27 Şubat 2013

"Tanrı, size istediğiniz insanları değil, ihtiyacınız olan insanları verir. Öyle ki bu insanlar size yardım edecek, sizi inciticek, acı verecek, sizi terkedecek, sizi sevecek ve olmanız gereken insan olabilmenizi sağlayacaktır." Lao Tzu




Ahmet Hamdi Tanpınar - Saatleri Ayarlama Enstitüsü


 Ahmet Hamdi Tanpınar'ın şiiri sembolist bir ifade üzerine kurulmuştur. Aynı anlatım tarzı romanlarına da zaman zaman sirayet eder. Ancak muhteva açısından metafizik eğilimleri ile estetik endişelerini şiire ayırdığı halde, sosyal temalar için nesri seçmiştir. Romanları, zengin hayat hikayesinden taşarak Türkiye meselelerine kendine has yorumlar getirir.
 

Saatleri Ayarlama Enstitüsü

İmparatorluktan cumhuriyete geçiş döneminde Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük şair ve yazarlardan olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı eseri, modern Türk romanının kilometre taşları arasında yer alıyor. Yazarın büyük ses getiren Huzur adlı yapıtından sonra ikinci romanı olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü, dönem Türkiye’sinin bir yansıması olarak günümüzde de edebi ve tarihi değerini koruyor.

Tanpınar’ın Edebi Dehasının Bir Yansıması

Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında sıklıkla ele alınan Doğu - Batı kültür çatışmasını işleyen Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın usta kalemiyle benzersiz bir değer kazanıyor. Modern Türk edebiyatının en güçlü örneklerinden olan eser, ilk yayımlandığı 1961 yılından günümüze pek çok baskısıyla geniş bir kitleye ulaşıyor. Eleştirel bağlamda güncelliğini bugün de koruyan Saatleri Ayarlama Enstitüsü; ışık tuttuğu toplumsal sorunlarla ülkemizde sadece Türk edebiyatına değil, sosyal bilimlerin birçok dalına da kaynak oluşturuyor.

Bir Hayat Hikayesiyle Temsil Edilen Toplum Tarihi

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün olay örgüsü, fakir bir ailede büyüyen ve saatlere büyük bir ilgi duyan Hayri İrdal adlı genç bir adamın çevresinde şekilleniyor. Kalabalık bir şahıs kadrosuna sahip olan romanda, başkahraman Hayri İrdal’dan sonra en baskın karakteri ise Halit Ayarcı oluşturuyor. Öyle ki başkahraman da kendi yaşamını, Halit Ayarcı ile tanışmadan öncesi ve sonrası olmak üzere iki farklı şekilde değerlendiriyor. 

“Büyük Ümitler”, “Küçük Hakikatler”, “Sabaha Doğru” ve “Her Mevsimin Bir Sonu Vardır” adlı dört bölümden oluşan romanın ilk kısmında Hayri İrdal, çocukluğundan başlayarak yaşamını ayrıntılı bir şekilde okurla paylaşıyor. Halit Ayarcı ile eserin ikinci bölümünde tanışan başkahraman, sonrasında onunla birlikte Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün temellerini atıyor. Eserin son bölümünde ise enstitünün beklenmedik akıbeti, o dönemden günümüze devam eden sorunların bir habercisi olarak okurlarını düşünmeye sevk ediyor.

"Sözler"
Saatin kendisi mekan , yürüyüşü zaman , ayarı insandır...Bu da gösterir ki zaman ve mekan, insanla mevcuttur!

Yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz.

Belki bu iyi gelir!" diyordum. Elbette birinden biri iyi gelecek ve ben de etrafımdakilere benzeycektim. Muhakkak benzemeliydim. Benzemezsem yaşamak çok güçtü.

Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz;fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız?

İnsanların saadet anlayışları da gariptir.Kitaplara bakarsanız,kendilerini dinlerseniz,insanoğlunun esas vasfı aklıdır.Onun sayesinde diğer hayvanlardan ayrılır.Beylik sözüyle,hayata hükmeder.Fakat kendi hayatlarına teker teker bakarsanız bu yapıcı unsurun zerre kadar müdahalesini göremezsiniz.

Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder.

Fakat arada bu uçurum daima kalacaktı. Ara sıra onun üstünden ellerimiz birbirine uzanacak, sonra ben küskün, o ümitli kendi dünyalarımıza dönecektik. Biliyordum, bu düşünceler sade bu akşamın düşünceleriydi. Yarın sabah ben kibrit kutularımı bir sepete tıkıp enstitüye gittiğim zaman başka bir adam olacaktım.

Kafamda ancak gölgesi geçen bir düşüncenin iki dakika sonra böyle cezasını çekeceğimi nereden bilebilirdim? Biz fakirler böyleyizdir. Kader sarayında bizim işlere bakan büro hiç şaşmaz, ihmal etmez. Zihnimizden geçen en uzak, en masum ihtimallerin, sadece şiddetle ret için düşündüğümüz şeylerin bile ceremesini öderiz.

Şu hakikati kendi hayatım bana öğretti: İnsanoğlu insanoğlununun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz.

 “Fakat ne çıkardı? Hangi meseleyi hallederdi? Sadece talihin hediye ettiği bu üç günü, bir başka mesele ile daha zehirlemekten başka hiçbir işe yaramazdı. En iyisi düşünmemekti. Kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hattâ ben var mıydım? Ben dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi.”

“Hayat kelimesi ile çalışma kelimesi arasında kafamda hiçbir münasebet kalmamıştı. Hayat benim için iki eli cebinde uydurulan bir masaldı.”

“Hem aleyhinizde yazmayacaklar, hem de ölçülü şekilde methedecekler... Ne âlâ şey! Bulursanız bana da gönderin böylesini... Hayır azizim, herkesin hürriyeti var!”

“Niçin eskilerden bahsederken başımızı sallarız? Bu bir âdet mi, gelenek mi, yoksa bir hastalık mı?”

“Ve ben kendime geliyordum. Kararlar, yeminler, ahitler, karanlıkta dökülen göz yaşları birbirini kovalıyordu. Fakat ne faydası vardı? Ne yaşadığım hayatı beğeniyor, ne yenisine gidebilecek kudreti kendimde buluyordum. Her şeyden düpedüz kopmuştum. Çocuklarıma karşı beslediğim acıma hissinden başka etrafımla hiçbir bağım yoktu. Her şeye, herkese sadece katlanıyordum. Sokağa adımımı atar atmaz, kendimi bir yığın muvazaanın, gafletin esîri görüyordum ve bulunduğum yerden, yaptığım işten gayri her yer, her şey bana erişilmez şekilde güzel ve harikulade görünüyordu.”

“Hiç boks maçına gitmediniz mi? İlk önce bakamayız bile!Sonra birdenbire heyecanlanırız,bir taraf tutarız.Bir an evvel,kafi derecede kuvvetli olmamasına kızarız.Haydi!... deriz,daha kuvvetli!Daha müthiş!...deriz ve öyle olmadığı için üzülürüz.Fakat hangimiz o esnada o adamı yerinde bulunmayı isteriz?Hiçbirimiz,değil mi?Bunlar da öyle işte...Mücadeleyi bizim tarafımızdan seyrettiler.Ve bizi alkışladılar.O anda çok samimi idiler.Fakat "Ringe buyurun!" deyince işler değişti.Burada kendi menfaatler,emniyetleri var!”

“Hayır bu iş bir yalan gerçek meselesi değil, bir olmak ve olmamak meselesiydi.”

“Herkes hayatının bir devrinde şu veya bu şekilde talihinin şuuruna erer. Babam, ve hepimiz, onunla en zalim şekilde karşılaşmıştık. Babam bunu o kadar iyi biliyordu ki, bütün bu olan biten şeylerde kendi sabırsızlığının, kendi ihtiyatsızlığının payını bile düşünmeye lüzum görmüyordu. Garip bir sükunete kavuşmuştu. Kendi köşesinde sessiz sedasız oturan bir adam olmuştu. Yalnız ara sıra, bilmem niçin sofanın duvarına astığı ve bir daha oradan kaldırılmasına razı olmadığı saat rakkasına bakar ve sonra acayip ve mazlum bir gülüşle gülümseyerek yerinden fırlardı.”

“-Evet hastalığınız anlaşıldı, dedi. Sizde tipik bir baba kompleksi var. Babanızı beğenmemişsiniz. Bu o kadar mühim değil. Reşit olmak için belki de en kısa yoldur”

“Hayata inanmak lazım Hayri Bey. Siz hayata değil Acemaşiran'a inanıyordunuz.”

“Uvek je tako. Događaji se ne zaboravljaju sami od sebe. Uvek neki drugi potisne prethodne, oslabi utiske, a ako je postojala krivica, ublaži je.”

“Eski şapkalarımız, ayakkabılarımız, elbiselerimiz gün geçtikçe bizden bir parça olmazlar mı? Onları sık sık değiştirmek isteyişimiz de bu yüzden değil midir? Yeni bir elbise giyen adam az çok benliğinin dışına çıkmışa benzer: Kendinden uzaklaşmak, ona bir değişikliğin arasından bakmak ihtiyacı, yahut “Ben artık bir başkasıyım!” diyebilmek saadeti.”

“Ah, bu küçük teferruat...İki üç çizgi, birkaç konuşma parçası, işte size bütün bir hayat...Tevekkeli değil eskiler sadece şiir söylemişler!”

“İnsanların saadet anlayışları da gariptir. Kitaplara bakarsanız, kendilerini dinlerseniz, insan oğlunun asıl vasfı akıldır. Onun sayesinde diğer hayvanlardan ayrılır. Beylik sözüyle, hayata hükmeder. Fakat kendi hayatlarına teker teker bakarsanız bu yapıcı unsurun zerre kadar müdahalesini göremezsiniz.”

