31 Mart 2013

Huzursuzluğun Kitabı - Fernando Pessoa

İlk baskısı 1982 yılında yapılan Huzursuzluğun Kitabı, sonraki süreçte bulunan yeni el yazmaları ve düzeltmelerle bugünkü haline kavuşuyor. Kitabın başkahramanı olarak okurun karşısına, bir kumaş mağazasında muhasebecilik yapan Bernardo Soares adlı bir adam çıkıyor. Yazar, okuruna kendi düşüncelerini bir dış-kimlik olarak yarattığı Soares’in günlüğünden aktarıyor. Ait olmadığı işinden ve geçmişinden sıyrılmak adına sürekli yazı yazan başkahraman, yaşamına ait huzursuzluk duyduğu tüm olguları bir bir kağıda döküyor. Ve böylece ortaya Huzursuzluğun Kitabı çıkıyor.

Dönemine göre kendini çok iyi yetiştirmiş, ancak öğrendikleri karşısında hayata belirli bir anlam yükleyemeyecek kadar boşluğa düşmüş bir adam olan Bernardo Soares; gece saatlerini tüm düşüncelerini ve sorgulamalarını yazarak geçiriyor. Bazen kendisini tüm insanlardan farklı ve üstün gören yazar-kahraman, bazen de oldukça yalnız ve ümitsiz bir adam oluveriyor. Bu yönüyle Suares, iyisiyle kötüsüyle bilge insanın içten bir tasvirini oluşturuyor. Bu ilginç adamın düşüncelerini okurken, ona karşı ne hissedeceğiniz konusunda karar veremeyeceksiniz. Ancak bu eşsiz eseri bitirdiğinizde, Soares sizin için unutulmaz bir dost; kitap ise huzur bulduğunuz bir yuvaya dönüşecek.

* * *

“Gerçekten çoğu zaman dinlerken düşündüklerimden dolayı hatırlamam bile söylenenleri.”

“Müziğin ya da düşün hafif bir soluğu, ne olursa olsun, yeter ki öyle ya da böyle bir şey hissetmemizi sağlasın,ne olursa olsun, yeter ki düşünmekten bizi alıkoysun.”

Ey donuk mutluluk… Ey yolların kavuştuğu yerdeki sonsuz durak! Düşteyim ve dikkat kesilmiş zihnimin ardında benimle düşlere dalan biri var… Ve belki de ben, var olmayan o Kimse?nin düşüyüm sadece…

Adeta var olmaktan vazgeçmişim, gene de var olduğumun bilincindeymişim gibi özgür hissediyorum kendimi.?

Ve bütün yaptıklarım, bütün hissettiklerim, bütün yaşadıklarım herhangi bir şehrin sokaklarındaki günlük hayattan bir yayanın eksilmesinden ibaret kalacak.?

Düşlere daldığım zaman, görüyorum. Bir yolculukta bundan fazla ne yapabilirim? Sadece hayal gücü çok zayıf olan insanlar, bir şeyler hissetmek için yer değiştirmeye ihtiyaç duyar.?

Ve gece yığınları halinde kat kat yayılan şehrin tek bir yerine, soğuk sedef mavisiyle karışık bir beyazlık vurmuş.?

Düşe dokunursan ölür, dokunduğun nesneler ise duygularının yeşerdiği alanı olduğu gibi kaplar.?

Penceremden sarkmış, koca şehirdeki rengarenk yığınları seyrederken ruhum tek bir düşünceyle meşgul. Bütün samimiyetimle ölmek, hesabı kapatmak, dünyadaki hiçbir şehrin üzerinde bir daha asla ışık görmemek, bir daha asla düşünmemek, hissetmemek, güneşin ve günlerin akışını ardımda bir paket kağıdı gibi bırakmak, geniş yatağın kenarına oturup, var olmak için elimde olmadan harcadığım çabayı, ağır bir kıyafet gibi üzerimden çıkarmak istiyorum.?

Herhangi bir duyumu kaydetmeyeli uzun zaman ?belki günler, hatta aylar- olmuş; artık düşünmüyorum, öyleyse yokum. Kim olduğumu unuttum; yazı yazamaz oldum, çünkü var olmayı bilmiyorum artık. Anlamsız bir uyuklama hali içinde başkalaştım. Hatırlamıyor olduğumu fark ettiğime göre, demek uyanmışım.?

Adı: Kesin konuşmak olan delilik; adı: İnanmak olan hastalık, adına: Mutlu olmak denen alçaklık ? hepsi dünya kokuyor, hepsinde adına dünya denen hüzünlü şeyin tadı var.?
…ama gerçek bir iç içe geçme, bir bedenle bir başkasının iç içe geçmesi bile değil. Öyleyse neye sahibiz, evet, nedir sahip olduğumuz?? 

Ve aslında bunca şeyin nedeni, sokağın köşesine kadar giden serin esintinin, birden yön değiştirip tenimi okşamış olması.?

Öyle anlar oluyor ki sıradan yaşamın her ayrıntısı, yalnızca varlığıyla bile ilgimi çekiyor, her şeyi açık saçık okuyabilme derdine düşüyorum.?

 Tık  


30 Mart 2013

Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu Atatürk'ün doğumunun 100. yılında Unesco'ya üye 152 ulusun oy birliği ile almış olduğu karar metni.

Uluslararası anlayış ve işbirliği, barış yolunda çaba göstermiş üstün bir kişi; olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş bir devrimci, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı , dünya barışının öncüsü, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında  renk, din, ırk ayrımı göstermeyen eşsiz bir devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu.   
Atatürk'ün doğumunun 100. yılında Unesco'ya üye 152 ulusun oy birliği ile almış olduğu karar metni.

28 Mart 2013

Kabuk Adam - Aslı Erdoğan

Lire” dergisi tarafından “Geleceğin 50 Yazarı” arasında gösterilen Aslı Erdoğan’ın ilk romanı Kabuk Adam, Karayipler’de, şiddetin bataklığında yaşanan korku ve tutku dolu sıradışı bir aşkın, ölümle yaşamın sınırında kurulan mucizevi bir dostluğun hikâyesi.

“Tropiklerde, o gözden ırak adada öğrendim ki, cennetle cehennem iç içedir, ancak bir katil bir peygamber olabilir ve insan bir başkasına, aynı kara büyü ayinlerindeki gibi, dönüşebilir, çünkü insanın tam zıddı gene kendisidir.”

*

Yaşadığımız anları dondurup cümlelere dökme çabası, çiçekleri kurutup kitap yaprakları arasında ölümsüzleştirmeye benzer.
 
Yalnızlık içsel bir şeydir, taşkınlık da onun dışavurumlarından biridir.
 
Akılcı, mantıklı yaklaşımlardan, ucuz sevgi sözcükleri kadar iğrenirim; yeryüzü zekalarından başka bir şeyleri olmayan insanlarla yeterince dolu zaten.
 
Sonuçta insan yaşamayı hep sürdürmek zorunda ve bunun için de kendisiyle birlikte yaşamayı öğrenmeli.
 
Bir anıyı yeniden yaşamaya çalışmak ne kadar umutsuz, anlamsızdı. Yapay bir mücevherden daha uyduruk bir şeydi.
 
