20 Ocak 2013

Sorumlu Olmak - Uğur Mumcu

Düşündüklerini bir kez bile yüksek sesle söyleyememiş, öfkesini karşısındakinin yüzüne bir kez bile haykırmamış bir insanın bilinç ve duygu dünyasında doğan girdaplar belki de sabah akşam boğmuştur bu kişiliğini. 

Kendi kişiliğinin katili olmak da güç iştir basbayağı. 

Susmak.. susmak, hep susmak. Konuşmamak, konuşmamak. Üstlenilen görev budur bütün yaşam boyunca. İnsanları saran küçük çemberler büyüye büyüye demokrasinin boynuna bir halka gibi geçer. Suskunluk kural, konuşmak ve eleştirmek de kural dışı olur bir süre sonra. 

Bir kişiye yapılan haksızlığı her insan yüreğinde ve bilincinde duymalıdır bütün ağırlığınca. Bu sorumluluk bilinci kurulmamışsa her yeni haksızlık bir “kader” gibi benimsenir bütün toplumda. 

Oysa ne yoksulluk ne de haksızlık “kader” değildir. Yoksulluğun ve haksızlığın nedenleri vardır. Bunları birer birer saptayıp toplumun önünde haykırmak gerekiyor. “ 

Antoine de Saint Exupery - Küçük Prens

Bugün ben de evime dönüyorum...” Sonra üzüntüyle, “Çok daha uzak... Çok daha zor...” dedi. Olağandışı bir şeylerin olduğunun farkındaydım. Küçücük bir çocukmuş gibi kollarımda tutuyordum onu, ama bana öyle geliyordu ki hızla korkunç bir uçuruma doğru gidiyordu ve onu kurtarmak için yapabileceğim hiçbir şey yoktu...

Bakışları çok uzaklarda bir yere bakıyormuş gibi donuklaşmıştı.

“Küçük adamım,” dedim. “Korkuyorsun sen...”

Korktuğu kesindi. Ama hafifçe güldü.

“Bu akşam daha çok korkacağım...”

Buz gibi hissettim kendimi yine, onarılmayacak, geri getirilemeyecek bir şeylerin sezgisiyle. Onun gülüşünü bir daha hiç duymayacak olmayı kaldıramayacağımı biliyordum. Benim için çölün ortasında bir tatlı su kaynağıydı o.

“Küçük adam,” dedim. “Gülüşünü duymak istiyorum yine.”

Ama o, “Bu gece, tam bir yıl olacak,” dedi. “Yıldızım, bir yıl önce Dünya’ya indiğim yerde tam tepemde olacak bu gece...”

“Küçük adam,” dedim. “Ne olur bunun yalnızca kötü bir düş olduğunu söyle bana; şu yılanla konuşmanın, buluşma yerinin ve yıldızın filan...”

Ama yakarışıma kulak asmadı. Onun yerine, “Asıl önemli olan, gözle görülmeyendir...” dedi.

“Evet, biliyorum...”

“Ve geceleri gökyüzüne bakarsın. Her şeyin çok küçük olduğu gezegenimin yerini gösteremem sana. Belki böylesi daha iyi. Yıldızım senin için herhangi bir yıldız olsun. Böylece gökyüzündeki bütün yıldızlara bakmayı seveceksin... Hepsi senin dostların olacak. Hem sana bir armağan vereceğim...”

“Ne söylemek istiyorsun?”

“Yıldızlar bütün insanların,” diye yanıtladı. “Ama her insan için aynı değiller. Yolcular için, yıldızlar yol gösterici. Ötekiler için yalnızca gökyüzündeki pırıltılar. Bilim adamları için hepsi birer problem. İşadamı için zenginlik. Ama bütün yıldızlar sessiz. Sen... Yalnızca sen yıldızlara herkesten farklı sahip olacaksın...”

“Ne söylemek istiyorsun?”

“Yıldızlardan birinde ben yaşıyor olacağım. Ben gülüyor olacağım bir tanesinde. Ve geceleyin gökyüzüne baktığında bütün yıldızlar gülüyor gibi olacak... Yalnızca senin gülen yıldızların olacak!”

Sonra yine güldü.

“Ve üzüntün hafiflediğinde (zaman bütün acıları hafifletir) beni tanımış olmak hep seni mutlu edecek, dostum olarak kalacaksın. Benimle gülmek isteyeceksin. Bunun için de arada bir pencereni açacaksın... Dostların gökyüzüne bakıp bakıp güldüğünü görünce çok şaşıracaklar! Onlara ‘Yıldızlar hep güldürür beni!’ diyeceksin. Deli olduğunu düşünecekler. Sana nasıl bir oyun oynadığımı görüyorsun...”