“Yanımdan biraz sürtünerek geçen her adamın peşine takılan, ondan ayrılır ayrılmaz, iki kedi yavrusu gibi birbirine sokulan, birbirinin kucağında gülen, ağlayan, bilhassa ağlayan iki çocukla çapaçul, biçare bir gölge… Gül! dedikleri yerde gülen, ağla ve konuş dedikleri yerde konuşan, ağlayan, enteresan buldukları zaman enteresan olan, yüzüne bakmadıkları gün mevcut olmayan biri.”

Leylâ Erbil’den Dünya Öykü Günü İçin Saptamalar



 Bügün Dünya Öykü Günü

PEN Öykü Ödülü'nü kazanan Leyla Erbil'in 2013 Dünya Öykü Günü Bildirisi:

Bu yıl bildiri Leylâ Erbil'den

1954-55 yılları olmalı. Taksime doğru ilerliyoruz, Galatasaray Lisesi önlerindeyiz ve Onat’la yan yana düşmüşüz, Türk edebiyatını nasıl yenileştireceğimizi tartışıyoruz. Ben, insanları anlatmakta yetersiz kalan bu dili, bu kalıpları değiştireceğimi söylüyorum. Onat’sa “Ben de o dili madrigallere dönüştüreceğim…” diyor.

Bu ülkede düşünceyi doğrulukla açıklamak, gerçekleri ortaya dökmek, “kendi için varlık olma” durumu, hayatını ortaya koymakla eşittir.

Ataerkil dünyanın kadına biçtiği rol bilinçdışı belki ana rahminden başlayarak algılanıyor. Cinsiyet ayrımını ilkin bilinçsiz de olsa yaşıyorsunuz. Çok yakıcı bir şey, aşağılanma! Bu durumun dışına çıkma, özgürleşme, birey olma, “kendi için varlık” olma şansı, çok sayıda eril kategorileri aşmaktan geçiyor.

1960’larda televizyon evlere girdiğinde biraz daha demokrattı bilgi, şimdi ise insanlar arasındaki uçurum büsbütün derinleşiyor. Neredeyse eş dili konuşmaz oluyoruz.

Medya daha da devleşip, denetimsiz bir boyuta vararak, dünyamızı bir baştan bir başa, Medeia’nın alevden giysisiyle kaplayacaktır.

Önerilen ödünü; ünü, gücü, saltanatı görmezden gelebiliriz diyor gibiyim zaman zaman. Bir yazar gücü ne yapsın ki! Gerçek yazar güçten de ünden de utanır; nasıl bir dünyanın kendisine onun sunduğunun bilincindedir…

Halkın bildiği ise hüzünden çok ızdırap, çile, kahır ve zulümdür.

Bir yazarın yaşadıklarıyla sanatının birbirini yalancı çıkarmaması, iyi bir sanat ürününün ölçülerinden biridir. Tek ölçü olmasa da…

İnsan yaralıdır. Hasta ve deli dendiğinde içine “demon” olanı da alacaktı. O vakit artık sizin bu yeni insanla ne yapacağınıza sıra gelmiştir. Yeteneğinize göre, parçalanmayı, yabancılaşmayı (cinselliği de içine alarak) kapitalizmin nesnel gerçeğine dayanarak anlatabilmek; asıl temelde hepimizi güden ölüm korkusuyla cebelleşerek kendi dilini yaratabilmek… Yazarken asla okuyucuyu düşünmedim. Kendi dilimi, metnini yaratmaktan başka; okuru eğlendirmeyi, kaç satacağımı, beğenilip beğenilmeyeceğimi, eleştirmenlerin hoşlanacağı gibi yazmayı falan hiç düşünmedim.

Ölümler gördüm: Dostlarımın, yakınlarımın ölümlerini, halkın acılarını, işkenceye dönüşen yaşamlarını, iktidarların soysuzluklarını. Seyretmekten tiksindiğim bir dünyayla karşı karşıya kaldım. İnsanlarda doymak bilmez morarmış bir tutku, şimdiden küçük düşmüş hırslar, tam bilemiyorum bir uzaklaşma, insanı açıklamak kolay mı!... Gene de duramadım, yazdım. Evet öyküler, şiirler ve roman…

Ben sadece sesli düşünüyorum, yani yazarak…

Not: Bu metin, Sayın Leylâ Erbil’in ağır hastalığı nedeniyle eline kalemin uzak düştüğü koşullarda, PEN yönetimine verdiği yetki ve izin sınırları içinde yapıtlarından yapılan alıntılarla Sabri Kuşkonmaz tarafından oluşturulmuştur.

Tomris Uyar " nasılsa şairlerin ‘aşk’ı dile getirme yordamının kendilerine özgü olduğuna ve aşk-nesnesine göre değişmeyeceğine inananlardanım. "

Cemal Süreya bana yazdığını söylediği şiirlerini bir kızgınlık anında geri almış, başka birine ithaf etmişti. Doğrusu, benim için büyük bir yıkım değildi, nasılsa şairlerin ‘aşk’ı dile getirme yordamının kendilerine özgü olduğuna ve aşk-nesnesine göre değişmeyeceğine inananlardanım. İthafsız aşk şiirlerini yeğlerim zaten. Ama son yıllardaki karşılaşmalarımızdan birinde Cemal, kitabın yeni basımında şiirlerini yeniden bana adayacağını söylediğinde tepem attı.

Okurlarını keyfince yanıltmayı kendine nasıl yedirebiliyordu?

Kahramanca karşı çıktım bu öneriye, nedenlerini sıralayarak. Sonra haince ekledim: “bilirsin, ben ıskarta mal sevmem.”

Tomris Uyar

25 Şubat 2013

Şiir Hakkında Bazı Düşünceler - Ahmet Haşim

Biz bu satırlarda, şiirde anlam ve açıklığın ne değerde şeyler olduğu üzerinde, kendi görüşlerimizi söylemekle yetineceğiz.

Her şeyden önce şunu itiraf edelim ki, şiirde anlam sözüyle ne demek istendiğini bilmiyoruz. Düşünce dedikleri bayağı görüşler yığını mı, hikaye mi, mazmun mu; ve açıklık, bunların adı kavrayışa göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları gerekli sayanlar, şiiri, tarih, felsefe, nutuk ve belagat gibi bir sürü söz sanatlarıyla karıştıranlar ve onun asıl yüzünü seçip tanımayanlardır.

Oysa şair, ne bir hakikat habercisi, ne bir belagatli insan, ne de bir kural koyucudur. Şiirin dili, nesir gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden çok musikiye yakın, ortalama bir dildir. Nesirde üslubun oluşması için gerekli olan öğelerin hiçbiri şiir için söz konusu olamaz. Denilebilir ki, şiir, nesre çevrilemeyen nazımdır…

Şiirde her şeyden önce önemli olan kelimenin anlamı değil, cümledeki söyleniş değeridir. Şairin amacı, her kelimenin cümledeki yerini öteki kelimelerle ilgilerinden, gizemli birleşmelerinden doğacak tatlı, gizli, uçarı ya da sert sese göre belirlemek ve çeşit çeşit kelime ahenklerini, mısranın genel gidişine uydurarak dalgalı ve akıcı, karanlık ya da aydınlık, ağır ya da hızlı duygulara; kelimelerin anlamı üstünde, mısranın musiki dalgalanmalarından, sınırsız ve etkili bir anlatım bulmaktır.

Kelime değişmeleri ve ahenk kaygıları arasında anlam kararırsa, ruh, ahengin tadıyla onun yerini doldurur. Zaten anlam, ahengin telkinlerinden başka nedir?

Şimdiye kadar, hiçbir büyük şairin, sınırlı bir insan topluluğu dışında anlaşılmış olduğunun iddia edilemeyeceği düşüncesindeyiz. Abartmadan denilebilir ki, herkesin anlayabileceği şiir yalnız aşağı şairlerin işidir. İyi şiirlerin girişleri, tunç kaplı şehir kapıları gibi, sımsıkı kapalıdır; her el o kanatları itemez ve kapılar kimi zaman yüzyıllarca insanlara kapalı kalır.

Şiirde kimi bölümlerin belirsiz kalması bir yanlış ve bir kusur olmak şöyle dursun, tersine, şiirin güzelliği bakımından çok gereklidir.

Kısaca şiir, çeşitli yorumlara elverişli bir genişlik ve kapsamda olmalıdır. Bir şiirin anlamı, başka bir anlam olmaya elverişli oldukça, her okuyan ona kendi hayatının da anlamını katar ve böylece şiir, şairlerle insanlar arasında ortak bir etkilenme dili olmak derecesini kazanır. En zengin, en derin ve en etkili şiir, herkesin istediği yolda anlayacağı ve bundan dolayı da sonsuz duyarlılıkları kapsayacak bir genişlikte olanıdır.

Sevgi üzerine deneme Nuri Can

İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, rededilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.’’
W. Shakespeare 

Bir ninniyi kıskandıracak kadar güzel sesiyle çakıl taşları arasından sızıp gelen su, çimenler, dağ çiçekleri, ceylanlar, kuşlar, denizler, yeni doğmuş süt kokan bebekler, güller, toprak, rüzgarda nazlı nazlı devinen yapraklar, ağaçlar, kısacası her şey. Ne yana baksam her şey bana insanları anlatır. İnsanların inceliğini, duyarlılığını, insancıllığını, sevecenliğini ululuğunu, yaratıcılığını, sanatçılığını.