Sadece benimdi,
zincirlerinden boşalmış bir at gibi koşan
beyaz okyanus,
ve o kum tepeciklerine gömdüm, altın anahtarını
yalnızlığımın

Onun Çölünde - Bejan Matur

Onun çölüne gittim. 
Konuğum, 
Duvardaki kan pıhtısında. 
Onun bulduğu damar beni çağırdı. 
Ve ruhum eski bir kanla yıkandı. 
Onun çölüne düştüm, oturdum çadırında. 
Eski bir kavmin buluşması ve töreni. 
Bir yaban kuş gibi tüneyip kıyıya 
Dedi ki bana  "ölümsün sen" 
Mutlak 
Mutlak olan. 
Onun çölünde gece kımıldar. 
Yılan ve akrep karanlığıyla. 
Hayat bir zehre gizlenir 
Çoğalır sabırla. 
O bıraktı beni. 
Çöldeki kızıl sularda 
Balıklara bakacak 
Nefesimi tutarak 
Uyuyacağım. 
Onun çölünde her gece 
Fısıldadım kumlara. 
Sordum nasıl yaptıklarını çölü, 
Boğmadan koyun koyuna. 
Onun çölünde ölüyüm ben. 
Gelin ve kaldırın beni. 
Gittiği yolda bulutlara değen bir gölge bırakılmış sanki. 
Bir sesle uyandıracak beni 
Kahra kan olan bir aldanışla yakaracak 
Tanrıya söylendim. 
Nasıl da zalim gövdede varlığı onun. 
Güzellik acıya kavuştuğunda yorulur ve 
Hep yaşlı kalacak bir gözün ışığıyla bakar; 
Her yüz bir işarettir tanrıdan. 
Bunu yaşlı bir adam söylediğinde 
Gözleri yoktu. 
Annem öyle inanmış olmalı ki ona, 
Yüzümü kederli çizdi. 
Ve uzayıp tanrıya 
"işte" dedi 
"benim annem yeniden doğdu 
annem varlığıma döndü" 
Gece paslı bir kafesle durdu önümde 
Dua için zaman istedim tanrıdan. 
Onun varlığına adanacak hiçlik 
Düş için, 
O büyüde kalbime saplanan acıyla 
Bağırdım; 
Başka adamlar, başka dillerde dua etsinler. Bizim için. 
Ölümü tanıdığımız ve sessiz olduğumuz için 
Kutsasınlar. 
Ölü bir yaprağın sürüklenişi gibi rüzgârda 
Gövdem yitirdi yerini. 
Ağır bir uykuyla gizlendi tohuma varlık. 
Ağır bir istekle. 
Kızıl kan pıhtısı. Tül sabah. Ört üstümü. 
Koyu gücünü yüzünün nasıl çizdiyse tanrı 
Ve ne gizlediyse kıvrımına gülüşünün. 
Gördüm ben. 
Tüllere sarılmış çölde ölümümü bekliyorum. Sakinim. 
Yok bir gece bu. 
Sabah uyanacak aşkı konuşacağız. 
Ne çok sürdü diyecek bana. 
Ne uzun sürdü hayat. 
O uzun günün sabahında 
Sesini duydum gün ve gecenin çakışmasının. 
Bir tül işleniyormuş gibi aralarında 
Kavuştular usulca. 
Uyu ağır uykunu 
Taşların altında ve su isteğinle kal. 
Geniş bir avluda gece kapanan kapıların ağırlığı. 
Sürecek olan dilsizlik. 
Rüzgâr tırmalıyor kapını 
Aşk uzakta. 
Ne tuhaf inanmaman. 
Sırtıma dokundun ve orada ayla ışıyan çizgilerin 
Bir acıdan artan masumiyet olduğuna şaşırdın. 
Gideceğini söyledin 
İnanmadım sana. 
Oysa ben daha doğmadan biliyordum. 
Acılı bir ruhta oyalanan bir gövde bu. 
Saf ve çocukça bir düşün yatağında. 
Kan ve susuşla dinlenen ten kabullenir. 
Beyaz tül yatağında başucuma 
Camdan bir göz bırakıp gittin. 
Ona fısıldanan sözlerin 
Aşk olan varlığı 
O gidince karardı. 
Yüzeyinde göğün 
Beyaz ve kıpırtısızım. 
Acıdan bir okla çıktım 
Bekleyiş yatağından. 
İçimde siyah bir taş. 
Atları gördüm. 
Kapı önlerinde oturan insanı, sözü. 
Çok yaşanmış bir çığlıkla hayat. 
Bir sırrın bana verilmediği yerden 
Sordum ona 
Bana ne söyleyeceksin? 
Çölün söylemediği ne? 
Ruhumu orada tutan ağırlıkla 
Geceye ilendi tenim. 
Ve çağırmadı çölü varlığım 
Ondan sonra. 
Aynaya dönüyorum 
Değişmiş gözlerim. 
Çölde kumlara bakan kadın 
Kedere bakan 
Artık benim. 
Gördüm çizgilerini avuçlarının 
Çöl her şeyi söyledi bana. 
Anladım nerede bitti aşk 
Kan pıhtılı odanda uyanan gövdem 
Neden sığmadı varlığa. 
Seni yaprakların gölgeli yalnızlığına bırakıyorum. 
Gün doğumunda uyanan nefese ve sana dönen gözlerin 
Yakaran çizgisine. 
Çölden aldığını çöle ver 
Hayattan aldığını hayata. 
Artık beklemiyorum 
Kal orada. 
Geride, tepelerin art arda dizilmekle 
Var ettikleri dünya bir hiçlik ahtı gibi. 
Bir hiç ve gölge. 
Gece ay 
Gece tül ve yokluk. 
Yok gece. 
Çölden aldığını çöle ver 
Hayattan aldığını hayata. 

26 Mart 2013

Narla İncire Gazel - Bilge Karasu

"Nar kentinde bir incir buldum. Narı da inciri de, övmek isterim. Anam her kışın en karanlık noktasında, eve girerken bir nar atardı yere, bütün gücüyle; parçalanıp iyice dağılsın diye. Evin beti bereketi niyetine. Ardından hızla süpürüp silerdi ortalığı. Bir iki gün sonra, narın patladığı yerden çok uzakta incecik bir çıtırtı duyduğum olurdu ayağımın altında. Ne kadar dağılmışsa nar taneleri, o kadar iyiydi. Topladıktan sonra söylerdim anneme, sevinsin diye."

Giriş

Sonun, başın, ortanın biribirine karıştığını, anlamını yitirdiğini, tersinmez zamanın boyunduruğundan kurtulduğunuzu duyduğunuz bir gün gelir.

Bir kitabınızdan aldığınız parçayı bir başka kitapta kullanabileceğinize karar verdiğiniz bir gün, örneğin. Günü gelince, bu kitabın tümünü öbür ki-taba aktarabileceğinizi de düşünürsünüz. Gereç kıtlığında kitap üretmek için değil, yaşamın benzeri olabilecek bir iş yaptığınızı, neden sonra, kavrayabildiğiniz için...

Yaşlanmışsınızdır, yaşamınız artık sizin malınızdır. Malınızı istediğiniz gibi kullanabilirsiniz. Yeterince güçlü, yerini bulan bir fiskenin —ister içinizden gelsin, ister dışarıdan— sizi nasıl dağıtabileceğini, elinizden her şeyi —bir kırıntısını bile bırakmamacasına— bir anda nasıl alabileceğini öğrenmiş olduğunuz ölçüde yaşamınıza egemensinizdir artık. Ölümünüz, çalamayacağınız ilk fotoğraf olacaktır.