Sonra yine güldü.

“Sanki sana yıldızlar yerine gülmesini bilen bir sürü küçük çan vermişim gibi olacak...”

Ve yine güldü. Sonra birden yüzü ciddileşti.

“Bu gece... Biliyorsun... Gelme.”

“Seni bırakmayacağım,” dedim.

“Acı çekiyormuş gibi bakacağım. Biraz da ölüyormuşum gibi... Evet, öyle. Bunu görmeye gelme. Görmeye değmez.”

“Seni bırakmayacağım.”

O gece yola çıktığını görmedim. Hiç ses çıkarmadan kalkıp gitmişti. Ona yetiştiğimde çabuk ve kararlı adımlarla yürüyordu. Beni görünce, “Demek geldin,” dedi yalnızca.

Elimden tuttu. Endişeliydi hâlâ.

“Gelmemeliydin. Acı çekeceksin. Ölmüşüm gibi olacak, ama ölmeyeceğim...”

Bir şey söylemedim.

“Anlamalısın. Çok uzak. Bu gövdeyi oraya taşıyamam. Çok ağır.”

Bir şey söylemedim.

“Atılmış, eski bir deniz kabuğu gibi olacak. Bunda üzülecek bir şey yok...”

Bir şey söylemedim.

“İşte burası. Bırak, yalnız gideyim.” Ve oturdu.

Ben de oturdum. Ayakta duracak halim kalmamıştı.

“İşte hepsi bu...”

Biraz daha durakladı, sonra ayağa kalktı. Bir adım attı. Ben kımıldayamadım.

Ayak bileğinin dibindeki sarı bir parıltıdan başka hiçbir şey görülmedi. Bir an hareketsiz kaldı. Çığlık atmadı. Bir ağaç gibi yavaşça devrildi. Kuma düştüğü için hiç ses çıkmamıştı.”  

Çocukluğun Soğuk Geceleri

Saplantıların acıları, burada da sürüyor. Uyandığım an başlayan, uykunun derinliklerinde ancak biraz azalan acı. Arkadaşlarıma belli etmemeye çalışıyorum. Onlar şakacı, özgür “beni” arıyor. Bulamıyor. Onların dünyasında iniş çıkışlar bu denli büyük değil. Onların dünyasında çoşku delilik derecesine varmıyor. Onların dünyasında bunalım ölüm korkusuna, belki de ölüm isteğine dönüşmüyor. Onlar yemek yemeyi her zaman seviyor. Düzenli yemek yiyorlar. Duygusal coşkular yemek gibi beslemiyor onları. Onlar işlerine inanmış. Onlar “başkaldırmayı” savunurken, belli bir düzenin akışındaki yerlerini korumaya çalışıyorlar. Onlar, dolmuşa biner gibi evlenip, iner gibi boşanmıyor.

Lale Müldür - Çölde İsimsiz Bir At Var

 
herkes birbirini alabildiğine kirletiyordu.
herkesin yüzüne kumlardan bir eşarp
dolanmıştı. böyle günlerde bana
beynimdeki kum fırtınaları
hiç bitmeyecekmiş
gibi gelirdi.
 
başkalarından gelen kumlar ağzıma,
burnuma dolardı. sağ kolumun
üzerindeki benleri sayardım.

“çölde isimsiz bir at var”
yüzümde kumlardan bir fular var
eğrelti otlarının arkasında
hatalarım var

odamda bir köşede tavana kadar
mercan kırmızısı bir alev yükseliyor.
yitirilen şeylerin alevi o:
dostlukların, aşkların, ideallerin…

ah, neredeyse tanıdığım her şey
yanıyor orada küçük bir kıyamet gibi
ve çölün gizemi gibi küllerden bir
fular dolanıyor yüzüme. büyük acılar
çektiğimi sanıyorum ama eğrelti otları
şöyle fısıldıyor bana:

“alev ne kadar büyük olursa
o kadar iyi
alev ne kadar büyük olursa
o kadar iyi
en azından düş kırıklığına
uğramazsın asla”

gerçekten daha mutluyum böyle ağzımı,
burnumu saran yarı-saydam maskeyle,
mercan kırmızısı hayat ateşinin önünde.

çölde isimsiz koşan bir at var.
ne sağa ne sola ne kuzeye ne güneye
yani her yere ya da hiçbir yere koşan
delimsirek bir at ver: işte o at benim.
yoksa ben de çan çiçeklerinin
usul usul fısıldaştığı
o hayat sularının
önünde olmak
isterdim.