Dünyada bunca yıkım, kıyım,zulüm,ihanet ve kötülükler olmasına rağmen, yine de insanlar hakkında kötü düşünemiyorum. İnsanları öylesine güzel, öylesine derin, anlamlı, zarif incelikli düşünüyorumki, onları güneş gibi sıcak, toprak kadar vefalı, su kadar temiz, çimenler gibi zarif, ceylanlar kadar güzel, kuşlar gibi özgür ve verimli bir toprak kadar ağır ve olgun düşlüyorum.
Ya güller, gülleri anlatacak kelime bulamıyorum, o üstün gururlu, minnet nedir bilmeyen, kendinden güzelliğinden emin, güller bana daima genç kızları hatırlatır. İnce, hassas, kızararak bakan, soluveren, hemencecik küsen, kırılan, tatlı bir söze gülümseyişe hemen açıveren yüreğini. Güllerki her yaprağı binbir mana binbir renk, ahenk ve ifade dolu.

Savaşlar, silahlar, ölümler, iftiralar, intikamlar, açlık, sefalet,ilkel ırkçılık,dini bağnazlıklar, kan, kin, nefret, bütün bunlar beni hayal kırıklığına uğratsa da; her şeye rağmen insanları güzel düşlemekten kendimi alamıyorum. Çünkü insanları yeryüzünün en değerli varlığı olarak görüyorum. Vicdan, adalet, merhamet ve sevginin, insanı insan eden ögelerin en başında geldiğini unutmayarak yaşıyorum. İnsanı insan eden bir diğer öğe ise bilinç ve düşüncedir, duyguysa olaylar karşısında ve yaşamda insanın yaşadığı acı ve sevinçtir. İyilik, dostluk, güzellik, adaletli ve vicdanlı olmak salt insana özgü bir olgudur. Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Aydınlık ve karanlık nasıl biribirinin zıddıysa, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik de biribirinin zıddıdır. Ama evrende her şey iç içedir ve beraber yaşar. Karanlık, kötülük, çirkinlik nasılki körlüğü, cehaleti, zulmü, haksızlığı, adeletsizliği, vicdansızlığı, sevgisizliği, hoşgörüsüzlüğü temsil ediyorsa. Aydınlık,iyilik, güzellik de, bilgiyi,doğruyu, dostluğu, merhameti, dürüstlüğü, adaleti ve vicdanı temsil eder. Unutmayalımki, tabiatı güneş aydınlatır, insanı da bilgi. Bilgi eğer iyinin ve vicdanın hızmetinde ise hakça paylaşım ve adalet olur. Yoksa, haksızlık, vicdansızlık, zulüm ortaya çıkar.

Yirmibirinci yüzyılda hala insanın inancına, diline, kültürüne,bilincine, düşüncelerine, görüşüne ket vurarak, baskı uygulayarak hakaret ederek bir yere varmaya çalışan sırtlanları anlamaktan güçlük çekiyorum. Tertemiz bir suyu bulandırmak ne kadar kolaysa, bir insanı dininden, inancından, renginden, dilinden,tipinden dünya, görüşünden dolayı, hor görmek,küçük düşürmek, aşağılamak, iftira atmak da belki o kadar kolaydır.
Önemli olan yaşamayı bilmek ve yaşarken de paylaşmayı, dünyada her insanın yaşam hakkına saygı duymayı, insanları anlamayı ve en önemlisi de hoşgörüyle bakmayı savunmak ve sevmesini bilmek. Her şey son derece hassas ve basit. Zor görünse de. İnsanları diğer canlılardan ayıran özellikler de bunlar olsa gerek…

Ama sırtlanlar gün aydınlığını sevmez. Güzellikler onların meselesi değildir. Onların gülistanı çirkinliklerdir. Nefrettir, kindir, düşmanlıklardır. Onların hiç kimseye merhameti, sevgisi, saygısı olmaz, hatta kendilerine bile. Yürekleri, beyinleri, kan kin nefretle doludur. Erdemleri namusları bacakları arasındadır,namusları kadar beyinleri ve yürekleride kirlidirler.

Bence bu dünyada ihtiyacını duyduğumuz ve muhtaç olduğumuz en önemli şey sevgi, dostluk ve hoşgörüdür. Küçücük bir tebesüm ve tatlı dil, karşımızdakine verebileceğimiz en güzel hediyedir, unutmayalım. İnsanlar sevmeli, şartlar ne olursa olsun insanlar sevmesini bilmeli. Hayata hoşgörü ile bakılınca olaylara pek çok şey yumuşuyor. Bunu hepimizde biliyoruz mutlaka, ama yinede söylemeliyiz biribirimize, hatırlatmalıyız. Çünkü yaşamın tadı ayrıntılarda gizlidir, yaşamak sevmektir, hissetmektir, anlamaktır.
‘’ Bir kızılderili dede ile torunu evlerinin önünde oturmuş, biraz ötede boğuşan biri siyah digeri beyaz iki köpeği seyrediyorlarmış. Torunu sormuş: - Neden iki tane köpek besliyorsun? - Onlar benim için iki simgedir evlat demiş, iyilik ve kötülüğün simgesi... İyilik ve kötülük de içimizde böyle sürekli mücadele eder durur. – Peki, sence hangisi kazanır mücadeleyi? diye sorar. Bilge reis derin derin gülümser ve derki, hangisi mi evlat? ben hangisini daha iyi beslersem o...’’
Sevgi, insanlara bağışladığımız bir duygu, bir armağan. Bu yüzden bazen tek taraflı da olabiliyor ve bu yüzden bunu hiç tanımadığımız insanlara da bahşedebiliyoruz.
Severek yaşamak güzeldir, severek yaşamanın güzelliğini ve önemini farkedenler de güzeldir… Dünyada bir şey olabilmenin ötesinde çok daha önemli bir şey var aslında; insan olabilmek. İnsan olabilmenin koşulu ise tek; yüreğinde sevgi taşıyabilmek. Yoksa kim olduğumuz, nereden geldiğimiz, hangi ülkenin pasaportunda adımızın yazılı olduğunun ne önemi var. Bu dünyada sadece insan değil miyiz. Herman Hesse diyor ki,‘’Ben vatanseverim ama, önce insanım. Her ikisinin bir arada yürümediği yerde daima insana hak veririm’’ Başkalarının hep ayrılan yanlarını değil, birazda ortak yanları ortaya çıkarılmaya çalışılmalı, sonradan yaratılan ve dayatılan dil, mezhep, ırk, tarikat, kültür, bölgecilik şeyhlik aşiretcilik gibi kavramlar yüzünden ve o kavramların kutsanmasından çıkan savaşlara, katliamlara, haksızlıklara karşı durulması gerekmiyor mu? İnsanlığın ortak değerleri olan hoşgörü, sevgi, saygı, barış, özgürlük, bireysel hak, adalet gibi evrensel değerlere inanmakta kimin ne zararı olabilir, insani duygulardan yoksun ve insanlıktan nasibini alamamış sırtlanlardan başka.

Yılgınlıkların yorgunlukların damarlarımızda dolaşıyor olması bizi bıktırmamalı ve de ilgilendirmemeli. Bize yüreğimiz gerekli, sevgiyi görmek ve duvarını örmek için. Korkmadan, yılmadan bozgunlardan ve sevgiyi kirleten yozluklardan.
Düşüncelerimiz, yargılarımız, önyargılarımız; ne kadar barajlar, dalkıranlar inşa etsede o yakıcı yıldırımların beynimize ulaşmaması için, ne kadar tarihsel, kültürel ideolojik gündelik paratonerimiz olsa da, bir yerden sonra, en azından şöyle kendi yüreğimizle başbaşa kaldığımızda , eminim anlarız. Eminim anlarız, bir kez olsun, biz de yürekten o soruları sorarsak kendimize, sormak durumunda kaldığımızı tahayyül edersek hiç olmazsa.

Yaşama dair.
‘’Yaşamaya zaman ayırın, zira zaman bunun için yaratılmıştır…
Düşünmeye zaman ayırın, başarının bedeli budur…
Sevmeye zaman ayırın, güçlü olmanın kaynağı budur…
Etrafınıza bakmaya zaman ayırın,günler bencilliğinize yetmeyecek kadar kısadır…
Terbiyeli olmaya zaman ayırın, insan olabilmenin sembolü budur’’…
Goethe

Anlatacak bir şeylerin varsa yarınlara
Okunmamış bir kitap
Söylenmemis bir söz
Yapılmamış bir resim gibi
Sevgi üstüne, barış üstüne, kardeşlik üstüne
Durma kardeşim.

Bir gül yaprağının ürpertisini duyabiliyorsan yüreğinde
Yaşamın güzelliğini, sevmenin inceliğini kavrayabiliyorsan
Ve varabiliyorsan dostluklarin yüceliğine
Korkma hiç bir yıkımdan, yüreğini ortaya koy
Çünkü sen insansın

Yeni bir şeyler bul kardeşim, yeni şeyler
Yeni güzellikler, yeni sözler, yeni sesler
Yazılmamış bir şiir
Takılmamış bir ad
Yakılmamış bir türkü
Yaşanmamış bir sevda gibi
 

Dostluk - Cicero

Dostluk konusunda düşündüğüm zaman, hep şu noktayı gözönünde tutmalı diye düşünürüm: Acaba dostluğu arattıran sebep güçsüzlük veya ihtiyaç mıdır? Acaba karşılıklı yardımlaşmaya girişirken insanların amacı tek başlarına pek başaramayacakları şeyi bir başkasının yardımıyla elde etmek, sırası gelince karşılığını yapmak mıdır? Yoksa bu yardımlaşma dostluğun özelliğidir de, dostluğun daha derin, daha asil, sırf doğanın (tabiatın) yarattığı başka bir neden mi vardır? Dostluğa adını veren sevgi, insanların yakınlık duygularıyla birbirine bağlanmasında başlıca nedendir. Çünkü çıkarlar çok kez kendine dost süsü veren ve durum gerektirdiği için saygı, ilgi gösteren insanlardan bile elde edilebilir, oysaki dostlukta hiçbir şey yalan ve yapmacık değildir, her şey gerçektir ve içten gelir. Bu yüzden, sanırım, dostluğu gereksinme (ihtiyaç) değil, doğa yaratır. 