Bir ömür boyu, göğsünüze asılı bir fotoğraf makinesi gibi kullanmağı öğrendiğiniz, ilginç (yok yok, "ilginç" de değil, "güzel" de değil, açık sözlü olmalı), gövdenizi tepeden tırnağa ürperten, ürpertebilen birtakım bireşimleri ossaat seçip donduran gözlerinizle çekip, bencilce, başka hiç kimsenin göremeyeceği, sizin de eski bir kutuya atar gibi, üzerinde bir daha durmayacakmışçasına içinizin bir gözüne atıp unuttuğunuz, yıllar sonra bir anda bulup çıkarabildiğiniz, o günkü gibi pırıl pırıl, ama kim bilir ne kadar değişik, çalıntı fotoğraflar...

Sevdiğinizin, özellikle uyurken, ama düşünür, yürür, okur, denize bakarken de, bol bol çaldığınız fotoğrafları öğretir bunu size.

Fotoğraflar biriktikçe, öncelik-sonralık dediğimiz bir bağıntının, önemini yitirdiğini, zamanla yok olduğunu görürüz. Anlatmağa değer gördüklerimizin kavranabilmesi, niye bir sıraya uyulmasına bağlıymışçasına düşünüp eyleriz ki?

Seni, lavanta kokulu bir sabunda; bir kavun diliminde, açık, uçuk gümüş rengi bir çorapta; bir yasemin dalında; adını bilmediğim, bilmemekten utanç duyduğum halde öğrenmek istemediğim

tek bildiğim, görünüşüne bakılırsa tatulayla bir hısımlığı olması gerektiği

sabun kokulu, el büyüklüğünde, fildişi rengi bir çiçeğin açışında; yıkık kemerlerde uyuklayan kedilerde; gecenin soğumuş kumunu döven, patlayan dalgaların sesinde; günün ilk ağartısında —karanlık saatler boyunca dağıtıp durduğun yatağında sabahın serinliği çıplaklığına işlemeğe başlarken— uyanmaksızın, omuzlarına doğru çektiğin, örtündüğün bir çarşafın ılık, ak mutluluğunda bulacağım; dirim içimden çekilesiye...

Kokularım, seslerim, görüntülerim, anılarımsın sen benim. Dokunduğum, okşadığım, en gizli tadını tattığımsın. Kahvaltının üçüncü çayı bittiğinde "Uyanamadın mı daha?" dediğim zaman "Ne gereği var?" diyen ilk insansın bana.

Yıllardır, yaz gelince bir denize, belli bir denizin belli bir noktacığına gitmekten, orada birkaç gün geçirmekten umduğumuz, bu birkaç günde bulduğumuz nedir? Ödünç bir genlik mi? Bir bolartı tansığı mı? Bir çocukluk uçmağına uğramanın vazgeçilemez olmazlığı mı? Yoksa, bir özgürlük düşü ardında gizlenmiş mutluluk, sürünün içinde kalıp kurda nanik demenin çocuksu böbürtüsü mü?

Nar kentinde bir incir buldum. Narı da inciri de, övmek isterim. Anam her kışın en karanlık noktasında, eve girerken bir nar atardı yere, bütün gücüyle; parçalanıp iyice dağılsın diye. Evin beti bereketi niyetine... Ardından hızla süpürüp silerdi ortalığı. Bir iki gün sonra, narın patladığı yerden çok uzakta incecik bir çıtırtı duyduğum olurdu ayağımın altında. Ne kadar dağılmışsa nar taneleri, o kadar iyiydi. Topladıktan sonra söylerdim anneme, sevinsin diye.

Dişi narla erkek incir. İncirin dişiyle ilişkili resmî söylencesi, erkekliğe ilişkin gizli edebiyatı, Akdeniz'in her yerine dağılmış, ayıplık bir sözcük olmağa varmış. Erzurumlu manav bile, benim "incir" diye sormam karşısında, bastıra bastıra "yemiş"in fiyatını söylediydi... İyidir öyle oluşu. Her serüven düşü, incirin altında başlar, incirin altında biter. Deniz, incir, güneş, kumsal, yaşamak istediğimiz, yaşayalım yaşamayalım gönlümüzden geçirdiğimiz her birolumun, her hazzın bir imi değil midir? En azından, "yaşamak sevişmektir" diyenler, diyebilenler için?...

 

Cahit Zarifoğlu Seçme sözler

 
Gökyüzüne bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir..
 
Ah şu yalnızlık kemik gibi, ne yana dönsem batar.
 
Fikirle tartışın, küfürle değil.
 
Evet hatırladım küçük basit şeyler yetiyor kederlenmeye. Ya mutluluğa?
 
İnsan olamıyorsunuz demedim.
Değilsiniz dedim.

Ayrılık vardı hep. Ay gece olunca pay eder ayrılığı.
 
Bize, sözlerimizden çok yüreğimizden anlayan gerek.
 
Sende yağmur, bende kar. Bu kış hiç bitmeyecek gibi. Hepsi bu kadar.
 
Bir incelik gösterin, incinmesin yüreğim.

İnsanların görünüşlerine bakarak onlarda üstünlük bulmaya çalışanlar hep kaybetti.

Az az ölüyoruz her gün yağmurdan, havadan bahseder gibi.

Şu küçücük kalpte nice hakkın yüklü.

Değil mi ki, kavuşmalarımız topal. Ayrılıklarımız koşar adım.

Dedim ya, oturuyorum öylece. İyi ki etrafımda kalbimi tanıyanlar yok.

Aradığımızın ne olduğunu biliyorsak, arayacağımız yer bellidir.

Ben onunla içimden konuşuyordum.

Her fikrin karşılığı bir duygu vardır.

Koşullar ağırdı ve ben seni o zamanlarda da seviyordum.

Düştümse sana bakarken düştüm.

Bir kalbiniz vardır, onu hatırlayınız.

Umudumuz, acımızdan daha büyük olmalı.

İnsana imtihan olarak özlemek yeter. Bir şehri, bir sesi, bir nefesi.

Bu kaçıncı gecedir kendi kendime onunla konuşuyorum.

Özlemek, ne derin bir duygu böyle, Özlemek ne uzun bir mesafe.

Büyük şehir, insanı manevi ihtiyaçlardan habersiz hale getiriyor.

Ya bir de umut olmasa.

Sanki alnımızı koyacağımız temiz bir yeryüzü kalmamış.

Kimse eksik, kimse fazla değil. Bir sensin beklenen.

Beni bu sabah iri anla, kocaman sev.

İçimiz hep bir hoşça kal ülkesi.

Hayat nasıl da geçiyor, zaman hiç geçmezken.

İçim ağrıyor, mutlu değilim. Bahar bir türlü gelmiyor.

Eskiden sadece; Kışlar soğuktu. Şimdi ise, insanlar soğuk,“Yürekler” soğuk.
 
Güzelliği görmek her zaman mümkün değil.
Bakmasını bilmek gerek.
Acılara, hastalığa ve yorgunluğa rağmen bakılabilir.

Bütün büyük anlar yalnızlıktan yontuldu.

Bazen birdenbire aklıma geliyorsun, öyle olsun istemiyorum kasıtlı düşünmek istiyorum seni.

Merhamet olmasaydı, hayat da olmazdı.

Bir şehir kadar kalabalıktır bazılarının yalnızlığı.

Ama küçük bir tereddütten sonra inanıyorsun.
Parayla satın alınmayacak ne kalmış şu dünyada.

İkimizde aynı şeyi düşünüyoruz. Ben seni, sen kendini.

24 Mart 2013

Attila İlhan - Ben Sana Mecburum * Biraz Paris * Şubat Yolcusu

Ben sana mecburum
Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun.

