimden de.

    -Diyorlar ki Dost acı söyler? Acıyı söyleyene Dost denilmez ki! Seni sevmeyen acı söyler Dostun, sana söyleyeceği acı dahi olsa, senin canını acıtmayacak şekilde tatlı dille söyler.

    -İlim üç şeydir: Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden...

    -İnsanoğlunun edepten nasibi yoksa, insan değildir. İnsan ile hayvanı ayıran edeptir...

  -Sen ol da, ister 'yâr' ol, ister 'yara'; lütfun da başım üstüne, kahrın da.

    -Gül, her gönlün mürşididir; kimini kokusuyla şad eder; kimini de dikeniyle irşad eder.

    -Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.

    -Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir.

    -Allah âşıkları, sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.

    -Kalp midir insana sev diyen, yoksa yalnızlık mıdır körükleyen? Sahi nedir sevmek? Bir muma ateş olmak mı, yoksa yanan ateşe dokunmak mı? 
 
 -Sevmeye layık olmayanı hatırlayarak değerli etme! Dönmek mi istiyor, bir şans daha verme. Unutma; sevgi yürekli olana yakışır.  

-Dönmektir sanırsın marifet, arş dönüyor yıldızlar dönüyor dersin, zahirdir gördüğün, zahirde dönersin, marifet dönmek değil bulmaktır bilesin.
 
-Aradığın şey o kitaplarda değil, aradığın şeyi okuyarak bulamazsın. Sende eksik olan şeyi gözlerinle tamamlayamazsın. Aradığın şeyi Dünya’da arayacaksın, aradığın şeyi yüreğinle bulacaksın. Dünya’da ki tüm kitaplar, tüm hesaplar, akıl oyunları, sayfalarca laflar, sevginin yerini tutmaz. Okuyarak öğreneceksin ama severek anlayacaksın.

-Sen darda olduğun vakitlerde , sana bahşedilmiş olanlarla elinden geleni yaparsın en güzel çareleri düşünürsün uygularsın.. Fakat yine bir şeyler olmuyorsa o zaman teslim olmayıp kendini yerden yere vurman iyi bir durum değildir. Kendi iç huzurunu bozarsın daha direnmekle. Diren direnebildiğin kadar uygula sana verilmiş olanla, o anki imkanlarınla. Teslim ol demek elin kolun bağlı otur demek değildir. Sadece sen her imkanı denediğin halde olmuyorsa onda senin için belki daha değişik güzellikler olacaktır. Veya senin için hayırlısı neyse o olacaktır.

-Kader hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten,”ne yapalım, kaderimiz böyle”deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin, ne de hayat karşısında çaresizsin.