Dostluğun doğuşunda, ondan ne çıkarlar elde edileceği düşüncesinden çok, ruhların sevgi ve bağlanması var…

Birçokları kendilerinin yapamayacakları şeyleri dostlarında aramaktan -haydi sıkılmıyorlar demeyeyim de- hataya düşüyorlar diyeyim. Dostlarına vermedikleri şeyleri onlardan istiyorlar. Halbuki önce iyi insan olmak, sonra kendine benzeyeni aramak doğru olur. Deminden beri söylediğim sürekli bir dostluk ancak şu kimseler arasında sağlamca kurulur: Yakınlık duygularıyla birbirine bağlanmış insanlar önce başkalarının esiri olduğu ihtirasları yenecekler, sonra doğruluk ve adaleti sevecekler, birbirleri için herşeyi yapacaklar, ama birbirlerinden şerefli ve doğru olmayan hiçbir şeyi istemeyecekler, aralarında yalnız sevgi ve beğenme değil, saygı da bulunacak. Çünkü dostluktan saygıyı kaldıran onun en büyük süsünü kaldırmış olur. Bunu sananlar, tehlikeli şekilde yanılırlar. Doğa, dostluğu erdemin yardımcısı olsun diye vermiştir, hataların yardakçısı olsun diye değil, onun amacı şudur: erdem tek başına en yüksek katına erişemediğine göre, ortaya başkasıyla birleşip ortak olarak erişsin. Bu türlü bir birlik bazı insanlar arasında, var olmuş veya olacak ise, bu, onları katıksız iyiliğe götürecek en iyi ve en mutlu birlik sayılmalı. İşte, bence, insanların peşinde koşmaya değer sandıkları her şeyi, şerefi, ünü, ruhun sükunet ve sevincini içine alan birlik, bu birliktir. Bütün bunlar var olunca, hayat mutluluk doludur.

Akademi Hatıraları - Bedri Rahmi Eyüboğlu

Nihayet yıllardan beri delicesine özlediğim mektebe kavuştum.
Bir haftadan beri İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi resim kısmında
talebeyim. Öğleye kadar atelyede heykellerden desen çiziyoruz.
Öğleden sonra nazarî dersler var.

Atelye hocamız Nazmi Ziya Bey. Kırkbeş elli yaşlarında görünüyor.
Derse beyaz gömleği, kocaman piposuyla geliyor. Hiç bağırıp
çağırmıyor. Ona Trabzon'da, kartpostalları karelere bölerek
yaptığım yağlıboya resimleri gösterdim:

--Hepimiz böyle başladık. Müzelerimiz, sanat neşriyatımız olmadıkça daha sittin sene hep bu, böyle gidecek. Bugünden itibaren bu kopyeleri bırak. Karşıda duran Yunan heykellerine bak. Şu Milo Venüsünün kalçalarındaki ahenge bak. Şu boya bosa, şu kumaş kıvrımlarının su gibi akışına bak.

Milo Venüsüne bakmasına bakıyordum ama... Bembeyaz bir duvar önünde bembeyaz bir alçı heykel, kılım bile kıpırdamıyor heykelin karşısında. Fakat bunu hocaya söylemek aklımdan bile geçmiyor. Atelyemi, hocamı, akademiyi o kadar seviyorum ki. Atelyenin her yanına serpilen bu buz gibi heykellere ısınabilmek için gözümü, gönlümü açıyorum.

Atelyede yirmi kişi kadarız. Yarısı kız. Hayatımda ilk defa kızlarla aynı atelyede çalışıyor, aynı dershanede yan yana ders dinliyorum. On sekiz yaşına kadar Anadolu'da dolaşan gördüğü en büyük şehir, Kütahya, Artvin ve Trabzon'dan ibaret olan bir delikanlı için kızlarla dolaşmak ne kadar güzel şey. İnsanın içi bir hoş oluyor. Nazarî dersler içinde en sevdiğim dersler estetikle mitoloji, bir türlü ısınamadığım da anatomi ve menazır.

Estetikle mitolojiye Ahmet Haşim geliyor... Son dersinde bize Ogüst Kont'tan bahsedecekti. Bilmem nereden açıldı, uzun uzadıya yolda gördüğü bir sıpayı anlattı. Dünyada sıpadan güzel bir mahluk olamazmış!... Sıpanın kulakları kadar yumuşak kulak, gözleri kadar gözler göz bulunmazmış!...

Sonra Amerikalı bazı kadınların giyimlerine geçti. 
 
--Mübarekler ne kadar güzel renkler seçiyorlar, kadın değil papağan dersin. En göz alıcı renklerden korkmuyorlar. Çingene pembesi üstüne acı badem yeşili. Cesaretlerine bayılıyorum... --dedi.

Haşim'in derlerine mimar talebeler de geliyor. Mimarlara yalnız bu derslerde rastlamak mümkün. Aralarında yaşını başını almış delikanlılar var. Ekseriya arka sıralarda oturup dalga geçiyorlar. Bunlardan bir tanesini Haşim geçen gün fena halde azarladı. Bir renk adı arıyor, bir türlü bulamıyordu:

--Bir pembe, hani şu hepimizin bildiğimiz bir pembe canım... --diyor, arkasını getiremiyordu. En arka sıralardan dalga geçmesiyle maruf bir mimar,

--Tozpembesi! --dedi.

Haşim rahatladı, mimara teşekkür etti. Ama sen misin teşekkür eden, mimar işi azıttı, yanındakine yüksek sesle bir şeyler anlatmaya başlayınca Haşim köpürdü:

--Sus be adam! --dedi --Şu toz pembesini bize bu kadar pahalıya satma!... 
 
Sonra rüzgâr ilâhı, Hermes'i anlatmağa başladı. Derken dershanenin bozuk yaylı kapısı kendiliğinden hafifçe gıcırdayarak açıldı. Derse geç gelenlere fena halde içerleyen Haşim hırsla başını kapıya çevirdi. Saygısızı fena halde haşlamaya hazırdı ama kapı tamamıyle kendiliğinden açılmıştı! Gelen giden yoktu. Haşim hırsla, "kim o!" deyince, kapının yanında oturan bir başka mimar hemen kondurdu:

--Kimse yok. Rüzgâr ilâhı Hermes olacak efendim!

Haşim'in kızgınlığı uçuverdi. Gülmeğe başladı, sonra mimara dönerek,

--Güzel!... --dedi.

Bir başka derste, Laukon'u anlatacaktı, tuttu bize Türk çiçek zevkinin yerinde yeller estiğini yana yıkıla öyle bir anlattı ki nerdeyse ağlayacaktık:

--Düşünün çocuklar! --diyordu --Şark!...Görülmemiş çiçeklerin, koklanmamış
kokuların diyarı, bir devre lâlenin adını, bir devre çiydemlerin, gülün kokusunu sindiren şark!... Güllerin bin bir çeşidini yetiştiren şark!... Bugün çiçeğini Avrupa'dan dileniyor. Dün gördüm. Bize tayyare ile İtalya'dan karanfil
geliyormuş. Düşünün bir kere, karanfili tayyare ile Avrupa'dan getiren bir İstanbul'un acıklı halini düşünün. Karanfil!... Hani şu bizim çiniler, minyatürler, kadifeler, yazmalar dolusu işlediğimiz, bahçeler dolusu kokladığımız karanfil nasıl olur da bugün İtalya'dan gelir? Deli olmak işten değil. 
 
Ön sıralarda bir yerde oturuyordum. Dayanamadım:

--Karanfil istediği kadar dışardan gelsin. Çok şükür şaiir bizdedir! 
--diyecek oldum.

Haşim'in karanfil şiirini hepimiz ezbere biliyorduk. Sevgili hocamı kulaklarına kadar kızardı:

--Teşekkür ederim!... --dedi.

Bir başka derste dünyada en çirkin mahlukun yemek yiyen insan olduğunu anlattı. Yemek yiyen bir insanı seyretmeğe mecbur olmaktan daha korkunç bir şey olamazmış.

--Hayvanları ve insanları yerken tetkik edin. Yerken insan yüzü kadar çirkinleşen bir mahluka rastlamak imkânsızdır. Çene kemikleri işler. Gırtlak gerilir, gözler döner!...

Bu işe pek aklım yatmadı. Neden sonra sevgili hocamızın hastalık denecek kadar midesine düşkün olduğunu öğrendim.

Sene 1928, mesim ilkbahar.
 
Geçen ders Ahmet Haşim'e verdiğim şiir defterimi hâlâ cebinde koyduğu yerde gördüm. Acaba çok mu hoşuna gitti? Yoksa hâlâ vakit bulup elini sürmedi mi? Bu şiirler son zamanlarda bütün şiir meraklılarını saran bir tarzda serbest nazımla yazılmış şeylerdi. Haşim'in bir sözü, beni bütün gücümle sarılmağa çalıştığım resim mesleğinden soğutup şiire, edebiyata sürükleyebilirdi. Şiir defterim birkaç hafta hocamızın cebinde gitti geldi. Nihayet bir gün defterimi bana uzattı. Dudaklarında alaycı bir tebessüm vardı:

--Vallahi serbest nazım ustaları kadar mükemmel!... --dedi.