Biraz Paris
1. place pigalle
telefonlarla geldi telaşlı ve ürkek
birdenbire geldi beklemiyordum
hayli dargın sesi kalın ve titrek
umutsuzluğuma geldi oysa yorgundum
üstelik incittim de istemeyerek
akşamdı samanyolu patlamıştı
bütün sacre coeur silme akordeon
mulhouse'lu muydu neydi işte unuttum
ilk yudumda ağlamaya başlamıştı
şakakları ter içinde gece saat on
kibrit aranıyor göğüs geçirerek
bütün sevgilerinde yanılmıştı
bir omzuna almış sanki gökyüzünü
dudakları masmavi alsace lorrain
yüzü cermenlerin en eski hüznü
hölderlin bakıyor sisli gözlerinden
ellerini şöyle okşayacak oldum
duydum nabzının gök gürültüsünü
adı yağmur mu akşamüstü mü
uzak bir panayırda ip atlayan çocuklar
dalgalar vurdukça sarsılan mendirek
gecesi kaydı mı nedense beni arar
dilinde özürler bilerek bilmeyerek
zenciler çaldı mı cazın hali başka
oturduğu yerde içtikçe eksilerek
barın camlarına orospular çiziliyor
özlem büyük korku epeyce şaka
telefonlarla geldi telaşlı ve ürkek
birdenbire geldi beklemiyordum
hanidir içimden bir başkası geçiyor
gözlerim hanidir ondan uzakta
hölderlin'i bırakmıştım artık sevmiyordum

Şubat Yolcusu
seni kim çizebilir şubat yolcusu
yalnız akşam olsun dağınık olsun
ceplerinde bozuk bir bulut uğultusu
geceleyin dörtte bir ölüm korkusu
dörtte dört sabaha karşı yağmursun
seni kim çizebilir şubat yolcusu
bütün çizgileri bozuyorsun

23 Mart 2013

" Yedi kat göklere, yedi kat yerlere sığmayan Tanrı’nın mekanı insan kalbidir. Bu fani âlemde her çılgınlığı yap; sadece onu kırma." Nikos Kazancakis


 

Vuruşkan Bir Şahandır Umut - Ahmet Telli

Tuzağa düşmüş bir ceylanın
bakışındaki hüzün değildir umut
Kınalı keklik gibi ürkek
bir kuş da değildir
Ne yalvar-yakar olmuştur
zulmün pençesinde
ne de düşürmüştür
kırların ve türkülerin
onururunu yere
Baharda bir tomurcuk
gibi patlayan öfkedir umut
barajını yıkan bir ırmaktır
açılır serpilir
ve büyür kıyısında sevda
Emzirir aşkı
emzirir ve büyütür gül nakışlı sabırlardan
ferhat'ın direncini
bin yılların sabır taşını çatlatırlar
açar bin yılların kapısını

Düşmana dönük
bir mavzer gibidir umut
yaratır tetik ve parmak
en gürbüz çocuğunu tarihin

Şarkını Söylediğin Zaman - İnci Aral

“Bende anlayamadığın nedir biliyor musun?”

“Neymiş?”

“Nazım’ın dediği gibi: ‘Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum. Kendi şarkımı.’  Ama yapamam biliyorum, çünkü o şarkı içimde kuruyup kaldı. Beni öldüren  bu işte.”

“Şarkılar bitmez, yeni şarkılar filizlenip doğar her zaman...”

Bu roman, Deniz ile Cihan’ın hüzünlü şarkısını anlatıyor.

70’li yılların sonunda Ankara’da, üniversitede tanışan Deniz ile Cihan’ı ortak tutkuları olan müzik bir araya getirir. Deniz, Ankaralı bir ailenin isyankâr kızı, Cihan taşradan gelmiş bir genç adamdır. 12 Eylül 80 öncesinin en karanlık günlerinde yolları kesişen bu iki genç arasındaki ilişki birini tutkulu bir aşka götürürken, diğeri devrimci düşlerinin rüzgârına kapılır. Yaşanmamış bir aşkın izdüşümü, aradan otuz yıl geçtikten sonra farklı bir boyutta, ama aynı tutkuyla iki insana yansır: Biri artık orta yaşını sürmekte olan Cihan, diğeriyse ona hem yabancı hem de son derece tanıdık olan bir genç kadındır.

İnci Aral, arka planında değişen bir ülke, insanlar, gençlik ve siyaset olan, bambaşka bir aşkın izini sürüyor. Umudun, arzunun, hüznün, şarkılarla canlanan iklimini bir kez daha, derinlik ve ustalıkla anlatıyor.

İnci Aral, Şarkını Söylediğin Zaman’la Türk romanını zirveye taşıyor. Okuyanın aklından yıllarca çıkmayacak bir ezgi dinletiyor.

(Tanıtım Bülteninden)

Hayallerini Yak Evi Isıt - Cezmi Ersöz


Bir tek seni sevdiğim doğruydu... Ve bu doğru yüzünden hayatım yalana battı... Sen beni dışladığından beri, beni sevenlere bir hayalet hediye ettin... Tepeden tırnağa aşka, tepeden tırnağa özleme batmış bir hayalet... Bu hayaletin içinde, beni değil seni gördüler hep. Çoğu bu hayalete dayanamayıp çekip gitti...

Kimisi senin beni beklettiğin kapıda, beni bekledi. Seni beklemekten yorulur, onunla birlikte çekip giderim, diye buralardan...
Ve ben en çok onların sevgisine inandım. En çok onlara derinden üzüldüm. Ve hep merak ettim, karşılıksız ve onca yıl bir hayaleti nasıl böylesine sevebildiler diye.   (Arka Kapaktan)
 
 Sevgim seni yurduna getirdi:
tuzak ev,dilsiz baba,yenik anne...
İşte hepsi bu...
Hayallerini yak,evi ısıt.
Gideceğin en büyük oda arka odan.
İçerden sesleri geliyor annenle babanın,
yanlış ilişkiler ayaklarını yerden kesiyor.
Artık biliyorsun çarpınca duvara ne kadar
acıyacağını kalbinin.
Sevgim seni yurduna getirdi...

Arkadaşların çok uzaklara gitti.
Sevmeden seviştiler özgürlük adına
Kaptırmadan kendilerini hiçbir şeye,
bütün hazları tattılar.
Sense evinde kaldın,
acıları gömme töreninde.
Katı kuralların vardı,
tutucuydun onlara göre.

Döndüler sonra birer birer
sana sordular yine de kaderlerini.
neydi yaşamak, neydi hayatın anlamı...

Bütün yanlış ilişkiler seni yurduna getirdi.
Artık biliyorsun yere düşünce ne kadar
acıyacağını kalbinin.
Sevgim seni yurduna getirdi.
 

16 Mart 2013

Başlamasaydı Bu Masal - Sabahattin Kudret Aksal

 
Başlamasaydı bu masal
Kalbin ışıktan rüyası.
Solgun günler diyarında
Kaybolanların dünyası.

Başlamasaydı bu masal
Havuzda su, dallarda renk
Başlamasaydı içimde
Bahçeler dolusu ahenk.

Başlamasaydı bu masal
Oyun peri sarayında!
Çözülüyor ipi geminin
Yolculuk telâşı limanda!
 
Başlamasaydı bu masal
Ve hülyası kargaların?
Bitmiyen uzun uykusu
Kıyıda kadırgaların?

Başlamasaydı bu masal
Yazı görmesek de olur.

Sular aldı kayığımı.
Vakitsiz kesildi yağmur.

