02 Nisan 2013

Aslı Erdoğan - Bir Delinin Güncesi


 
Nedenini bilmiyorum, ellinci yazının bir öz—hesaplaşma yazısı olması gerekli göründü. Belki, bir zamanlar ’bu işi en fazla elliye dek götürürüm’ dediğim, pranga mahkûmu gibi hafta saydığım için. Yazmak, kendi tarihini yaratmaksa, kilometre taşlarının ayrı bir çekiciliği var. Eleştiride hedef, ’öz’ ise genellikle sonuç, tam isabet karavana! Özeleştirinin yetersizlik hakkı talebi olduğunun da bilincindeyim. (”Hiçbir şey tam, hiçbir şey kusurlu değildir.”)
 
Sonuçta, yazı kendi üzerine konuşmak, tanrılarını ve şeytanlarını kavrayıp aşmak zorunda. Kolayca düşebileceği tuzaklardan, kendini yüceltmek gibi, burunları havada, ama içleri boşaltılmış sözcüklere dönüşmek gibi, korunmanın tek yolu bu.

Belki de için için yapmak istediğim, okuru, ayakları kırık, eğreti iskemleme oturtmak ki, ben elimde sürekli yanan bir sigara olmadan tek saniye bile duramıyorum üzerinde... Dansçıların iyi bildiği duyguyu yaşatmak... Çöl gibi uzayan sahnenin ıssızlığı, eriyip yok olma isteği uyandıran acımasız, keskin, yapay ışık, meçhul, karanlık bir kitle... İşte, pazar geceleri yaşadığım, böyle çorak bir yalnızlık.

Pazar gecelerinin melankolisine kara tülden bir şalmış gibi sarınan elli yazıdan sonra, bakıyorum, hâlâ acemiyim. Merkezin, tüm merkezlerin dışına kaçan, yalnızca kendi çekim alanlarında savrulan, sık sık kendi kara deliklerine düşen yazılardı bunlar. Hayatta her şeyi acemice yapan, ölçü ve stratejiden anlamayan, bir türlü ’dediğim dedik’ (köşe yazarlarına çok yakışan ’kodum mu oturturum!’ tavrı) olamayan, travmalarını fazlaca ele veren birinden beklendiği gibi..

Profesyonelliğe gelince... Uyumlu bir ikiliyiz, o bana burun kıvırıyor, ben de ona... On altı yaşındaki bir çocuğun, kendisine yapılan işkenceyi anlattığı el yazısını, korkunç bir acıyla çarpılan harfleri görünce, gerekli mesafeyi taşıyamayacağımı anladım. Hayatlarına, ya da ölümlerine, davetsizce tanık olduğum herkesle sessiz, tek yönlü söyleşimi sürdürmekteyim. İşkencede ölen sendikacı Yeter’in fotoğrafını taşıyan topluluğun yanında uzun süre yürümüştüm. ”Arkadaşınızı hiç tanımadım, ama ona derin bir bağlılığım var, çünkü... çünkü onunla ilgili yazmıştım.” Diyemedim. Gerçeğin ağırlığı altında ezildim.

Kimine üvey evlat muamelesi yaptığım, kimini gözbebeğim gibi kolladığım, çok sınırlı sayıda okura ulaşan üç kitaptan sonra, köşe yazılarımın daha geniş ilgi uyandırması, doğrusu önceleri içimi acıtıyordu. Giderek, tepkileriyle somutlaşan okur kitlesinden öğrenmeye başladım: Yazının bir iletişim aracı olduğunu öğrendim, fırtınada kaybolan binlerce çığlığa kulak verme, savaş kültürünün üst üste yığdığı binlerce cesetle yüzleşme biçimi olduğunu öğrendim. Çeyrek hakikatin bir büyük yalan olduğunu, hakikat ile yalanın elçabukluğuyla yer değiştirdiğini...

Saldırganlığın cesaretle özdeşleştirildiğini, tek atışla olabildiğince hedef vurmanın alkış topladığını bildiğim halde, gözlerimde cinai parıltılarla kaleme sarılmaktan kaçındım. Muhalif gibi görünürken, içten içe iktidar arzusuyla kavrulan yazılardan da korktum, gerçek ya da hayali bir cemaatten alkış bekleyenlerden de... (Hepimizde içselleştirilmiş bir ’Okur’, önünde puan kazanmak için uğraştığımız bir ’Otorite’ var.) Sisyphos’vari bir çabayla ateş ettiğim kıpırtısız, laf anlamaz gibi duran bir karanlıktı: Kendi gücüyle mest olmuş iktidarın çeşit çeşit yüzlerinden oluşan karanlık. Kendi içimizdeki despot da dahil, celladıyla özdeşleşen işbirlikçi de... (Toplama kamplarında mahkûmlar bir diğerinin can düşmanına, gardiyanına, azılı katiline çevrilir.)

Neden bataklığın içine atlamalı?

Bir sünger gibi emdiğinin çamur olduğunu bile bile? Belki de, kimileri için, yüreğinin şiirini duymanın tek yolu, cehenneme alevlerle yaklaşmaktır.
Yaralar çoğu kez dilsizdir, ama bir konuştular mı, sesleri korkutucudur ve yalan söylemeyi beceremezler.
Ellinci yazıyı da buruk bir gülümsemeyle bırakıyorum: Gitsin.

Söz de uçar, yazı da... Geriye kalan ne? İnanın bilmiyorum.

15 Haziran 1999
 
Bugün dev taşlar gibi yığılmış olguları, önemli şeylerle ilgilenenlere bırakıyorum. Beni çeken yalnızca aralarındaki fısıltı.

Dünya dediğin camda bulanık bir imgeden başka nedir ki!
 
Yalnızlığı iyi tanıyan insanlara özgü beklentisizliği. Kendi düş ağacını budamış, dünyayla hesabını süresiz ertelemişti.

Güzelliği görmesi, göstermesi beklenen kadınlar, çiçekler ve doğum günleri üzerine, mümkünse marş ritminde bir şarkı söyler miydiniz?
 
Benim sözcüklerim altınla değil, gölgeyle kaplı.
 
Nesneler, olgular, pul pul yalanlar, şatafatlı bahaneler, şişirilmiş egolar, kirli yüzlerde tutmayan makyajlar..

Orman diyor ki: "Dünya sana öfkelenecek, sen ona benzeyene değin. Dünya seni yaralayacak, sen dünya olana değin.

Şiddeti bir çiftlik hayvanıymışcasına çitlerin berisinde tutmak olanaksızdır. Şiddet özünü tüketirse sönecek bir orman yangını gibi hep yayılmak ister.

İstatistiklerin insan hayatını sayılara indirgemek gibi korkunç bir boyutu vardır.

İnsanların tek gerçek dayanışması, ölüm karşısındadır.