Ne demek istediğini tamamıyle anlamamıştım. Haşim'in serbest nazım ustalarıyla kanlı bıçaklı olduğunu neden sonra öğrenecektim. Fakat anladığım kadarı bana yetti. Bir daha bu şiir defterine bu şiir bahsine elimi sürmeyeceğim. Bir ortamektep talebesinin ilk saçma sapan karalamalarına Haşim yanılıp şiir deseydi, halim nice olurdu? Resimden soğuyup edebiyata dönmem işten bile değildi. Çünkü ben resim yoluna edebiyattan sapmıştım. Edebiyat sevgisi resim yanında çok daha eski çok daha köklü idi. O güne kadar resim diye dünyanın en aşağılık kartpostallarından başka bir şey görmemiş, ama tesadüfen olsun birkaç iyi kitap okumuştum.
 
Daha ilkmektep sıralarında iken babam bize Hugo'dan tercümeler yapardı. Uzun kış gecelerinde bütün aile etrafını sarar Sefiller'i dinlerdi. Halbuki resim!... Resim tamamıyle riyaziye derslerinden aldığımız sıfırların zoruyla, yoktan var edilmiş bir limandı. Akademiye geldiğim zaman bu limana sığınanların büyük bir yekûn tuttuğunu hayretle gördüm. Meğer: "Dillerde desitan imiş esrar sandığım!..." Atelyemizde yirmi kişi varsa en ağağı on yedi tanesi riyaziye dersleri yüzünden liseden soğumuşlar. Aynı ders, fiziğe, kimyaya da bulaşınca soluğu Akademide almışlar!... Onlar da benim gibi, lise sıralarında riyaziye derslerinden aldıkları sıfırlarla delik deşik olan izzetinefislerini Akademide bir meslek öğrenerek tamir etmeğe çalışıyorlar.

Lisede iki kere ikinin dört ettiğini öğrenenler, mimarîye giriyorlar. İki kere ikiden sıfır alanlar da bize... Çocukluğundan beri sahici resimler görerek resme heves eden hemen hemen yok gibi.


epigraf

24 Şubat 2013

İnsancıklar - Dostoyevski


Yıl 1846’dır. Genç Dostoyevski, ilk romanı İnsancıklar’ı tamamlar tamamlamaz ev arkadaşı yazar Grigoroviç’e okutur. Grigoroviç o kadar heyecanlanır ki birkaç kez kalkıp Fyodor’un boynuna sarılmak ister; fakat arkadaşının aşırı duygu gösterilerinden hoşlanmadığını bildiği için yapmaz. Grigoroviç ertesi gün romanı yazar ve yayımcı Nekrasov’a götürür; kitaptan çok etkilenen Nekrasov da eleştirmen Belinski’ye... “Yeni Gogol doğdu!” der, Nekrasov, daha kapı ağzında. Aynı günün akşamı, Belinski’ye tekrar uğradığında onu heyecan içinde bulur: “Nerede kaldınız? Nerede bu Dostoyevskiniz? Genç mi? Kaç yaşında? Hemen getirin bana onu!”

Belinski’nin evine getirilen yirmi üç yaşındaki genç yazar, daha sonra orada olanları şöyle anlatacaktır: “Ve işte... beni onun yanına götürdüler. Belinski’yi birkaç yıl önce heyecanla okumuştum, ama bana ürkütücü ve sert gelmişti ve benim İnsancıklar’ımla alay edecek diye düşünüyordum. Beni çok saygılı ve ağırbaşlı bir şekilde karşıladı; ama daha bir dakika bile geçmeden her şey bambaşka oldu... Ateşli ateşli, alevli gözlerle konuşuyordu. “Siz kendiniz anlıyor musunuz?” diyordu bana tekrar tekrar, alışkanlığı olduğu üzere bağırarak, “Ne yazmış olduğunuzu anlıyor musunuz?.. Bütün bu korkunç gerçeği, bizlere göstermiş olduğunuz bu gerçeği siz mi düşündünüz? Olamaz, sizin gibi yirmi yaşında birinin bütün bunları anlamış olmasına imkân yok... Gerçeği keşfetmiş ve bir sanatçı olarak ilan etmişsiniz, size bir yetenek verilmiş, yeteneğinizin değerini bilin ve emin olun, siz büyük bir yazar olacaksınız.”

Yıl 2013. 167 yıl sonra Dostoyevski her kuşağın başucu yazarlarından olma özelliğini koruyor ve İnsancıklar, onun dünya edebiyatına ilk armağanı.
***
Eğer hepimiz Tanrı'nın kulları isek; neden genç bir kız basma entari bulamazken kokanalar ipeklere bürünsün? Neden biri üç gün aç yatarken öbürü tıka basa yesin? Ben öyle sanıyorum ki; bunlar Tanrı'nın bile gücüne gidiyordur. 

İnsan kendisine olan saygısını, onurunu ve güvenini yitirdiği an işi bitmiş demektir. Alabildiğine bir baş aşağı düşüş yaşar. 

Özlem Gülçiçek " Leyla Erbil’e Mektuplar "

  "Öylesine bir hayali arkadaş değil Leyla. Aklına, duruşuna, edebi zenginliğine, korkusuzluğuna, her şeyi merak eden ve kanatarak sorgulayan haline kapıldığım kadın. Bir de inanılmaz tesadüflerle karşıma çıkışı var."
 
Arkadaşlık güzel şey. Ama her güzel şey gibi emek, özen, sahicilik, sorgulama, anlayış, biraz da acı istiyor. Gerçek arkadaşlık için çekip gitmeyi bilmek, yalnızlığı göze almak gerekiyor.

Tam da sorgulamaların ortasında hayatıma Leyla giriyor. Gündeliğimin karmaşasında “Kalan” bir zerafet ve umut oluyor. Taşlarla çarpıyor beni, sonrasını anlatmayayım; anlatmakla olmaz. Her sayfada daha da bağlıyor kendine, hayranlık sevmem ama hayran bırakıyor. Ne istersem anlatıyor, yalnızlık kayboluyor. Üstelik Asuman K.’nun dediği gibi “falcı yazar” o. Sonra Kalan’dan gerçeklikler giriyor hayatıma; defalarca, korkuturcasına.

Anlatacak kimsem olmadığında Leyla’ya anlattım ben hep; Göbeklitepe’yi, Uruk’u, Sea Peoples’ı, Lucy anamızı, Herakleitos’u, sevdiğim deli cazcıları, mitolojiyi, eski Yunan’ı, Şölen’i, yarasaları, Gyges’i, Pannonica’yı, kadınlığımı, hırçınlığımı, tatlığımı, zayıflıklarımı, lümpen saçmalıkları,  yeşil’i, ne varsa hayatımda hep anlattım; hiç sıkılmadı, kitaplarında karşılık verdi bana. Her yerde karşıma çıktı, delice, akıl almaz tesadüflerle. Cümlelerimi tamamladı kitaplarında. Acılarımı, hatalarımı, kızgınlıklarımı, çelişkilerimi de anlattım ona. Yargılamadı hiç beni, sadece bazen yakıştıramadı bazı şeyleri. İçimi açtım, zayıflıklarımı gösterdim. Kalbim kırıldığında şarap içip, Hesiodos okuyup, güldük.  Daha az hata yapmayı, daha doğru sorular sormayı öğretecek bana bir gün.

Öylesine bir hayali arkadaş değil Leyla. Aklına, duruşuna, edebi zenginliğine, korkusuzluğuna, her şeyi merak eden ve kanatarak sorgulayan haline kapıldığım kadın. Bir de inanılmaz tesadüflerle karşıma çıkışı var.

Yapmak için önce yıkmak gerek bazen. Gitmenin onurunu gösterir Leyla. Hep cici evlat, cici arkadaş, cici sevgili olmaya çalışmak kötü işte. Tamam ortalıkta konuşamayız bunları her zaman da, böyle dost ortamında edelim kelamımızı. Yüklerimden kurtulup kurtulup Leyla’nın dostluğuna gittim ben.

Sürekli onay ve alkış beklemiyorum ama bazen -kendimi açtıkça daha da ihtiyaç duyar oldum- paylaşmak istiyorum. Yapayalnız kalabilirim, savrulmam sanırım, bunu göze alarak yola çıktım. Ama yalnızlıklarımız dokunsun istiyorum zaman zaman. Birbirimizin alanına saygı duyarak paylaşmanın çok güzel olduğunu biliyorum. Köpek masumiyeti ve sevinci doğuyor içime. Daha bir kocaman gülümsüyorum.

Sadece sek votka ve acı biber turşusu ve korkunç bir sorgulamacadan oluşan kesitlerimde de Leyla var yanımda. Ben sürekli şikayet edenleri, huysuzları, mutsuzluklarını başkalarına yıkanları sevmem. Komik olmayan acıları da sevmem. Hep ilgi bekler tavırları da sevmem. Leyla acıları, onursuzlukları, ikiyüzlülükleri dibine kadar anlatır ama umudu hep satır aralarında saklıdır. Tembelleri sevmez o.

Güzel arkadaşım en zor anlarda gelir; önce dalga geçer, sonra sorgular, sonra anlamaya çalışırız birlikte, sonra ince ince güleriz. O acıdan beslenen bir kadın değildir, hem de her şeyi eleştirir. Hatalarımızla savrulmayı değil de, mücadeleyi gösterir. Sonra acıdan nefes alamaz bir haldeyken “Acılar insanı daha dürüst, daha onurlu kılar. Her şey evrilir, ben şımarık Ozi’yi özledim.” der.