Gitanjali - Rabindranath Tagore

   
Bu dünyanın bayramına beni de çağırdılar, ve böylece kutsandı yaşamım. Gözlerim gördü ve kulaklarım işitti.
    Bu şenlikte bana düşen sazımı çalmaktı, ve ben de elimden gelenin en iyisini yaptım.
    Şimdi, soruyorum, zaman gelmiş midir artık içeri girebilmem, yüzünü görebilmem ve sana sessiz selamımı sunabilmem için?
— Rabindranath Tagore


    “Onun bir dizesi dünyanın bütün dertlerini unutturuyor bana”
— William Butler Yeats

Asya kıtasından ilk kez Nobel Ödülü alan Rabindranath Tagore 30’lu ve 40’lı yıllarda tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de büyük bir okur çevresine ulaşmıştı. Türk okuru Tagore’u o dönemde öyküleri ve düzyazı şiirleri ile tanıdı. Son 50 yıl içinde Hindistan dışında bir unutulmuşluğa terk edilmiş olan Tagore, son dönemde bir yeniden doğuş yaşamakta.  Gitanjali, Tagore’un dünyada büyük üne kavuşmasını sağlayan temel eserlerinden biridir.

“Ne güzel bir şeker portakalı fidanıymış bu! Hem bak, dikeni de yok. Pek de kişilik sahibiymiş, şeker portakalı olduğu ta uzaktan belli. Ben senin boyunda olsaydım başka şey istemezdim.”

 
“Ne güzel bir şeker portakalı fidanıymış bu! Hem bak, dikeni de yok. Pek de kişilik sahibiymiş, şeker portakalı olduğu ta uzaktan belli. Ben senin boyunda olsaydım başka şey istemezdim.”
 “Ama ben büyük bir ağaç istiyordum.”
 “İyi düşün, Zezé. Henüz gencecik bir fidan bu. Bir gün koca bir ağaca dönüşecek. Seninle beraber büyüyecek. İki kardeş gibi iyi anlaşacaksınız. Dalını gördün mü? Bir tanecik dalı olsa da sanki özellikle senin binmen için hazırlanmış bir ata benziyor.”

Brezilya edebiyatının klasiklerinden Şeker Portakalı, José Mauro de Vasconcelos’un başyapıtı kabul edilir. Yetişkinler dünyasının sınırlamalarına hayal gücüyle meydan okuyan Zezé’nin yoksulluk, acı ve ümit dolu hikâyesi yazarın çocukluğundan derin izler taşır.
Beş yaşındaki Zezé hemen her şeyi tek başına öğrenir: sadece bilye oynamayı ve arabalara asılmayı değil, okumayı ve sokak şarkıcılarının ezgilerini de. En yakın sırdaşıysa, anlattıklarına kulak veren ve Minguinho adını verdiği bir şeker portakalı fidanıdır…
Şeker Portakalı’nın başkahramanı Zezé’nin büyüdükçe yaşadığı serüvenleri, yazarın Güneşi Uyandıralım ve Delifişek romanlarında izleyebilirsiniz.

Anlatmayı beceremeyenler susarlar - Emily Dickinson

ŞŞŞşşşş! … Sessizlik!

Anlatmayı beceremeyenler 

s u s a r l a r.
Anlatmaktan vazgeçenler 

s u s a r l a r.
Anlaşılmayacağına karar vermiş olanlar 

s u s a r l a r.
Diğerlerinden ümidi kesmiş olanlar 

s u s a r l a r.
Hata yapmaktan korkanlar 

s u s a r l a r.
Kendilerini açığa çıkarmaktan korkanlar 

s u s a r l a r.
Zannettikleri kişi olmadıkları,
zannettikleri dünyada yaşamadıkları gerçeğini
hazmedemeyecek kadar güçsüz olanlar 

s u s a r l a r.
Olaylar ve olgular dünyasıyla
baş edemeyenler 

s u s a r l a r.
Herşeyi gördüğünü,
tüm olasılıkları yaşadığını düşünenler 

s u s a r l a r.
Güçlü olarak görülmeye
ölesiye ihtiyaç duyacak kadar
güçsüz olanlar 

s u s a r l a r.

ŞŞŞşşşş! … Sessizlik!

Sonsuza dek konuşabilecek olanlar
en çabuk susanlardır genelde.
Sonra kadınlar gelir ki
onlarda bu kategoridedirler çoğunlukla.
Sonra şairler…
En son ölüler susar!

Açma Gözlerini – Adnan Yücel

Bir yaş günü göl kıyısında sessiz
Mum ışıkları oynaşırken yüzünde
Hiçbir göl ve nehir sığmıyor yüzüne
Yüzüne
Ve gözlerindeki o bitimsiz evrene
Hangi yıldızı yakalasam ışık seliyle
Hangisini koysam yörüngene
Tükeniyor çekim kuvveti yoğunluğum
Ben bakışlarındaki yıldızlara
O yemyeşil çığlıklara vuruldum
Açma gözlerini-yoruldum

Bin parçaya bölünüyor gözlerinde ışıklar
Birinde kuş sesleri-şafak ve özgürlük
Birinde nehirler-deniz ve sonsuzluk
Birinde yolculuklar-susuzluk ve uykusuzluk
Hangi birini getirsem ki dile
Ben hepsine birden vuruldum
Açma gözlerini-yoruldum

Bakarak erittiğin her ışık parçası
Gözlerinde bin özlemi türküler
Beni sözcüklerin büyüsünden alıp
Renklerin ve notaların dünyasına sürükler
İster konuş artık bundan böyle
İster sus
Beni hem sesin hem de sessizliğin gürültüler
Ben ikisine birden vuruldum
Açma gözlerini-yoruldum

Bu kaçıncı yaşın şiirler içinde
Bu kaçıncı şahlanışın
Ya da kaçıncı tükenişin çiçek serpintilerinde
Bak-bademler çiçek açıyor
Pir Sultan Abdal saz çalıyor yüzünde
Veysel görmeden anlatıyor baharı
Üç cemre birden tükeniyor sesinde
Ben üçüne birden vuruldum
Açma gözlerini-yoruldum

 

Eşek Arıları - Ferhan Şensoy

Şarap delilik değildir, yaşamasını bilenler tutulur şaraba.

 Antik Yunan Romedyasının en büyük ustası olan Aristophanes'in M.Ö. 422 de yazdığı sanılan bu ölümsüz eserini Ferhan Şensoy ve Ortaoyuncular günümüze getiriyorlar.

Antisofist yaklaşımlı Aristophanes'in adalet sistemini alaycı bir dille eleştirmesine kendi yorumunu getiren Şensoy, Antik Yunan'ın adalet mekanizmasını tiye alırken ortaya çıkan oyunu...



Kendine Ait Bir Oda - Virginia Woolf

Kadın hareketinin elden düşürmediği önemli kitaplardan biri olan Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf’un belki de en kolay okunan kitabıdır. Kolay okunur, çünkü konu çok somuttur: “Kadın ve edebiyat.” 

Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları ‘ezeli’ ve de ‘ezici’ bir soru vardır: “Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?” İşte Virginia Woolf bu ‘yakıcı’ soruya, tarihsel ilişkilerin kökenine inip kütüphane raflarında şöyle bir gezindikten ve de kısa bir kadın edebiyatı tarihçesi çıkardıktan sonra esaslı bir yanıt getiriyor. Ve şöyle sesleniyor kadınlara: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..”