Konuşamayacaklarımı anlattım ona; insan sevdiklerini ve özelini herkesle konuşmamalı sanki. Dünyayı sevgi kurtaracak dedi, Platon bile böyle dedi, dedi.

Sonra dedi ki: “...neden hala hakikatinin peşindesin sen be kadın,,, hangi hakikatinin,,, ama bilmelisin,,, evet evet insan bilebileceği kadar bilmeli,,, gidebileceği kadar gitmeli...”

Bu şapkadan tavşan çıkmaz. Bilmiş bilmiş konuşurken Leyla öyle bir ayar verir ki, susarsın, utanırsın. Utanmak güzeldir, utanmayı unutmuş insancık yığınları içinde, pek de kıymetlidir. Utanılası arkadaşlıkları bırakmaktan korkmam ki; Leyla’ya nasıl yazarım sonra?

Arkadaşlık kendi aileni kurmak gibi de geliyor bana. Ailenin kan bağından gelenini -hiç değilse de çokça- önemsemiyorum. Ama şanslıyım ki kardeşim, iyi ki kardeşim, dediğim bir kadın. Sevdiğim, saygı duyduğum, akıl danıştığım, güldüğüm, yanımda duran bir kadın. Annem ve babam -mücadeleyle de olsa- hayatıma saygı duyan, en azından kendilerinde müdahale hakkı görmeyen, sorgulamadan seven insanlar.

İnsanın arkadaşlarıyla kendi ailesini kurmasını pek seviyorum; sorularla, acılarla, hatalarla, yalnızlık korkusuyla değil de sevgi ve paylaşımla olanıyla; vıcık vıcık sevgi kelebekliğiyle değil de, hakikat arayışındaki sahici sevgilerle; eleştirerek, sevmenin sakinlik getirdiği bir iklimde kurduğumuz ailemiz. Özne olabildiğimiz ailemiz. Yeşil kalabildiğimiz ailemiz.

Leyla gibi arkadaşlar kolay bulunmaz hayatta. Ama onun gibi hep hakikati aramak, hep hakiki dostluklar kurma çabasında olmak istiyorum.  Zaman, incelik ve özenle bulmaz mıyız hayatımızın en değerli güzelliklerini ne de olsa?     
Özlem Gülçiçek

John Verdon - Aklından Bir Sayı Tut * Gözlerini Sımsıkı Kapat

  Bir adam, posta kutusuna bırakılmış imzasız bir mektup alır. Mektupta şöyle yazmaktadır: “Aklından herhangi bir sayı tut – 1 ila 1000 arasında herhangi bir sayı.” Adam öylesine 658 sayısını tutar. Not şöyle devam etmektedir: “Sırlarını nasıl bildiğimi göreceksin… küçük zarfı aç.”


“Aldıklarını geri vereceksin
Vermiş olduklarını aldığın zaman.
Biliyorum ne düşündüğünü,
Ne zaman uyuduğunu,
Nereye gittiğini,
Nereye gideceğini.
Seninle bir randevumuz var,
Bay 658.”

Sıradanlıklara meydan okuyan, anında başınızı döndürecek ve ilgi çekici karakterlerinin kalp atışlarını tüm gerçekliğiyle hissedeceğiniz bir kitap – Aklından Bir Sayı Tut kolay kolay unutmayacağınız bir roman.

 - - - - - - - - - -

GÖZLERİNİ SIMSIKI KAPAT

New York’un en gözde dedektifiyken, basının kendisine yakıştırdığı isimden hep rahatsız olmuştu: Süper Dedektif. Bir bulmacayla karşılaştığında, mutlaka çözmek isterdi. Gurney’e göre her bulmacanın çözümü için mutlaka bir ipucu vardı.

Peki ya bu sefer yoksa?

Düğün günü öldürülen bir gelin… Ve olaya tanıklık eden yüzlerce davetli. Cinayeti kimin işlediği ortada, herkes kendinden emin ama ya hepsi zekice bir illüzyonla yanıltılıyorsa... Cinayet silahı dahil birçok detayda sürpriz akıl oyunlarını gördüğünde, Gurney tam bir psikopatla karşı karşıya olduğunu anlar.

Gurney şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemleri, soruları ve keskin bakış açısıyla soruşturmaya bambaşka bir boyut kazandıracaktır. Kim daha zeki; Gurney mi, yoksa müthiş bir illüzyondan ibaret katil mi? John Verdon’dan, akıl oyunlarının iç içe geçtiği, sıra dışı bir roman.

“Yine ilki kadar şaşkınlık verici bir olay ve yine dahice çözümler.” Publishers Weekly

“John Verdon gizemli bir olayın akıl almaz örgüsünü işlerken hikayenin en beklenmedik anında ortaya çıkıveren, şeytani bir kurnazlığa sahip. Yazarın büyük ilgi gören AKLINDAN BİR SAYI TUT kitabından sonra beklediğinize değecek.”   Washington Post

 Seçilmiş sözler

Hayat kısa diye düşünüyorum. Ve zaman kaybediyoruz. Hayat kısa. Hepsi bu. Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir şey.

Hayatlarımızdaki en büyük acı, kabul etmediğimiz hatalarımızdan gelendir - bizim asıl kimliğimizle uyuşmayan hatalardır. Bize öyle zıtlardır ki, onlara bakmaya katlanamayız. Bir vücutta iki insan oluruz, birbirine katlanamayan iki insan...

Bir süre sonra yüzünde bir gülümsemeyle "Düşünmeyi hiç bırakmazsın, değil mi?" dedi.
Ardından, söylediği gibi yağmur başladı.

    Dünya üzerindeki hiçbir şey kusursuz değildi. Her zaman artılar ve eksiler vardı. Kişi, uğraştığı iş esnasında elindekini en iyi şekilde kullanmalıydı. Bardağın dolu kısmını görmeliydi. Bu, gerçeklikti.
 

Irvin D. Yalom - Nietzsche Ağladığında

Yoğun ve sürükleyici olan yeni bir düşünce romanı sunuyoruz: Nietzsche Ağladığında. Edebiyatla da düşünülebileceğini gösteren müthiş bir örnek...
 
 SAHNE Psikanalizin doğumu arifesindeki 19. yüzyıl Viyana’sı. Entelektüel ortamlar. Hava soğuk. 
AKTÖRLER Nietzche: Henüz iki kitabı yayımlanmış, kimsenin tanımadığı bir filozof. Yalnızlığı seçmiş. Acılarıyla barışmış. İhaneti tatmış. Tek sahip olduğu şey, valizi ve kafasında tasarladığı kitaplar. Karısı, toplumsal görevleri ve vatanı yok. İnzivayı seviyor. Tanrı’yı öldürmüş. “Ümit kötülüklerin en kötüsüdür çünkü işkenceyi uzatır” diyor. Daha sonra, “Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenebilirsiniz?” diyecek. Ümitsiz. 
 
Breuer: Efsanevi bir teşhis dehası. Ümitsizlerin kapısını çaldığı doktor. Psikanalizin ilk kurucularından. Kırkında, bütün Avrupalı sanatçı ve düşünürlerin doktoru olmayı başarmış. Güzel bir karısı ve beş çocuğu var. Zengin. Saygın. Hayatı boyunca “ama” pozisyonunda yaşamış biri. 
 
Freud: Breuer’in arkadaşı. Henüz genç. Geleceği parlak. Şimdi yoksul. 
 
Salomé: Erkeklerin başını döndüren kadın. Çekici. Özgür. Evliliğe inanmıyor. Bazen aynı anda birçok erkekle beraber oluyor. 
Sanatçıları ve düşünürleri tercih ediyor. Kırbacı var. 
KONU Ümitsizlik. Bir gün, erkeklerin başını döndüren kadın, Salomé, Nietzsche’den habersiz Breuer’e gelir. “Avrupa’nın kültürel geleceği tehlikede, Nietzsche ümitsiz. Ona yardım edin” der. Breuer, Salomé’yi tekrar görebilmek umuduyla “peki” der. Ve varoluşun kader, inanç, hakikat, huzur, mutluluk, acı, özgürlük, irade... ve neden, nasıl gibi en önemli duraklarından geçen bir yolculuk başlar... Kendisiyle ve hayatla yüzleşmekten çekinmeyenlere... 
 
- - - - - - - -

Nietzsche Ağladığında

Rus asıllı yazar Irvin D. Yalom’un 1992 yılında kaleme aldığı Nietzsche Ağladığında, ünlü filozofun hayatına dair derin izler taşıyor. Filozofun yaşamından bir bölüme tanıklık etmenizi sağlayacak olan eser, dönemin önemli şahsiyetlerini de hikayesine dahil ediyor. Romanın ana temasına “ümitsizlik” fikrini yerleştiren Yalom, böylece Nietzsche’nin felsefi düşüncelerine dair ipuçlarını da okuyucu ile buluşturuyor.

Baş ucu kitaplarınızdan biri olmaya aday bu şaheser ile siz de ünlü filozofu daha yakından tanıyacak, onu anlayacak ve fikirlerini benimseyeceksiniz. Öyleyse Nietzsche’nin dünyasındaki bilinmeyenlere doğru yolculuğa çıkmaya hazır olun!

Her Şeyden Ümitsiz Bir Filozof: Nietzsche

Henüz yalnızca iki kitabı yayınlanan ve bir üne kavuşamamış olan Nietzsche, ihaneti yakından tatmış, acılarına ise göğüs germeyi seçmiş bir filozof olarak anlatılır. Tanrı onun için bir ölüdür. Mutlu bir hayatı, karısı ve çocukları yoktur. Tek bildiği ise ümit etmenin çok daha büyük hayal kırıklıklarına yol açacağını düşünmesidir. Kendisinin bu karamsar ruh halinden endişe duyan Salomé, Nietzsche’nin hayatında derin izler bırakan güzel, çekici, cesur ve bir o kadar da zeki bir kadındır.