"Woolf, mantıkla olduğu kadar hayalle,  nükteyle olduğu kadar bilgiyle ve gerçek bir romancının hayalgücüyle." The New York Times

 

14 Mart 2013

Tersi ve Yüzü - Albert Camus

“Şu saatte, tüm ülkem bu dünya. Bu güneş ve bu gölgeler, bu sıcak ve havanın derinliklerinden gelen bu soğuk: her şey gökyüzünün tüm doluluğunu acıma duyguma doğru boşalttığı bu pencerede yazılı olduğuna göre, ölen bir şey var mı, yok mu, insanlar acı çekiyorlarmı, çekmiyorlar mı diye düşünmem gerekir mi? Şunu söyleyebilirim, az sonra da söyleyeceğim: önemli olan insanca ve basit olmak. Hayır, gerçek olmaktır önemli olan, hepsi girer bunun içine, insanlık da, basitlik de. Ve ben dünya olduğum zaman değil de ne zaman daha gerçek olurum ki? Daha ben istemeden yerine getirilmiş her şeyim. Ölümsüzlük şuracıkta, bense onu umut ediyordum. Mutlu olmak değil artık dileğim, yalnızca bilinçli olmak. Bir adam çevresine dalmış, bir başkası mezarını kazıyor: nasıl ayırmalı onları? İnsanları ve saçmalıklarını? Ama işte gökyüzünün gülümsemesi. Işık kabarıyor, yaz pek mi yakın? Ama işte sevilmesi gerekenlerin gözleri ve sesi. Tüm devinimlerimle dünyaya, bütün acımam ve tüm minnetimle insanlara bağlıyım. Dünyanın bu tersiyle yüzü arasında bir seçim yapmak istemiyorum, seçmesini sevmem. İnsanlar açık görüşlü ve alaycı olmamızı istemiyorlar. ‘Bu sizin iyi olmadığınızı gösterir,’ diyorlar. Ben arada bir bağlantı göremiyorum. Birine aktöreye ters düştüğünü söylediklerini duyarsam, kendine bir aktöre bulma gereksiniminde olduğunu anlarım bundan; birine usu küçümsediğini söylediklerini duyarsam, kuşkularına katlanamadığını anlarım. Hile yapılmasını sevmem de ondan. Büyük yüreklilik, ölüme olduğu gibi ışığa da gözlerini kırpmadan bakabilmektir.”
Çeviren:Tahsin Yücel 
TIK

TERSİ VE YÜZÜ


Mrs. Dalloway - Virginia Woolf

"Yaşamı ve ölümü vermek istiyorum, sağlığı ve çılgınlığı; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, işler halinde, en yoğun biçiminde."

Virginia Woolf belki de en tanınmış romanı olan Mrs. Dalloway için bir yazısında bunları söylüyor. Dediklerini yapıyor da; her şeyden önce tek bir günün yoğun örgüsü içinde hem akreple yelkovanın peşinde koşan hem de o günün saatleri içinde kahramanlarının zihninde uzayıp giden iç zamanlar bulan bir roman bu. Mrs. Dalloway, edebiyat tarihinde daha sonraları "bilinç akışı" adıyla anılacak bir tekniğin en başarılı örneğidir. Kitaba adını veren Clarissa Dalloway, akşam vereceği davetin hazırlıkları peşinde Londra sokaklarında dolaşırken, kitabın öteki, "gizli" kahramanı Septimus Warren Smith aynı sokaklarda başka, daha karanlık bir hedefe doğru yol alır. Kitabın birbiriyle hiç yüzyüze gelmeyen bu iki kahramanı delilikle sığlık, sığlıkla derinlik, yaşamla ölüm kadar temel karşıtlıklar içinde "günden geceye" yolculuklarını tamamlar ve Virginia Woolf'da birleşirler. Mrs. Dalloway'i, Tomris Uyar'ın klasik niteliğindeki çevirisinden sunuyoruz. 
 

Bir Düş - Edgar Allan Poe

Görüntüleri arasında karanlık gecenin
Yitirilmiş sevincin düşünü kurdum.
Ama kalbimi kırarak beni uyandırdı
Görüntüsü yaşamın ve ışığın.

Ah! Düş olmayan bir şey var mıdır gündüzleyin
Gözlerinde geçmişten gelen bir ışıkla
Çevresine bakan kişi için?

O kutlu düş-o kutlu düş,
Bütün dünya kınarken
Tarlı bir ışık gibi neşelendirdi beni
Yalnız bir ruha yol gösteren.

Ne olmuş geceleyin ve fırtınada
Titriyorsa yükseklerdeki ışık?
Daha berrak bir sey var mıdır
Gündüz parlayan yıldızından, gerçeğin! 

Benlik - Oruç Aruoba

İçimde bir yengeç var.
İçimdeki en kuytu kovukta yaşıyor olmalı; oradan seyrediyor herhalde her yaşadığımı. Ancak arada bir hissediyorum varlığını – ancak arada bir belli ediyor kendini. Ama biliyorum : hep orada...
... bana direnir çoğunlukla – dolambaçlı yollarla karışır yaptıklarıma, ket vurur. Bir yolunu bulup yaptıklarımı engeller; yapacaklarımı belirlemeğe çalışır.
Bunun temelinde benim ile uyum içinde olmaması yatsa gerek. Benim yaptıklarım aykırı geliyor olmalı ona.
Sanıyorum benden pek hoşnut değil.
En çok dayanamadığı da, benim, devinimsiz, eylemsiz kaldığım zamanlardaki hâlimdir – (gün olur, hiçbirşey yapmak gelmez içimden; ya da : hiçbirşey yapmak gelir – öyle, bir köşeye oturur, saatlerce, etrafıma bakınırım – seyrederim. Kafamdan binbir türlü imge, tasarım, düşünce –öylesine, gelişigüzel– geçip durur; zaman da geçer ya, öyle –?
aldırmam...), bu durumlarda, içimde, kocaman kıskacının çat–çatını, sert ayaklarının yan yan eşelenen öfkeli katırtısını duyarım. "Yürü git!", der bana; ama ben kalakalmış olurum. Dinlemem onu; belki, dinlemek elimden – içimden– gelmez."

Devlet - Platon (Eflatun)

"Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ancak milletin kendini yönetecek olanları iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demogoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demogoglar türer. Demogoglardan da diktatörler çıkar. Demokrasi despotluğa dönüşür.
 
*
 M.Ö. 427-347 yılları arasında yaşamış olan Eflatun düşlediği en iyi devleti, Sokrates'le birlikte, bu kitapta anlatır.
Devlet'te iki düşüncenin çatışmasına tanık oluruz:
1) İnsanlar doğuştan iyi ve eşittirler; toplumun kötü düzeni onları bozuyor, güçlüler güçsüzleri eziyor. Kanunlar güçlülerin elinde güçsüzlere karşı silah okuyor.
2) İnsanlar doğuştan ne iyi ne de eşittirler. Yalnızca güçlü ve güçsüzler vardır. Güçlünün güçsüzü yönetmesi, doğa gereğidir ve doğrudur. İnsan haklı olmaya değil, güçlü olmaya bakmalıdır.
Buradan yola çıkarak Devlet'in, bugün "insan değerler" başlığında ele aldığımız birikimin kaynaklarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
 
 *
Arap dünyasında ve Türkçede Eflatun adıyla da bilinen büyük Yunan filozofu Platon, daha 20'li yaşlarından Sokrates'in en parlak öğrencisidir. Sokrates'in ölüme mahkum edilmesi ve baldıran zehri içerek idam cezasını bizzat infaz etmesi, genç filozof Platon'u derinden etkiler ve o tarihten sonra bütün enerjisini, felsefe ile politika arasındaki ilişkiyi, iyi insanı, adalet kavramını ve ideal devlet düzenini araştırmaya adar. "Sokrates'leri öldürmeyecek bir devlet düzeni" arayışı ona Devlet'i yazdırır. Platon'un Devlet'i sadece "ideal" bir devletin ilk modeli değildir. Platon, insanın mutluluğu ile de aynı yoğunlukta ilgilenir. Ama Devlet'in önemi, biraz da ondaki düşünce zenginliği, düşünce üretme, üretilen düşünceleri gerekçelendirme, sorular sorarak adım adım kanıtlama, karşısındakini adım adım ikna etme ya da gerçeği ona buldurma yöntemleridir. Yani Platon'un, hocası Sokrates'ten öğrendiği ve bütün diyaloglarında kullandığı, soru - cevap esasına dayanan o ünlü tartışma yöntemi Devlet'te zirveye ulaşır.

Platon o yüzden fazla felsefi diyalog yazmıştır. Yunanca başlığı Politeia olan Devlet, bu diyalogların en önemlisi, en kapsamlısıdır. Devlet, ütopya kitapları dizisinin olmazsa olmazıdır. Platon'un amacı kuşkusuz bir ütopya yazmak değildir. Yine de Devlet, yazarının amacından bağımsız olarak, birçok araştırmacı tarafından "ütopyaların ilk örneği" olarak kabul edilmektedir. Kimine göre bütün ütopya kitaplarının babasıdır.
(Tanıtım Bülteninden)

Özdemir Asaf Seçme Sözler


Bir seviyi anlamak, bir yaşam harcamaktır...Harcayacaksın!

Bugüne en uzak gün, dün.

Damla biraz daha küçük veya büyük olamayacağı gibi ben de biraz daha şöyle biraz daha böyle olamam.

Dünüyle ünlü insanlar bugün gün yüzü görmezler.

Evlilik, iki kişilik yalnızlıktır.

Ben ölseydim, o belki ağlardı. Ama o ağlasaydı, ben ölürdüm.

Gelmesen önemli değil, gelsen önemli olurdu!..Gelmemen büyük yalnızlığımı doldurdu...

Sustuğunu bilen olgundur, bildiğini susan değil.

Gerçek değer; gelmesi boşluk dolduran değil gitmesi boşluk yaratan.

Kaybedeceğini bile bile neden mücadele ediyorsun dedi, öleceğini bile bile yaşadığını unutmuştu o ama...Bozmadım.

Kendi bahçesinde dal olamayanın biri, girmiş bahçeme ağaçlık taslıyor.

Sevilenin yanlışı görünmez, sevilmeyenin görüntüsü yanlıştır.

Sustuğunu bilen olgundur, bildiğini susan değil.

Ben birini sevmiyordum. O da beni sevmiyordu. Bir gün bir yerde randevulaştık. Ben gitmedim. O da gelmedi.

Yanına kadar koştuktan sonra, bir adım daha atamayacaksan eğer; oraya kadar sakın koşma. Sana değil, bekleyene yazık olur.

Yaşamak için bırakılmış bir yön baktım, yoktu: Ben direnmek için elimden gelin yaptım.

Anı bahçelerinde üşümek sıcaktı.

Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, Birinciliği beyaza verdiler.

11 Mart 2013

Lady Lazarus - Sylvia Plath

İşte yine yaptım 
Her on yılda bir 
Böyle bir tane beceririm 
Bir tür ayaklı mucize, tenim 
Bir Nazi lamba siperliği kadar parlak, 
Sağ ayağım 
Tüy kadar hafif 
Yüzüm ifadesiz, incecik 
Yahudi kumaşından. 
Çözün kundağı 
Ah, sevgili düşmanım. 
Korkutuyor muyum? 
Burnu, göz bebekleri, 32 dişi yerli yerinde mi? 
Acı nefesi 
Ertesi gün yok olacak. 
Yakında, çok yakında 
Vahim bir öldür gücü 
Evimde, etimde olacak 
Ve ben işte gülümseyen bir kadın. 
Daha sadece otuzunda. 
Ve kedi gibi dokuz canlıyım. 
Bu Üçüncü Sefer. 
Ne lüzumsuzluk 
On yılda bir imha. 
Bu ne çok iplik. 
 
Çekirdek yiyen kalabalık 
İtişir içeri görmek için 
Ellerimi ayaklarımı çözmelerini – 
Muhteşem soyunmalar. 
Baylar, bayanlar 
Bunlar ellerim benim, 
Bunlar dizlerim. 
Bir deri bir kemik olabilirim, farketmez, 
Ben de onlardandım, tek tip kadın işte 
İlk seferinde on yaşındaydım. 
Kazaydı. 
İkinci seferinde istedim 
Bitirip gitmeyi ve hiç daha dönmemeyi. 
Üstüstüme kapaklandım. 
Tıpkı bir midye gibi. 
Tekrar tekrar bağırmaları gerekti çağırmaları 
Ve üstümden ayıklamaları inci gibi parlak yapışkan 
Solucanları 
Ölmek Bir sanattır, herşey gibi. 
Özellikle iyi yaparım. 
 Bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum. 
Bir ölürüm ki, adeta hakikaten olurum. 
Sanki gider gibi bir davete. 
Bunu yapmak çok kolay bir hücrede 
Ölmek ve kımıldamamak 
Ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi 
Güneşli bir günde geri gel 
Aynı yere, aynı yüze, zalim 
Eğlenen çığrışlara: ‘Mucize! ’ 
İşte bu yere yıkar beni. 
Ama bir bedeli var. 
Yara izlerime bakmanın, bir bedeli var. 
Kalbimi dinlemenin  
Hakikaten çalışıyor. 
Bir bedeli var, çok büyük bir bedeli var. 
Bir sözün, veya bir dokunuşun. 
Ya da biraz kanımı akıtmanın. 
Bir tutam saçımın veya elbisemden bir parçanın. 
Eee, Herr Doktor. 
Eee, Herr Düşman. 
Sizin eserinizim ben, 
Paha biçilmez, 
Altın topu bebeğinizim 
Bir çığlığa eriyen 
Dönüyorum ve yanıyorum. 
Gösterdiğiniz alakaya aldırmadığımı sanmayın. 
 Kül, kül Külü eşele bak. 
Etten kemikten eser yok 
Bir kalıp sabun 
Bir nişan yüzüğü 
Altın bir diş. 
 
Herr Tanrı, 
Herr Şeytan 
Savulun Savulun. 
 Küllerin arasından 
Doğrulurum kızıl saçlarımla 
Ve çıtır çıtır adam yerim.  

Çeviren: Enis Akın 
 

Zaman,Yer, Sonra... Nilgün Marmara

 
Ayla örtünüyoruz çağlardır, buğulu camlar ve farklanmış yüzümüzle. Başkaları uygarlıktan söz ediyor, bilmeden her geriye dönüşün belki ulaşılmaz bir ileriye adım olduğunu. Tohumdan korkuyoruz, yeryüzünün ilgisizliği hafif kılıyor bedenlerimizi, bakışımız göğe yönelirken yürekler serin tutuluyor. 
 
Sonra her çınlamayla endişe güğümleri omzuma biniyor; toprağın değişmezliği, yapıların kalıcılığı, anaların istemi kadar tehdit edici yükler. Örümcek ağında gizlenen eski yazılar kinin kuşkusunu kusuyor. Yeniden hatırlanıyor bir zamanın beyaz evleri, dudakların uyarısıyla sonu ertelenen aşkın iyicil kucağı açılıyor, öte dünyanın gerçek konutlarında. 
 