Salomé, bir gün Breuer’e isimsiz bir mektup göndererek, Avrupa’nın kültürel geleceğinin tehlikede olduğunu, Nietzsche’nin de ümitsiz olduğunu söyler ve kendisinden yardım ister. Breuer, Salomé’un çekiciliği karşısında ona karşı koyamaz ve Nietzsche’ye yardım edeceğine dair söz verir. Ancak bu o kadar da kolay olmayacaktır. Çünkü ünlü filozof, yardımı asla kabul etmemektedir. Üstelik hasta olduğunu da inkar eder. Bu andan itibaren zorlu bir süreç başlar. Breuer, Nietzsche’nin ruhsal bozukluklarına değinmeye çalışacaktır. Bu esnada da yakın arkadaşı ve öğrencisi olan Freud ile sık sık görüşecek ve uyguladığı tedavi yöntemlerini aktaracaktır.

Nietzszche’nin ruhsal dünyasına derinlemesine bir bakış atacak olan Breuer, aynı zamanda ümitsizliğinin ardındaki gerçekleri gün yüzüne çıkarmaya çalışacaktır. Nietzshe’nin inadını kırıp Breuer’den yardım istemesi sonucu ikilinin arasında gelişen yakın dostluk ikisine de oldukça iyi gelecektir.

Bunları Biliyor muydunuz?

Stanford Üniversitesi’nden emekli olan Irvin D. Yalom, Varoluşçu Psikoterapi’nin en önemli temsilcilerinden biri olarak görülüyor. Yalom’un, aynı zamanda 2009 yılında Uluslararası Sigmund Freud – Psikoterapi Ödülü’nü aldığı biliniyor.

"Bir daha hiç incinmemenin yolunu bulmuştum:
Eğer kimsenin benim için önemli olmasına izin vermezsem bir daha asla böyle bir kayıp yaşamazdım."
Nietzsche Ağladığında

Açık - Cahit Külebi

 

Biz hep açık konuştuk.
Gökyüzünden maviydi sözlerimiz.
Sığ bataklarda değildik, kuşlar gibiydik,
Uçarıydık.
Gözlerimizde Şavkıyan parıltılar gibiydik.
Biz iyiye iyi, güzele güzel dedik.
Masallardan çekerdik mısraları, tülbent gibi.
Yalnız, şiirlerde yalan söylemezdik,
Umutlarımızda, hayallerimizde de yalancı değildik.

Biz buğday tarlalarında buğday,
Ağu yeşili bahçelerde ot,
Trenlerde düdük sesiydik.
Yıldızlara çobandık, değirmenlere su,
Bozkırlara bulut gölgesiydik.
Seller aktı gitti.
Biz kaldık.

Bulutlar uçtu gökyüzünden.
Rüzgarlar darmadağın etti. 

Ne bahçesinden hayır var, ne güzünden.

Akıl da bulutlar gibi çekip gitti.
Nerden bilirdik, çalışmaktan
Kocayacağını sevgililerin,
Yaşamanın güzelliği kadar
Hoyratlığını, bezginliğini...
Biz kaldık, koyup gitti bahar,
Her şeyi nerden bilirdik.

Ada - Bertolt Brecht

 Her insan kendi adasında yaşar
Takırdatarak dişlerini ya da terleyerek.
Gözyaşları, içer
Şeytanın edebiyat bilgilerini
Onun dişlerini takırdatması
Kimseyi yerinden kıpırdatmaz.

Her insan kendi dilinde konuşur
Ve hiç kimse anlamaz ne söylediğini
Kafasındakı ışığın.
Sonra iyi olarak da anlaşılmaz.
Düşkırıklığı ve incinmedir
Gerçek utanmazlıklar.

23 Şubat 2013

Sait Faik Abasıyanık 'Seçme Sözler'

Küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutamadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir...

Önümüzde hayat... Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki her zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanmıyorduk. Yahut bana öyle geliyordu...


Riyakârlık aşağılığın en son haddidir. Sahiden iyi insanlar, kötüler hakkında laf söylemezlerdi. (...) Riyayı kaldırırsanız mesele yoktur, kötüler hemen saflarına iyiyi alıverirler. Önemli olan kötülüğü iyilikle beraber ortadan kaldırmaktır. O zaman insanlık denilen şey kafasını kaldırır: 'Durun bakalım', der, 'biz de varız....


Günlerden pazartesi. Yine vapurun alt kamarasındayım. Yine hava karlı. Yine İstanbul çirkin. İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerde. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil. Başka günler de köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek.
Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar herşey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor...


Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi...


Sizi bekliyorum. Sizi göreceğim; içimde bir şey koşacak. Siz görmeden geçeceksiniz. Ben kederle sevinci duyup dalacağım istediğim aleme. Dünyayı yeniden kederlerle kuracağım.

O üzüntü birdenbire gelir. Hava yağmurludur. Bir sonu gelmeyecek başlangıç. Böyle sürüp gidecek gibidir her şey. Öyle ki, çocuklar ile çirkindir...


Fakat bir Üsküdarlı fakirin bir piyango bileti edinmesinin ne kadar mühim bir mesele olduğunu bilmeyen bir adam da pek İstanbullu sayılmaz. Hatta pek Türkiyeli bile sayılmaz. Hatta bazan insan çok kötü düşünmesini bilen bir adamsa dünyalı bile sayılmaz ve Merih yıldızı ahalisi gibi aramızdan sıyrılıp geçenlere, kolumuzu dürtenlere, güzel kızlarla geçenlere şaşar. Ne ise mesele burada değil. Fukaralık ayıp değil...
Fukaralık ayıp değil dediğimiz zaman, hamal olalım, ıskatçı olalım; fukaralık ayıp değil dediğimiz zaman bunun ancak bir teselliden ibaret olduğunu ve fukaralığın bal gibi hem ayıp, hem günah, hem enayilik olduğunu biliriz.


Tabiattan hiçbir zaman bir tiyatro intibaı almamıştı. Anlatalım:
Bir piyes seyrederken o piyesin içine giren, dekorla, yalancı rüzgârla, kımıldayan mor ışıkla bizi korkutan rejisördür. Bir suni hava içinde muhayyilemiz binalarını kurar, gecelerini bina eder, korkusunu rüzgârla ve mor bir ay ışığı ile getirir, içimize bırakır.
Fakat hiçbir zaman, dışarıda tabiatın içinde aynı rüzgârı, o tiyatrodaki suni rüzgârı, o koltukta duyduğumuz korkuyu ve iç ezilmesini duymayız. Belki aynı vakalar, aynı hadiseler dışarıda da geçer. Hatta başımızdan geçer. Fakat tiyatrodaki gibi kompoze bir halde değil...

İçki, sevgili,ev, aile, arkadaş, eğlence, dünya işleri, bir aralık fikir bile...Hepsi, hepsi zarına iğne batırılmış, cigara tutulmuş ırmızı, yeşil, sarı, turuncu balonlara döndüğü günlerimiz olur. Her şey rengini, uçarlığını, sevincini lahzada boşaltır. Öyle zamanlarımız olmamasına imkan mı vardır? Balonlarına hiç iğne batırılmayan insanlar da yaşıyor. Onları gün olur kıskanır, gün olur küçük görürüm.

Yeniden doğulmaz. Doğsan bile n'olacak? Seni iki senede, iki senede değil, iki günde aynı insan ederiz. Aynı kendini düşünen, aynı haris, aynı kıskanç, aynı kötü huylu, aynı sarhoş, aynı budala oluverirsin. Seni aynı hastalıkla yıkmak için elimizde her şey var...

Şu karşıki sandalı görüyor musun? Bakın sahile yaklaşıyor. Onu yürüten şey nedir? Kürekleri değil mi? Ya şu uçan martılar! Kanatları yolunsa artık uçabilir mi? Düşünce de böyledir. Dört duvar arasına kapatılmak istenirse kanatsız kuş, küreksiz sandal oluverir ve bütün manasını kaybeder...

Ben hikâyeciyim diye sizlerden ayrı şeyler düşünecek değilim. Sizin düşündüklerinizden başka bir şey de düşünemem. O halde bu adamın hikâyesi ne olabilir? Sakın benden büyük vakalar beklemeyin, n'olur?...

22 Şubat 2013

Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar - John Berger

Bugün insanların içinde yaşadığı yalnızlığı kim önceden bilebilirdi? 
Her gün dünyaya ilişkin gövdesiz ve sahte bir imgeler ağı tarafından yeniden onaylanan bir yalnızlık. Ama imgelerin bu sahteliği bir hata değil. Eğer kar peşinde koşmak insanlığın kurtuluşunun tek yolu olarak görülürse, gelir elde etmek mutlak öncelik haline gelirse, o zaman gerçekten varolmanın itibar görmemesi, görmezden gelinmesi ve baskı altında tutulması gerekir. Bugün resim yapmak, yaygın bir ihtiyaca cevap veren bir direniş eylemidir ve umutlanmaya teşvik edebilir. 

Uzun Yolları da Göze Alabilen Bir Dostluk - Murathan Mungan

ya biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk,
arkadaşlık, sevgililik fırsatlarını ne yapıyoruz?
akşamüstünün bir saatinde,
yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşabileceğimiz,
omzumuza dolanan bir kolun,
başımızı yaslayabileceğimiz bir omzun,
belimizi kavrayan bir elin,
uzun yollara dayanıklı aşkların sahibi karşımıza çıktığında
tanıyabiliyor muyuz onu, değerini biliyor,
biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz?
yoksa hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp
kendimizi hep ilerde
bir gün karşılaşacağımızı sandığımız bir başkasına
bir yenisine ertelerken
hayat yanımızdan geçip gidiyor mu?
karşımıza erken çıkmış insanları yolumuzun dışına sürerken bir gün
geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz?
hayat her zaman cömert davranmaz bize,
tersine çoğu kez zalimdir.
her zaman aynı fırsatları sunmaz,
toyluk zamanlarını ödetir.
hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların,
eskitmeden yıprattığımız dostlukların,
savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla
yapayalnız kalırız bir gün
bir akşamüstü yanımızda kimse olmaz,
ya da olanlar olması gerekenler değildir.
yıldızların bizim için parladığını göremeyen gözlerimiz,
gün gelir hayatımızdan kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir...
kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir kendi hayatımızdaki
olağanüstü anıları ve olağanüstü kişileri yakalamak.
bazılarının gelecekte sandıkları 'bir gün' geçmişte kalmıştır oysa;
hani şu karşıdan karşıya geçerken trafik ışıklarında rastladığımız,
omzumuzun üzerinden şöyle bir baktığınız sonra da boş verip
'nasıl olsa ileride bir gün tekrar karşıma çıkar' dediğinizdir.
oysa tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir o;
boş yere bu sokaklarda aranırsınız...


20 Şubat 2013

İnci Aral - Mor * Safran Sarı * Yeşil

Mor

Mor, küçük bir Ege kasabasında yaşayan dört çocuklu bir çiftçi ailesinin yıllara yayılmış trajik hikâyesini sürükleyici bir aşk ve entrika çerçevesinde günümüze taşıyarak yirmi dört saatlik bir zaman diliminde anlatıyor.

68 kuşağından, sistemin bir parçası haline gelmiş işadamı ve turizmci İlhan Sacit, kızı yaşındaki Renginur’a tutulup ondan bir de çocuk sahibi olunca karısını yıkmış, hırslı baldızının kinini bilemiştir. İlhan’ın kardeşi öğretim üyesi, hâlâ solcu ama kafası karışık Armağan, ağabeyinin tersine kapalı, kendini ağıra satan bir erkektir ve iletişim sorunları yüzünden evliliği bitmek üzeredir. Kızkardeş Gülcan’sa ailedeki ölüm ve intiharlardan sonra iyice umutsuz ve tükenmiş durumda alkole sığınmıştır. Aile çevresi İlhan Sacit’in otelinde, evlilik dışı doğmuş çocuğunun birinci yaş günü dolayısıyla bir araya gelirler. Gece güzel başlayacak ama günün ilk saatlerinde beklenmedik bir cinayetle sona erecektir. İnci Aral, Mor’da ağırlıklı olarak insanların yaşadığı büyük yalnızlığı, evliliği işliyor ve kadınlara erkeklerin gözüyle bakmayı, erkek dünyasının gizlerini aralamayı başarıyor.

Yeni Yalan Zamanlar üçlemesinin ikinci kitabı olan roman aynı zamanda Türkiye’nin tarımdan sanayiye geçiş sürecinde insanımızın savruluş ve dağılımlarının ipuçlarını saklıyor ve konu aldığı kişiler üzerinden 1940’lardan 2000’lere Türkiye’nin toplumsal panoramasını çiziyor.

Safran Sarı

Her şeyin anlam, boyut ve nitelik değiştirdiği bir dünyada insanın hep aynı kalması olanaksızdı. Kendisi de değişmişti bu yüzden. Bütün eski kaygılarını ve aptallıklarını bırakıp bilincini, yanılsamalar toplamından ibaret bir karşı saldırı hamlesine dönüştürmeliydi artık. İnci Aral'dan, Türkiye'nin bu zamanlarına dair, kolay unutulmayacak bir roman: Genç yaşta yükselmiş bir yatırım uzmanı; eski eser kaçakçısı bir kadın; üniversite mezunu bir telekız.

İnci Aral, "Geleceksizlik" üzerine kurduğu romanında bu üç kişinin kesişen yollarını anlatıyor. 2000'li yılların başlarında, yaşanmakta olan toplumsal, ekonomik ve kültürel çalkantılardan etkilenen bu insanlar, savruluşlarını ve belirsizleşmiş geleceği sorguluyorlar. Bir yanda bol para, her türlü zevk, renkli hayatlar, öte yanda kirlenen, çürüyen değerler, tatminsizlik, sömürü düzeni ve yozlaşan cinsellik. Safran Sarı; para, güç ve başarı peşinde koşarken kimliklerinden, aşktan ve umutlarından uzaklaşan, sayıları gitgide artan otuzlu yaşlarında bir kesimin önce sevgiyi, sonra geleceği olan inancını, en sonunda ruhunu kaybedişinin serüveni...

Yeşil

İlk kez 1994 yılında Yeni Yalan Zamanlar adıyla yayımlanan Yeşil, hem İnci Aral’ın yazarlığında yeni bir dönemeç oluşu hem de bugünün Türkiye’sini o zamandan görebilmesiyle önemini sürdürüyor. Dinsel baskı ile yetişmiş, aile içi cinsel taciz mağduru genç bir kadınla umutsuz, intiharın eşiğinde genç bir gazetecinin imkânsız aşkları çevresinde, eski eser kaçakçısı bir dayı, köşe dönmüş bir fotoğrafçı, tarikatçı punk sevgili gibi tiplerle gelişen anlatı Aral’ın sonraki romanlarının da temellerini attığı bir eser.

Yeşil, dokunaklı aşk hikâyesine koşut olarak politik bir kurguya da sahip. Dinci ideolojiye dayalı bir siyasi parti iktidara gelmiş ve anayasayı değiştirmiştir. Bir kaos ortamında olmaz sanılan şeyler olmaktadır. Bu arada yönetimin sanat düşmanı yasakçı tutumu yüzünden üretemez duruma gelmiş sanatçılar gizli bir merkezde toplanarak zararsız, suya sabuna dokunmayan eserler üretmeye zorlanırlar.

Yeşil, yoğun içeriği ve ilginç kurgusuyla yeni bir dil ve duygu iklimi yaratan ve bizi inanmadığımız gerçekler ve kolayca inandığımız yalanlarla yüzleşmeye davet eden sarsıcı bir roman.

Ölü Erkek Kuşlar - İnci Aral


Suna’nın içinde iki ayrı kadın yaşar. ‘Su’ uysal, uzlaşmacı, evcil, iyi anne ve eş olmaya koşullanmış yanı, ‘Na’ ise bozuk saydığı her türlü düzene karşı çıkmaya hazır, asi ve cesur kimliğidir. Sürekli çatışma halinde olan çift benlik ve bölünmüşlüğü içinde, bir de kocası Ayhan’ın en yakın arkadaşı Onur’a aşık olunca Su-Na’nın durumu daha da zorlaşır.

Ölü Erkek Kuşlar, bir kadının birine tutkulu bir aşk, ötekineyse köklü bir sevgi ve evlilik bağıyla bağlandığı iki erkek arasındaki yakıcı gidiş gelişlerini anlatırken bu üç kişinin çocukluktan kadın ve erkek olmaya uzanan yolda öngörmeler, koşullanmalar ve kurallarla biçimlenişlerini irdeliyor. Kadın-erkek ilişkilerinin, hem toplumsal tabu ve yargıların özündeki katılık ve şiddet hem de tarihsel bir dönemin baskı ortamında nasıl yorucu bir iletişimsizlik ve çözümsüzlüğe dönüştüğünü gösteriyor. Bu karmaşa içinde aşk çocuksu bir düş, evlilikse düzen sanılan bir düzensizliktir.

İnci Aral; çok sevilen, eskimeden güncelliğini korumakta olan bu ilk romanında bir kadının bağımsızlık ve mutluluğu umutsuzca arayışını sarsıcı bir içtenlik ve ustalıkla anlatıyor.

"Bölüşmemiz gerekenleri bölüşemiyoruz. Uyum sağlayamadığımız, hızla akıp giden zamana uyduramıyoruz aramızdaki bağı. Sevgiyi de acılarımızı da ayrı ayrı yaşıyoruz. Bundan hırçınlığımız bence."

Cemal Süreya - Karne

Onunla aşkımız, o diyorum ona,
Bir kez söylenmiş ve istense de
Bir daha geri alınamaz
Kırıcı sözler gibiydi


Ilım günleri gelirdi taraçalar
Uzatırdı mevsimölçerlerini
Tıkabasa yaprak arka pencere
İnsan iki kişiyi sevebilir mi?

Onunla aşkımız, o diyorum ona,
Bir kez söylenmiş ve istense de
Bir daha geri alınamaz
Kırıcı sözler gibiydi

Tartışıp dururduk yollarda
Hızla çevirirdi başını
Çiçek aşısı gibi bakardı
Seğirtir karşı kaldırıma

Ötekiyse nasıl incelikli
Türkçe sığmazdı ağzına
Bir ilçeyi sever gibi
Yürürdü odalarda

Parmakları her yana döner
Bir yetenek gibi gelişirdi
Dursuz duraksız güdülerime
Bir şeyler katardı düşüncemsi

Birinin ısırığı badem şekeri
İç kaslarıyla uçar biri
Yüz kez yırtılmıştır gömleğim
Doksan dokuz kez de dikildi

Kısacası o yıllarda ben
Hayatım karışık çantam gibi
İki kişiyi birden severdim
Karnemde sevinç bir aşk iki