Çerçeveleri yalnızlıklarımızdan oluşan, kapıları acılardan örülmüş, toz, taş, geçmiş ve şimdiyi saklayan güzellik! Hiç bitmesin diyoruz dingin tavrımız, bir kez seçilmiş uğraşı yaşamdan ayırmamakla. 
 
Sevgi yazısıyla!

Ekim, 1981
(Metinler)

Hasret - Fazıl Hüsnü Dağlarca

Sevgimi unutmak için seyrederim bir tabloyu, bir mermeri,
Ki ne kadar dalsa ruhum yeniden döner geriye:
Okurum düşüne düşüne okuduğun şiirleri,
Senin düşüncen geçerken üzerlerinde bir sıcaklık kalmıştır diye
 

Aşk - Birhan Keskin

 

Sevgilim sabahın erkenini seviyor, 

ben geceyi ve esmerliğini onun, 

o dorukları sevior, korkuyor bundan 

ben rüzgarla buluşan tepeyi, tuhaflığı, 

ona bir yeşil gülümsüyor, 

ben, hayatı delice sevdiysem nasıl, 

diyorum, seni de öyle. 

O kendi boşluğunda oyalanan günlerde 

canı sıkılan bir çocuk gibi uyuyor, 

ben göğe bakıyorum geceden, 

kendi çukurunu bulmuş deniz gibiyim 

diyorum, yanında, 

o sabahları eğilip öpüyor denizi.

Çıplağın çıplağımda, rüzgarın dağımda olsun, 

esmerliğin gecemde, öyle kal. 

"Bulutlara bak, gidiyorlar, hızla" diyorsun, 

yağmur bir yalıyor yüzümü, 

bir duruyor. Sabahları eğilip yüzüme 

öpüşün geçiyor bir, bir duruyor aklım. 

Su ve rüzgar, dağ ve doruk, sonsuz hepsi, 

oysa camdaki sardunya gibi üşür 

bana biçtiğin ömür, ölüm geliyor aklıma bir bir, 

çıplağın çıplağımda.

Rüzgarın dağımda olsun esmerliğin gecemde 

öyle kal, sana sonsuz sarıldığımda.

Çocukluğumun en güzel yanıydı uğur böceklerinin uğur getireceğine inanmak.

 

Bir uğur böceği ne kadar cesur olmalı! Her yağmur damlası onun kadar büyük. Yağmur damlaları senin kadar büyük düşerse ne yapacağını hayal edebiliyor musun? - Aileen Fisher

Bence insanlar bahçeye çıkıp bir çiçeğin üzerinde gezinen bir uğur böceğini izlemeli ve zihnini gevşetmeli. Sanırım hayat hakkında bilmeniz gereken her şey bu kadar. - Harland Williams

Kızıl bir pelerin giyen küçük benekli bir ziyaretçi Kirazdan daha parlak Üzümden daha küçük Benekli biri Duvarımda yürüyen siyah kapüşonlu bir kadın, kırmızı bir şal içindedir. - Joan Walsh Anglund

Uğur Böceği kılık değiştirmiyor. O sadece reklamını yaptığı şey. Benekli bir bahar manzarası, Kanatta bir moda ifadesi…. Minyatür bir turuncu uçurtma. Noktadan noktaya küçük bir zevktir. - J. Patrick Lewis

 

Franz Kafka - Dönüşüm

Dönüşüm

Bir sabah tedirgin düşlerden uyanan Gregor Samsa, devcileyin bir böceğe dönüşmüş buldu kendini. Bir zırh gibi sertleşmiş sırtının züerinde yatıyor, başını biraz kaldırınca yay biçiminde katı bölmelere ayrılıp bir kümbet yapmış kahverengi karnını görüyordu; bu karnın tepesinde yorgan, ehr an kayıp tümüyle yere düşmeye ahzır, ancak zar zor tutunabilmeketydi. Vücudunun kalan bölümüne oranla acınacak kadar cılız bir sürü bacakçık, ne yapacaklarını şaşırmış, gözlerinin önünde aralıksız çakıp sönüyordu.

"Bana da ne oldu böyle?" diye düşündü Gregor Samsa. Hayır! Düş falan değildi. Odası, biraz fazla küçük olmakla beraber tastaman bir insan odasıydı ve enikonu aşinası bulunduğu dört duvar arasında sessiz sakin duruyordu. Ambalajlarından çıakrılmış kumaş örneklerinden bir koleksiyonun yayıldığı masanın üzerine Samsa bir firmanın pazarlamacılığını yapıyordu. Kısa süre önce resimli bir dergiden kesip altın yaldızlı şirin bir çerçeveye geçirdiği bir resim asılmıştı. Başında kürk şapka, boynunda yılan biçimindeki uzun kürk atkıyla dimdik oturmuş bir kadın, kollarının dirsekten aşağı bölümlerinin içinde kaybolduğu ağır bir manşonu yukarı kaldırarak seyircilere doğru uzatmıştı resimde.

* * *

Franz Kafka’nın gündemden düşmeyen sıra dışı öyküsü Dönüşüm, kısa sürede okunacak ince bir hacme sahip olmasının yanı sıra okurunu uzun soluklu bir düşünce dünyasına yönlendiriyor. Yazarın 1912 yılında yazdığı eser, 100 yılı aşkın süredir tüm bilinmezleriyle günümüzde de tartışılmaya devam ediyor.

Dönüşüm kitabının en çarpıcı cümlesi, okura daha ilk satırda kendini gösteriyor. Kafka, hikayesine verdiği adla okurda bir dönüşüm süreci beklentisi oluştursa da ters köşe yapıyor. Garip bir dönüşümden itibaren gerçekleşen olayları konu alan kitap, satırlarında herhangi bir açık göndermede bulunmaksızın, gerçeküstü bir gerçeklik benimsiyor.

Dev Bir Böcekle Aynı Odayı Paylaşmak, Ufkunuza Yeni Bir Bakış Açısı Katacak

Kitabın ana kahramanı olan Gregor Samsa, hikayede ailesini geçindirmekle yükümlü sıradan bir pazarlamacı olarak anlatılıyor. Ancak roman ve hikaye dünyasının bilindik tasvirlerinden ziyade Gregor, hayatından hiç şikayetçi olmadığı gibi ona tutunan bir tip olarak yansıtılıyor. Ve Gregor bir sabah, alışageldiği hayatın çok dışında bir gerçekliğe uyanıyor. Kendini kocaman bir böceğe dönüşmüş bulan Gregor, bunu fark ettiği ilk an büyük bir dehşete düşüyor.

Gregor, böcek olduğunun farkına varmasının üzerinden çok geçmeden günlük rutinini ve yerine getirmesi gereken sorumlulukları düşünmeye başlıyor. Böylelikle Kafka’nın bu akıl ve ironi dolu hikayesinde itaat duygusunun, göze çarpan ilk unsurlardan biri olduğu görülüyor. Bu noktada yazarın insan yaşamına ve düzene olan ince eleştirisi dikkat çekiyor.  

Dönüşüm’ün verdiği en büyük mesajı ise yabancılaşma duygusu oluşturuyor. Öyle ki hikayede Gregor’un tiksindirici bir edayla anlatımının altında, kitap hakkında varılacak ilk farkındalıklardan biri şu: İnsan bir gün gerekenden daha farklı bir halde bulunduğunda yabancılık, kişiye en yakın olanlardan başlıyor. Hikayede Gregor’un ailesinin çaresizliği ve ona karşı tutumu, Gregor’u olduğu kadar sizi de derinden etkileyecek.